Kimdir

Oktay Akbal kimdir? Hayatı ve eserleri

Oktay Akbal kimdir? Hayatı ve eserleri: 1923 Hikâye, roman, fıkra ve deneme yazan olan Oktay Akbal 20 Nisan 1923 tarihin­de İstanbul’da doğdu. Babasını küçük yaşta kaybeden yazar annesi tarafından yetiştirilmiştir. Düş Ekmeği (2. Baskı 1988) romanında annesinin, hayatındaki yerini de anlatmaktadır.

İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Edebiyat Fakültelerinde birkaç yıl sürdürdü­ğü yüksek öğrenimini tamamlayamadı. Servet-i Fünûn dergisinde sekreterlik ya­parak çalışma hayatına girdi. 1956 yılından itibaren Vatan gazetesinde fıkra ya­zarlığına başladı. Büyükbabası Ebubekir Hazım Tepeyran’ın 1957 yılında vefatı üzerine kalan mirasla varlıklı bir hayata kavuştu.

Oktay Akbal, Vatan gazetesinde başlayıp Cumhuriyet’te devam eden fıkra ya­zarlığını, 1991 sonlarına kadar bu gazetede sürdürdü. Şimdi, Milliyet’te yazmak­tadır.

Oktay Akbal ’ın ilk hikâye ve şiirleri çeşitli dergilerde çıkmış olup, 1945’lerde Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda da hikâyeler yazmıştır. Daha sonraki yıllarda ise hikâ­yeleri Varlık Türk Dili ve Gösteri dergilerinde yayımlanmıştır.

Oktay Akbal Eserleri

Oktay Akbal’ın hikâye, roman, deneme, fıkra, günlük türlerinde çok sayılabi­lecek kitapları vardır.

Hikâyeleri

Önce Ekmekler Bozuldu (1946), Aşksız İnsanlar (1949), Bizans Definesi (1953), Bulutun Rengi (1954), Berber Aşması (1958), Yalnızlık Bana Yasak (1967), Dondur­malı Sinema (1967), Tarzan Öldü (1969), İlkyaz Devrimi (1977), İstinye Suları (1973), Lunapark (1983), Hey Vapurlar Trenler (1981), Bayraklı Kapı (1986), Ey Ge­ce Kapını Üstüme Kapat (1988), Hücrede Carmen (1998) kitaplarında toplanmış­tır.

Romanları

Garipler Sokağı (1950), Suçumuz İnsan Olmak (1957), (Bu eserde, Nedret’le Nuri’nin yasak aşkları anlatılır. Hayâl ettikleri ortamda mutlu olamayan bu iki ki­şi sonunda yine eski hayatlarına dönerler.) İnsan Bir Ormandır (1975), İki Roman

daha sonra bir arada yayımlanır. (1982), Düş Ekmeği (1983), Yeşil Ev (1990), Ba­tık Bir Gemi (1997). (Düş Ekmeği 6 Şubat 1940 ile 20 Haziran 1940 tarihleri ara­sında yazarın şahsî hayat tecrübelerinden hareketle yazılmıştır. Hatıra özelliği de vardır. Olaylar Fatih ve Şehzadebaşı çevresinde geçer. Kahraman yazarın kendi­sidir. Savaş yıllarının sıkıntıları ve yazarın aşk tecrübeleri romanın iki kanadını oluşturur.)

Oktay Akbal, deneme, sohbet, hatıra türünde eserlerini ise: Şâir Dostlarım (1964), Dost Kitaplar (1967), Günlerde (1965, 1968), Konumuz Edebiyat (1968), Yazmak Yaşamak (1972), Anılarda Görmek (1972), Ölümsüz Oyun (1974), Yeryüzü Korku­su (1975), Hiroşimalar Olmasın (1976), Zaman Şensin (1977), Temmuz Serçesi (1978), Önce Şiir Vardı (1982), Dünyaya Açılmak (1982), Vatan Mahzun Ben Mah­zun (1983), Yaşayıp Görmek (1984), Geçmişin İçinden (1985), Anı Değil Yaşam (1985), Yarınlar Hesap Sorar (1986), Susmak mı Konuşmak mı (1987), Bir de Simit Ağacı Olaydı (1990), Önce Aşk (1993), Kırmızı Tenteli Tramvay (1993), Senin Adın Aşk (1994), Güzel Düşlerin Sonu (1995) kitaplarında toplamıştır.

Oktay Akbal Eserleri üzerine görüşler

Oktay Akbal, ilkin “Önce Ekmekler Bozuldu”da çıkan hikâyeleri ile tanınmış­tır. Bu kitaba adını veren “Önce Ekmekler Bozuldu” ve diğer dokuz hikâyede ya­zar, 1940-1945 yıllarının sıkıntılı ortamında beliren genel bezginliği dile getirmek­tedir. Yazarın yaşadığı çocukluk gençlik çevreleri, mutlu günleri gözler önüne se­rilerek, savaşın yaptığı bozgunlar ve savaş öncesi günlerin huzurlu ortamına du­yulan özleyişler, şiirli bir üslûpla anlatılmaktadır.

Daha o günlerde, Oktay Akbal ’ın bu eserine ve daha sonraki eserlerine yapılan eleş­tiri ve verilen yargılar, onun, şahsî hatıra ve izlenimlerini anlatan tarzı ve üslûbu bakımından Sait Faik’in bir benzeri ve devamı olduğu noktasında toplanmıştır.

Oktay Akbal ’ın İstanbul’da dolaşan hikâyeleri, hep kendi başından geçenleri anlatı­şı, kişiliğine dayalı hayat parçalarını yazışı ve cümlelerinde “şairane” sözlere yer verişi bakımından, Sait Faik’le hayli benzerlikler gösterir. Ancak, iki hikâyeci arasındaki ayrılıklar da vardır:

Sait Faik, hemen hiç “tasarlanmış” hissini vermeden, hayatın herhangi bir ânından başlayarak hikâyelerini yazıyor. Oktay Akbal ’da ise, kendi çocukluk veya genç­lik yıllarının sürekli ele alındığını görüyoruz. Hatıra çeşnisi, Oktay Akbal ’da, hemen bü­tün hikâye, roman, hatta sohbet ve denemeleri dolduruyor. Sait Faik de gerçi kendisini anlatıyor ama, her zaman hatıralar içinde değildir. Çoğunlukla da, kendisi hikâyelerinin tek kişisi olmayıp yaşattığı kahramanlardan sadece birisidir.

“Şairanelik” dedik ama, Oktay Akbal ’ın üslûp, tahkiye ve anlatışında da farklar var­dır Fazlasıyla ve gereğini düşünmeden “devrik cümle” kullanmıştır. Olayların arasında çok defa, hikâyeyi yapmacıklı bir makale haline koyan “felsefe ve dü­şünce” parçalan, edebî, siyasî bilgiler karıştırmıştır. Anlatışında, hatta kişileri

konuştururken, henüz Türkçeye malolmamış, halkın dilinde bulunmayan, “uy­durma” sözler anlatımın sıcaklığını bozmaktadır. Sait Faik’teki dobra dobra, can­lı konuşmalar yerine Oktay Akbal, kişilerin iç seslerini ve akıldan geçen düşüncelerini yazıyor. Kişilerini rahatça konuşturduğu yerlerde, onun da hikâyeleri sıcaklaşı­yor.

Oktay Akbal ’ın hemen bütün eserleri, roman ve hatıra, hatta deneme niyetine yazıl­mış olsalar bile, kısa veya uzun hikâyelerden ibarettir, denilebilir. Hikâyelerinin hemen hepsinde baş kişi kendisidir. Olaylar, yazarın hayatından, çocukluk, genç­lik, öğrencilik, gazetecilik günlerinden alıntılardır.

Çevre, hemen bütünüyle İstanbul’dur. Zaman da yine yazarın yaşadığı yıllar­dır. Oktay Akbal, yalnız başına gezişlerini, çocukluk ve gençliğini dolduran sinemaları, o devrin filmlerinden “tarzan” gibi tipleri, annesini, kaçamak aşklarını, okul gün­lerini, yazı hayatını, dostlarım, biraz karamsar hava içinde anlatmaktadır. Bu ara­da her şeyin zaman boşluğunda bittiğine, değiştiğine, başkalaştığına, “geçiciliği­ne” dikkat etmektedir. O durumdan yakınan, onlara “nostalji” ve özleyişle bakan üzgün bir hava hikâye ve romanlarını sarmaktadır.

Günlük yazılarında “sürekli devrim”e çok düşkün ve istekli görünen Oktay Akbal, tabiattaki baharları, yazları, sonbaharları, kışlan yani bunların devri daim halindeki değişmelerini de bir çeşit “devrim” gibi yorumlamaktadır.

“Benimdi doğa. Kupkuru, sisli, sahipsiz. Uykuda bir doğaydı, öyle görünüyor­du. îçten içe kaynıyordu oysa. Coşkusu derinlerde idi. Hep gizli gizli beslenir dev­rimler. Birden patlar. Doğa da her yılki gibi yaz devrimine hazırlanıyordu. Görü­nürde tam bir uyku, uyuşukluk hali. Devrimler, ne zaman nasıl patlak verir, bilin­mez. Beslenir beslenir kendi kendine, kimse görmez anlamaz. Şu kupkuru dalla­rın bir ay sonra çiçekleneceğini güçtür düşünmek.” (İlk Yaz Devrimi)

Hikâyeleri ile romanlarının hatta “Bir de Simit Ağacı Olaydı” gibi denemeleri­nin hemen bütünüyle benzer üslûp, benzer tema, benzer “anılar” ile yazıldığını belirtmek için, onlardan birer paragraf almayı deniyorum:

“En çok ön sıraya otururdu. Önden filim daha iyi görülürmüş. Tek başına gi­der yerleşirdi orta sandalyeye. “Tarzan bana sesleniyor. Gel ormanıma diyor. Göz kırpıyor ama siz görmüyorsunuz. ” derdi. Düşleri buydu. Hep Tarzan’ı bulmak ve o ormanda yaşamak. Hiç değilse Tarzan filimlerinde oynamak. Yamyam rolüne olsun. Ama kötülerin yanında değil. Tarzan’dan yana bir vahşi. Onu kurtarsın, ip­lerini çözsün. ” (Tarzan Öldü hikâyesinden)

“O çocuğu düşündüm, gazetenin armağanı olan Fenerbahçe bayrağını cama yapıştıran o çocuğu… Ben olabilir miydim? Bir an içinde yarım yüzyıl öncesinden çıkıp gelebilir miydi o çocuk? Kişinin içinde sürgit yaşar mı eski zamanların in­sanim? Bir insan hangi yaşta olursa olsun, çocukluğunun, gençliğinin bir parça­sını koruyabilir mi yılların karmaşasında?”

(Otuzlu Yılların Çocuğu; Deneme, Bir de Simit Ağacı Olaydı, s. 103)

“… Sinemaya gitsem. Bir alyon gibi çekiyor karanlık salon. Yarın okul var yi­ne. Bu yağmurda evde oturmak çok can sıkıcı. Hiç değilse dalıp giderim. Turan ‘da (sinema) Gunga-Din oynuyor. Merdivenden çabucak indim. Annem fırladı elleri ıslak.

–   Yemek yapıyorum. Kuru köfte ister misin öğleye?

–   Ben çıkıyordum, dedim.

–   Ya dersler ne olacak?”

(Düş Ekmeği, s. 31)

Kimi roman, kimi hikâye veya başka türlerde yazıları hakkında, Oktay Akbal ’ın ken­di görüşlerini yansıtan bazı notlar sunalım:

Resimlere bakmak Ben miyim bu? On yıl, yirmi yıl geride kalan biri. Benim bir başka kişiliğim, bir başka ben’im. “Yazmak kişinin öteki beniyle konuşması­dır” der bir yazar, adını unuttuğum biri… Her şiir, her öykü, her deneme kendi kendimizle dertleşmek değil midir? Niye yazarız, niye birtakım duygulanmaları kâğıtlara dökeriz ? Bunun için, yaşadığımızı önce kendimizin duyması için. Bir çeşit kanıtlama… Varım, şu an m içindeyim. Yazıyorum, geleceğe sesleniyorum. (Gösteri, sayı: 62, Ocak 1986)

Kemal Sulker’le bir “söyleşi”sinde de Oktay Akbal, şunları söylemektedir:

“Bugün benim yazdıklarımı, yazacaklarımı, yazmayı düşündüklerimi başka bi­ri yapmış olsa kalemi her hâlde elime almazdım. Hikâyelerimde büyük kenti, in­sanım, yaşamını, birtakım kendine has özellikleri ve gariplikleriyle kentin atmos­ferini, içinde yaşayan, bana yakın olan insanların sıkıntılarını, keder ve sevinçle­rini, onların iç dünyalarma geçirmekte olduğumuz bunalımlı yılların yaptığı etki­yi, toplum um uzun dünkü ve bugünkü manzaralarını vermeye çalıştım, çalışıyo­rum. Kısacası yaşadığımız devri, bütün özellikleri, renkleri ve çelişkileriyle ver­mek istiyorum.”

“Önemli olan yaşadığımız bu memleketin, içinde bulunduğumuz bu bunalım­lı devrin, günden güne, bu sarsıntılı dünya üstünde ne yapacağını şaşıran insan­ların öyküsünü, romanım, şiirini yazmak olduğunu daha 1949’da Seçilmiş Hikâ­yeler dergisinde yayımlanan yazımda açıklamıştım. Yine de böyle düşünüyorum. Gelecek kuşaklara yaşadığımız dönemin toplumsal ve yaşamsal manzarasını ede­biyat çerçevesi içinde bırakmaktan yanayım.”

Edebiyat öğretmeni, Türk Edebiyatı dergisi yazan ve yöneticisi İsa Kocakaplan’ın deyişiyle: “Oktay Akbal, günlük yazılarında dilinden düşürmediği “sürekli devrimcilik” ve “ilericilik” sözlerine karşılık, hikâye, roman ve denemelerinde, geçmiş özlemi içinde geriye dönük bir yazar olarak karşımıza çıkmaktadır.” Geçmiş günler özlemi, Oktay Akbal ’ı Sait Faik’ten de çok uzak, belki Abdülhak Şinasî’ye yaklaştıran ölçülerdedir. Hikâyelerinde pek çok rastlanılan hemen bütün ya­zılarının özünü oluşturan bu tema’dan yalnızcadır örnek vereceğim:

“Ne çok Tarzan Simleri oynanırdı o günlerde! Bitip tükenmezdi çilesi Tarzan’ın, Jane’in. Yıllar geçer hep heyecan içinde yaşarlardı. Vahşiler, arslanlar, filler, timsahlar arasında. Yavaş yavaş unutuyorduk Tarzan’ı. Gerçek yaşamın ağırlığı çöküyordu üstümüze. Okullar bitti. Gençliğin dün yollan tükendi. Serüvenler çir­kinleşti. Tarzan’lar, Jane’Ier yaşamımızdan uzaklaştılar. Gerçekler yolumuzu kes­ti. (Tarzan Öldü)

Fakat bu konuda en güçlü örnek, Oktay Akbal ’a ilk şöhretini sağlayan belki de hâlâ en güzel hikâyesi olan “Önce Ekmekler Bozuldu”nun şunun gibi bölümleri­dir:

“… Ne olduysa o sonbahar oldu. Birden “savaş başladı” dediler… Dünyanın ta­dı kaçmıştı. Her şey birden değişivermişti… savaş gazeteleri de ne korkunç olu­yordu. Bu savaşın getirdiği, alıp götürdüğü çok şey de vardı. “Biz barışta kaldık, yani vücutlarımız barışta kaldı, fakat ruhlarımız şehit düştü… ”

“Oysa barış günleri ne kadar güzeldi, hele bir lise öğrencisi için. “O günler aş­kın içimizde var olduğu mutlu bir çağdı… O günler aşkın yeryüzünde saltanat sür­düğü günlerdi. Aşkın gene var olduğunu söyleyenler var, ama yalan. Aşk artık yok. Aşk yeryüzünden kalktı. O kurşuna dizilen rehineler, üssüne dönmeyen pi­lotlarla beraber dünyamızdan uzaklaştı.”

İsa Kocakaplan, yaptığı bir incelemede, Oktay Akbal ’ın eserlerinde göze çar­pan en belirli hususu, onun “ferdiyetçiliği” (bireysel tutum) olarak ele almakta ve şunları söylemektedir:

“Bütün yazdıklarının ekseninde kendisi bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarının yazarlar üzerinde bıraktığı karamsarlık, içe kapanış, hayal âlemine ve kendilerini mutlu saydıkları çocukluk yıllarına kaçış Oktay Akbal ’ın eserlerinde de sık rastlanan bir durumdur. Halihazırdaki mutsuzluk ile hayal edilen mutlu­luk arasındaki gidiş gelişler onun eserlerinin örgüsünü teşkil eder. Oktay Akbal rastla­dığı küçük bir çocuktan, şahit olduğu bir haksızlıktan, okuduğu bir mısradan yo­la çıkarak daima kendi çocukluğuna, hayal dolu bir dünyaya gider. Dışa hep ken­di içinden bakar. Tahlilleri, yorumlan, değerlendirmeleri hep kendi hayatından yola çıkarak yapılır. Şahsî ruh macerası, istekleri, kırılışları, yakın çevresi eserle­rine art arda girer. Duygulu, şiirli, yalın bir anlatımla hayal ettiği ufuklarda gezi­nen yazarın son romanının ismi de onun hayalci tarafını ele veren bir ipucudur. Düş Ekmeği (1983) ismini taşıyan bu eser, yazarın lise yıllarını, yakın çevresini, semtini, arkadaşlarını, dolaştığı sinemaları ve aşklarını anlattığı bir hatıra özelli­ğini de taşır. Zaten Oktay Akbal ’ın çeşitli türdeki eserleri ortak bir üslûp rengini muha­faza etmektedir. Şiirli kısa cümlelerden örülmüş hatıralar zinciri onun, hikâye, roman, deneme gibi eserlerinin özünü teşkil eder.

Oktay Akbal ’ın 1990 yılında yayınlanan deneme kitabı “Bir de Simit Ağacı Olaydı” hakkında Muzaffer Buyrukçu’nun yaptığı değerlendirme onun diğer eserleri için de geçerlidir

“Oktay Akbal eski bir İstanbulludur. Ve bu nedenle 1930’lann, 1940’lann bo­zulmamış İstanbul’unda kendinden ve yakınlarından, arkadaşlarından, dostların­dan kalan hâzineleri arar. “Anılar kuşlar gibi konacak dal arar” dizesini yaratan Oktay Rıfat’ın uyarısıyla anılarım daldan dala kondurur. Fatih’te, sinemalar eğ­lenceler semti Şehzadebaşı’nda, Cağaloğlu’nda, Sait Faik’in İstiklâl Caddesi’nde, Beyoğlu’nun renkler, coşkular ve cümbüşler merkezi Çiçek Pasajı’nda dolaştırır. Okurlarına dünle bugünü tanıklıklarını, duygusal birikimlerini, farklılıklarını, hangi odakta birleşip, hangi odakta ayrıldıklarını gösterir. Canlandırır ve yaşatır. Ama bugüne göre kişiyi daha az yıpratan, daha az soysuzlaştıran, daha az pislik­lere bulayan dünü sevgiyle özlemle anlatır ve bugünün karmaşasından, bugünün rezilliğinden kaçmak ister.”

Oktay Akbal ’dan Bir Hikâye İstinye Suları

Atlıyorum bir vapura Sirkeci’den, doğru Boğaz’a,. Öğle vapurlarında kimseler yok. Ne tanıyan, ne ilgilenen. Tek tek geziyorum, Boğaz iskelelerini. Tatil günle­rinde değil, herkesin çalıştığı günlerde… Bir roman yanımda, bir de küçük defter. Yetiyor. Bir süre tek başıma olmanın güzelliğini duyuyorum. Yığından kopmanın, güncel olaylardan, sonuçsuz çekişmelerden, birtakım yıkıntılardan sıyrılmanın yolu bu, kaçmak. Bırakmak bir şeyleri geride. Olsun, küçük kaçışlar olsun bun­lar. Birkaç saatliğine de olsa bir kopuş, bir kaçış bu, çevreden, bildik kişilerden, yalan duygulardan…

Yahya Kemal’i sevmeye başladım yeniden. Bir zamanlar kızıyordum, sinirleni­yordum okurken. Düzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin, izlenimlerin şairiydi. “Kolay” bir şairdi. Biçim ustalığı da kurtarmıyor bazen. Üstelik sığ söyleyişleri de gözüme batıyordu nedense. Son zamanlarda değişti bu düşüncem. Özellikle Bo­ğazla böylesine içli dışlı yaşadıktan sonra, Boğazı iskele iskele tattıktan sonra… Yahya Kemal bu şiirleriyle kalacak yarma, Boğaziçi’nin en tatlı köşeleri için yaz­dığı şiirlerle… Boğaz kaldıkça bu şiirler de yaşayacak. Kanlıca’sı, Kandilli’si, İstinye’si hepsi.

İşte şu koy, İstinye koyu örneğin… Bir 1929yazını hatırlıyorum bu kasım ak­şamüstü. Bakıyorum, İstinye koyu küçülmüş zamanla. Ya da gemiler büyümüş. Gerçekten gemiler kocaman. İM tanesi zor sığıyor koya. O zamanlar ufaktı gemi­ler. İstinye koyu yalılarla doluydu. Biz o yaz burada oturmuştuk, şu kanapenin durduğu yerde. İki kat tahta bir Rum evi. Pencereden oltamı sarkıtırdım, bir şey yakalayamazdım. Sabahlan motor gürültüleriyle uyanırdım. Bir de Altınordu ku­lübünün futalarının düzenli sesini hatırlıyorum. “Babam, annem, evimiz…” Saba’nın şiirini mırıldanmanın sırası! İstinye iskelesi koca bir yahnin altındaydı. Besteci Necip Celâl otururdu o yalıda. Piyano sesleri duyardık oralarda gezinir­ken. Mahallenin delikanlılarını toplardı, piyano çalardı onlara. 1930’lann ilk

Türkçe tangolarını belki herkesten önce dinledim orada: Mazi Kalbimde Bir Yaradır’lar, Sunalar…

Kasım’ın bilmem kaçı. Yıl 1972. Kendime gelmeliyim, bu ana dönmeliyim. Gerçek olan anlardır. Yaşadığımız, ya da yaşadığımızı sandığımız. Geceyle günün birleştiği şimdi. Hem gündüz, hem akşam bir arada. Hem karanlık hem aydınlık var ortada. Bir sigara içmek istiyorum, yok Kimseler de yok sağda solda. Varsın ‘ olmasın sigaram, bakarım ben de denize, İstinye sularına. Gemilerin ışıklan ya­nınca su üstünde çizgiler belirdi. Durgun îstinye sularında titreşen ışık çizgileri. Zaman akıp geçmiş 1929’dan bu yana… İlkokula birkaç ay sonra başlayacaktım. Yeni harfleri çok az sökmüştüm. Her şey çok güzeldi. Zaman çok ağır yürüyen bir taşıtta geçiyordu sanki. Her şey büyüktü. Kocamandı. Sonsuzdu. Ağırdı. Sanki hep öyle kalacaktım, küçücük İstinye sularına bakarken yarın diye bir şey, bir duygu yoktu içimde… O günlerde de, şimdi de…

Belleğime kızıyorum, niye hatırlayamıyorum Yahya Kemal’den bazı mısralar, niye? İstinye şiiri vardır, açıp okusam eve döner dönmez. İstinye, Kandilli, Kanlı­ca, Bebek, Sarıyer, sonra Beykoz, Yeniköy… “Aşkım Yeniköy sahih deryasını sar­dı” der bir şarkısında Yesari Asım. Yeniköy’de derya değildir Boğaz sulan. Ama öyle görmüş işte, sevince her şey daha başkadır, daha engindir, sonsuzdur, yüce­dir. Çıkmalı yola akşam karanlığında Yeniköy’e doğru yürümeli. Yarım saat, bir saat sonra Tarabya… Girersin bir kıyı gazinosuna iki tek atarsın kendi kendine. Kazırsın belleğine mısralar hatırlamak için “Hülya tepeler, hayal ağaçlar” diye mırıldanarak, bakıp karşı kıyılara.

İstinye suıarını bıraktım geride. Yeniköy’e doğru yürüyorum. Umuda, sevgiye, yarına, sonsuzluğa… Aldatıcı bir duygu da olsa bu, beni ilgilendirir beni aldatır yalnız. Sizi değil. Siz bir İstinye akşamında bir İstanbul insanının bir anlık izle­nimlerini duyduysanız, sevdiyseniz, kendinizi onun yerine koyduysanız, bir mut­lu anda bulduysanız kendinizi, yeter.

Düş Ekmeği’nden

…. Yağmur başladı birden. Bardaktan boşanırcasına. Kaçan kaçana. Gittim

muhallebicinin vitrini önünde durdum. Niye fötrümü almadım? Beyaz trençkotum kirlenmiş iyice. Saçlarım sırılsıklam oldu. Hep kasketli geçtiğim yollardan başımda fötr ile geçmek bir başka oluyor. Sanki değişiyorum. Beni tanımıyor gö­renler. Bir gün aklıma esti, Sirkeci’deki bir şapkacıdan aldım o koca şapkayı. Elimde tuttum bir süre, sonra bir yan sokağa girince giydim başıma. Kenarını öne eğdim. Filmlerdeki gangsterler de öyle yaparlardı. Birkaç yaş büyüttü beni bu fötr. Sonra ana yola çıktım. Kendimi görmek istedim bir vitrinde. Garip bir insan vardı karşımda. Hem ben, hem ben değil. Kimseler bakmıyordu bile. Bu çocuk az önce başı açık gezerken şimdi kahverengi bir fötr almış giymiş demiyordu. Bir suçluluk açmazı içindeydim. Sanki biri yanıma yaklaşıp “yasak öyle şapka giymek” diyecek. Lise bilinci sınıf öğrencileri kasket giyerler, şapka giyeni polis ya­kalar, diye. Annemden de sakladım şapkayı. Eve girer girmez dolaba sokuştur­dum. Yalnızken odamda, çıkarıp giyiyorum, aynaya bakıyorum, film çevirircesine bir oyun.

Koşa koşa gitmeli eve. Yağmur duracak gibi değil. Önce Kıztaşı. Oradan bizim sokak. Koştukça yağmur da hızlanıyor. Bir araba karşıma çıktı birden . Mahalle­den Tahir, atlarını süslemiş kurdelelerle. “Merhaba” diye bağırdı. “Merhaba” de­dim rüzgârda. Gül pencereden bakıyor. El salladı. Üç yıl önce bütün bu çevre bomboştu. Yazları yeşilliklerle kaplanırdı. Geceleri saklambaç, hırsız polis oynar­dık kızlarla, çocuklarla. En büyükleri bendim, birde Celâl. Gül, Gönül, Sabiha sı­rayla sevgililerimiz olurlardı. Biz de iki haydut. Yaz akşamlan o inişli çıkışlı yer­lerde saklanırdık. Ay ışığı vururdu üstümüze. Ortaokul öğrencileri aşk nedir bil­mezler. Ama parmaklar değer birbirine, yanaklar değer. Soluklar sıklaşır: Gül: “Eğil eğil, saklan geliyorlar” derdi. Sarılırdık. Eli dolaşırdı vücudumda. O zaman anlamazdım, aldım bizi arayan karşı çetedeydi. Celâl’le sevgilisi yanımızdan, ar­dımızdan baskın yaptı yapacak. Gül tombul bir kızdı. Benden iki yaş büyük. Tu­tardı elimi, göğsüne yaklaştırırdı, saçlarımız birbirine karışırdı. O yeşillikler kal­madı artık. Apartman yapıldı yerine. Gül’ler gittiler Adana’ya, Celâl öldü. Başka- lan geldi mahalleye. Savaş çıktı dünyada. Ben lise öğrencisi oldum. Yazılar yaz­dım, öykülerim basıldı gazetelerde. Kendimi çocukluktan sıyrılmış buldum…

Annem:

“Sırılsıklamsın, ” dedi, “Kenan geldi, seni aradı, yarınki sınav için çalışacaktık dedi, ah çocuk ah.” Radyoda bir şarkı var Fransızca. Hemen soyundum. Sedire uzandım. Annemin konuğu var alt odada. Sesleri geliyor. Mehlika hanım bu. “Na­sılsınız?” dedim.

Kaldığı yerden sürdürdü anlattıklarım. Daha önce dinledim mi? Milletvekili kocasının Atatürk’e gidişini anlatıyordu, konuşmasını taklit ederek. Külttü ikin­ci eşi. Oldum bittim milletvekiliydi. Doğuda bir yerde şıh! Mehlika hanım evden çıkamazmış. Memlekette iki karısı daha varmış. Ama Ankara’daki eşi yalnızca Mehlika!

“Bey bey bana baksana, ben senin karılarına benzemem.” dedim. “Burası An­kara, ben senin karınsam esiren değilim ha!”

Milletvekili şıh, çocuk gibi ağlarmış, genç eşini sırtına alırmış, yapmadığını bırakmazmış. O günlerin tanınmış kişileri gelirmiş Yenişehir’deki evlerine. Yine açmış o eski anılar yumağım, sar babam sar! Doğru muydu bütün bunlar? Bir mil­letvekili ile evliliği doğruydu, adamın Kürt olduğu, sonra ayrıldıkları. Adı anılır­dı yine o adamın, yine milletvekiliydi. Beş yıl evli kalmışlar, hem de medenî ni­kâhla Sonra ne olmuş ne bitmiş ayrılmışlar. Adam bir ev vermiş Mehlika hanı­ma, bütün evin eşyalarını bırakmış. Bir yıl kalmış Ankara’da, nesi var nesi yoksa bitirmiş, gelmiş İstanbul’a bir akrabasının evine.* Oradan da bizim sokağa…

Şarkılar söylerdi mahalle kızlarıyla. Bir yandan dikiş diker bir yandan bağırıp çağırırlardı. Kimi zaman karşıki başçavuşun evinde toplanırlardı. Başçavuşun kı­zı Saime benim yaşımda karagözlü, boylu poslu bir kızdı. Bakışır dururduk karşı karşıya. Mehlika hanım çapkın çapkın gülerdi. Bir kez “Saime seni beğeniyor” demişti annemden gizli. Duymazlığa geldim. Çevremin dışında olmak isterdim. Daha yaşlı, daha olgun. Mahalle aşkları, gelip geçici serüvenler aşağılatıcı şeyler­di. Ölümsüz şeyler özlüyordum. Kitaplarda, romanlarda okuduğum. Kendi dışım­da bir dünyayı seyredercesine yaşıyordum bu çevrede…

Sonra çıktım odama. Kitapları açtım. Biraz çalışmalı. İşte bir pazar daha bitti. Yaşamımdan bir gün. Havaya uçup giden saatler, boş, anlamsız. Ne zaman Hâle’yi görsem, arasam o gün güzellik kazanıyor. Bir süre tarih okudum, geçmişe daldım gittim. Sonra kapattım. Hâle’yi ne zaman göreceğim? Ne diyeceğim? “Seni sevi­yorum!” .. Sonra ne olacak? İlkokul günlerindeki gibi gülecek başını sallayıp. An­nem de bir şeylerden kuşkulanıyor. Bir bilse, şaşar kalır. Beni hep o küçük oğlu olarak görür. Bir genç kızı sevmem, istemem, özlemem, olmayacak şeydir. Zil çal­dı. Komşulardan iki hanım gelmiş. Sesleri yükseldi, anılar başladı, bir ondan bir berikinden. Sigara dumanları arasında eski anılar. Şubat gecesini geçirmenin en güzel yolu. Dersleri bıraktım. Bir roman açtım: “Adsız Köşk.” Seurel, Meaulne ve Yvonne de Gallais. Yaşamımca arayacağım, bulamayacağım o uzun boylu, sarışın, bu dünyaya yakışmayan genç kız!… (Düş Ekmeği, s. 31)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

 

Oktay Akbal kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: İstanbul’da doğdu (20 Nisan 1923). Ortaöğrenimini çeşitli Fransız okul­larında ve İstiklâl Lisesi’nde tamamladı (1942). Bir süre İstanbul Üniversite­si Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde okudu. Yükseköğrenimini yarım bıraka­rak kendini yazın dünyasına verdi. Bir yıl Servet-i Fünun / Uyanış dergisinde sekreterlik yaptı. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda gö­rev aldı (1947-51). Vatan Gazetesi’nde sanat, edebiyat, kitap tanıtma yazıla­rı yayımladı (1951-56). Vatan’da, Barış’ta (1972), Cumhuriyet’te (1972- 1991), Milliyet’te (1992) köşe yazarlığı yaptı. Yetiştiği yıllar ilk öykülerini Servet-i Fünun / Uyanış, Büyük Doğu, Fikir ve Sanat Dünyası, Sanat ve Ede­biyat (1943-1947) dergi ve gazetelerinde yayımladı.

Oktay Akbal’ın ilk kitabı Önce Ekmekler Bozuldu’da yer alan öyküler ilk gençlik yıllarının ürünleridir. Bu öykülerde tekniği ile birlikte kendini de arar görünür Oktay Akbal. Çocukluğun simgelediği geçmişte, savaşın sim­gelediği yaşanmakta olanda, düşlerin simgelediği gelecekte…

Bu üçlü birliktelik içinde, kimi sözcüklerin sık kullanılmasına karşın, lirik öğelerle donanmış olan, anlatım gücünün etki alanına gireriz. İlk kitap evre­sinde bile kendine özgü biçimi ile denge ve uyum özellikleri göze çarpar Ok­tay Akbal tümcesinin. Bu özellikler 50’li yıllarda yayımladığı öykülerde daha da belirginleşmiş olarak çıkar karşımıza. Olgunluk dönemine başlangıç olarak sayabileceğimiz bu yılların öykülerinde kendi yaşamından kaynaklanan izle­nim birikimlerinin yanı sıra kendisinden başkalarının serüvenlerine bağlı ko­nuları işleme eğilimleri duyar. Ester ile Roza, Kızkıran Haydar (Bizans Defi­nesi); Karanlık Benim Ülkemdir, Dünya Cümbüşü (Bulutun Rengi)…

Bu dönemin yapıtlarından Berber Aynası’nı (1958) oluşturan on öykü ise Behçet Necatigil’in nitelemesiyle, çocukluk, “gençlik yıllarının ve şimdi’nin tekil birinci ya da üçüncü şahıs anlatımıyla tesbiti”dir. Belki bu nedenle, özel­likle daha öncekileri çağrıştıran yinelemelerle karşılaşırız bu öykülerde.

Hayatın anlamsız boşluğunu berber aynalarında duyardım. (Ber­ber Aynası, sf. 8).

Gene ben o yalnız anlaşılmadık insanım. Boşuna harcanan günle­rin tümüne sahip. Yaşamadan yaşayan… (sf. 11)

Zaten yaşamak kendini aldatmaktan ibaret değil miydi, (sf. 23) Hayatın elde kalan tek neni yoktu. Anılar bile kalmıyordu. Onlar da kişiyle birlikte değişiyordu, (sf. 62)

Tedirginlik sıkıntı, çıkışsızlık düzeyine ulaşma aşamasında tutunmaya çalışan insana bizi de alıştırır Oktay Akbal. Kendisince düşünsel bir ortam yaratmayı başarmıştır çünkü. Fahir Onger’in çok iyi saptadığı gibi “kendi duyum ve algılarını incelemekle doğru ve gerçek olanı bulabileceği kanısın­dadır.” (Türk Dili dergisi, 1 Mayıs 1972, sf. 241).

Ne var ki, hemen her evresinde yaratılarda ağır basan bu özellik, kaçı­nılmaz yinelemeleri de beraberinde getirerek tekdüzelik nedeni olur.

Yalnızlık Bana Yasak’ta yer alan on beş öykünün kişileri sürekli olarak ya radyo dinlerler, ya da plak koyarlar “pikap”larına…

Şarkı bile “C’est la vie” diyor (sf. 59), Jane Avril’in şarkıları vardı (sf. 66). Yvette Guilbert’in o şarkısındaki gibi. (sf. 70) Sonra başlar­sın bir Napoliten’e… La Donna, Nostre Arjento… (sf. 73) El radyo­sunda bir şarkı: El Monda (sf. 74), Pikapta Gershwin’in Rapsodin Blue’su (sf. 103)…

1960’lı yılların başka bir yapıtını, Tarzan Öldü’yü oluşturan öykülerdey­se, belki, başkalarına ilişkin konular da işlediği için bu türden yinelemelere rastlanmaz pek. Aksine Hayri Bey (Hayri Beyli Üsküdar), Meliha Öğretmen (Fallardaki Erkek) gibi tipleşme aşamasındaki kişiler yeni duyarlıklarla etki­ler okuru. “Akşam Kuşları” gibi şiir öğeleriyle donanmış parçalarda düşün, duyarlık, evrensel ve kişisel olanla birlikte geliştiğinden şiir tadı duyarız.

Oktay Akbal’ın ilk romanı Garipler Sokağı değişmeye başlayan İstan­bul’un “elleriyle çalışan insanları”na (sf. 10) bir yaklaşma denemesidir, ikin­ci Dünya Savaşı yıllarında varlıklı bir ailenin oğlu (Salih) bulunduğu çevre­den sıkılarak Fatih yöresindeki arka sokakta yaşadığı süre içinde insanları bulundukları toplumsal konum içinde algılamaya çalışır. Aslında savaşın, de­ğişik yönlerden çıkmazlara sürüklediği emekçi halkın durumuna, görünmez direncine, yaşama sarılışına, özlemlerine yönelik açıklamalar aramaktır ama­cı. Bir ara kendisinin de, o insanlardan biri gibi yaşayabileceğini düşünmesi­ne karşın, daha sonra sınıfsal konumunun yarattığı kişiliğin bilincine vararak eski yaşamına döner. Zaten değişmekte olan İstanbul’un buldozerleri bu so­kağın da üstünden geçmiş, orada yaşayan halkı kentin dışına itmiştir.

Yayımlandığı yıllar yasak bir aşkın romanı olarak tanıtılan Suçumuz İn­san Olmak’ta okumuş orta tabakadan kişilerin evlilik çarkına bağlı sıkın­tıları, anlaşmazlıkları, yaşamlarını değiştirme düşleri işlenir. Bir evli kadın­la (Nedret), erkeğin (Nuri) ilişkileriyle birlikte yakın çevrelerindekileri ser­gilediği romanında da -kimi öykülerinde olduğu gibi- kişilerini iç diyalog­larla vermeye çalışır Oktay Akbal. Aslında yıpranmış bir konuda durum saptaması yapmaktır istediği. Bu nedenle Nedret’le Nuri alışılmış yaşamsal öğelerden yoksun görünürler.

Öykülerinin özelliklerini taşıdığı belirtilen İnsan Bir Ormandır’daki kendi geçmişiyle hesaplaşan kişi de alışılmış edim ve davranışların adamı değidir.

Oktay Akbal, öykü ve romanlarında dünü, bugünü ile kendini kanıtla­maya çalışan bireyin tanıklığını yapmıştır. Belki de savunmasını…

Oktay Akbal Yapıtları

KAYNAKLAR:

Attilâ Ilhan, Kaynak (Haziran 1955); Muzaffer Uyguner, Mülkiye (Mart 1955); Ihsan Akay, Varlık (15 Mart 1960); Hikmet Dizdaroğ- lu, Varlık (15 Kasım 1964); Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Ro­man, 3. cilt (1965); Mehmet Şeyda, Edebiyat Dostlan (1970); Adnan Binyazar, Türk Dili (Ocak 1970); Atilla Özkırımlı, Papirüs (Şubat 1970); Adnan Binya­zar, Türk Dili (Temmuz 1972); Fahir Onger, Türk Dili (Nisan, Mayıs 1972); Atilla Özkırımlı, Türk Dili (Mayıs 1975); Behzat Ay, Varlık (Mart 1976); Beh­çet Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, 2. bas. (1979); Asım Bezirci-Re- fika Taner, Seçme Hikâyeler (1981); Fahir Onger, Gösteri (Aralık 1981); Demir Özlü, Adam Sanat (Mart 1998)

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

Oktay Akbal kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: 1923 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. ilk gerçekçi romancılarımız­dan Ebubekir Hazım Tepeyran’ın torunudur. Ortaöğrenimini çeşitli Fransız okullarında ve İstiklal Lisesi’nde ta­mamladı (1942). Bir dönem İstanbul Hu­kuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültele­rine devam etti, fakat yüksek öğretimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. Serveti Fünun Uyanış dergisinde bir yıl sekreterlik yaptı, 1947-1951 yılları ara­sında Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı. Fakat yaşamını asıl an­lamda gazetecilik yaparak kazandı. 1939-1940 yıllarında Yeni Sabah ve İkdam ga­zetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlandı. Vakit gazetesinde eleştiriler ve tanıtma yazılan yazdı. (1944- 1 946).

Büyük Doğu dergisinde her hafta “Dünya Fikir Sanat Hareketleri” sütununu yazdı, kendisinin belirttiğine göre J. P. Sartre ile Existentialisme’den ilk kez burada söz açtı. 195 1 – 1956 yılları arasında Vatan ga­zetesinde, düzeltmen, sekreter ve yazı iş­leri müdürü olarak çalıştı. 1956’da “köşe yazarlığı”na başladı. 1969 yılından 1991 yılına kadar Cumhuriyet gazetesinde ça­lıştı. Halen Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığını sürdürmektedir.

Oktay Akbal, yazmaya çok erken, daha ilko­kul sıralarında başladığını, ilk öyküsünün “Chez nous il ya un lion” (Bizim Evde Bir Aslan Var) olduğunu söylemektedir. ilko­kul dördüncü sınıf ta seyrettiği bir film­den etkilenerek Tüccar Horrı ya da Binbir Tehlike Adası ismiyle bir roman deneme­si yazmıştır. İlk imzalı yazısı edebiyat öğretmeni Zahir Güvemli tarafından resim­lenerek İkdam gazetesinde yayımlanan “Ana Katili” isimli öyküdür. Fakat, daha önce Tahsin Demiray’ın çıkardığı Ateş, İskender Fikret Sertelli’nin çıkardığı Ço­cuk Duygusu gibi çocuk dergilerinde de yazıları basılmıştır. O dönemde durma­dan yazan Oktay Akbal daha çok serüven ve aşk öyküleri yazmıştır. Oktay Akbal ‘ın asıl manada öyküye yönelmesi Sait Faik’in Semaver isimli kitabını okumasından sonra başla­mıştır.

Kendi yaşam tecrübelerinden, çocuk­luk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da gözardı etmeyen öyküler yazmaya başlamıştır. Yazın çevrelerinde geniş ve olumlu yankı yapan ilk kitabı­nı 1946’da çıkarmıştır: Önce Ekmekler Bozuldu. Onu Aşksız İnsanlar (1949) iz­lemiştir. Salt çocuklar için yazmamakla birlikte akıcı ve sürükleyici Türkçesi ne­deniyle Oktay Akbal ‘ın romanlarını, öykü, anı ve gezi kitaplarını gençler rahatlıkla okuya­bilirler. Yazarın aşağıya aldıklarımızdan başka öykü, roman, deneme, araştırma, köşe yazılarından oluşan çok sayıda kita­bı vardır.

Gençlerin okuyabilecekleri kitapla­rı:

Öykü kitapları: Önce Ekmekler Bo­zuldu (1946), Bizans Definesi (1953), Bulutun Rengi (1954), Berber Aynası (1958), Tarzan Öldü (1967), ilkyaz Devri­mi (1977), İki Çocuk (1979), Karşı Kıyılar (1979), Hey Vapurlar Trenler (1981), Lu­napark (1983).

Roman: Garipler Sokağı (1950), Suçu­muz İnsan Olmak (1957), Yeşil Ev (1990).

Anı: Şair Dostlarım (1964), Anı Değil Yaşam (1985).

Gezi: Hiroşima’lar Olmasın (1976).

Kaynak: Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. Cilt, Hasan Latif SARIYÜCE, Nar yayınları, 2012

Oktay Akbal kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1923) Türk yazar, gazeteci. Öykü, roman, denemeleriyle tanınmıştır. İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini. 1942’de İs­tiklâl Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Edebiyat Fakültelerinde okudu, ancak bitirmedi. 1947’de Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’na girdi. 1951’de Vatan gazetesinde başladığı eleştiri ve kitap tanıtma yazılarını, aynı gazetedeki fıkraları izledi. 1969’da Cumhuriyet gazetesinde gün­lük yazılar yazmaya başladı. 1982’de yazdığı bir yazı yüzünden 1983’te üç ay hapse mahkûm edildi. Suçu­muz insan Olmak ile 1958 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü Berber Aynası adlı kitabıyla 1959 Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazanmıştır.

Lise öğrencisi iken yazmaya başladığı öyküleri, 1937-1941 yılları arasında Ateş, Çocuk Duygusu, Servet-i Fünun gibi dergilerde yayımlandı. Daha sonraları öykü, deneme ve romanları Varlık, Türk Dili, Yemlik, Yeni Edebiyat gibi dergilerde yer aldı. *İlk öykü kitabı Önce Ekmekler Bozuldu 1946’da yayımlandı. Savaş yıllarının ezik, tedirgin kent insanı­nın konu edildiği bu öykülerde, kendi yaşam öyküsünden izler, güçlü bir sevgi birikimi, hüzünlü bir duyarlık egemendir. 1967’de yayımlanan Yalnızlık Bana Yasak’ta yalnızlık korkusu, geçmişe özlem ve sevgi gibi konuları, olay örgüsü ve diyaloga fazla yer vermeden, ağır tempolu ve kısa tümcelerle öyküleştirmiştir. Son yıllarda “öykücük” adını verdiği anı-öykü-söyleşi karışımı bir tür denemektedir.

Oktay Akbal Yapıtları: (başlıca)

Öykü:

Roman:

Deneme-Söyleşi-Anı:

Çağdaş Dünya Edebiyatçıları Sözlüğü, 1967.

Günlük:

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 3. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler