NEFS
NEFS
Anlam bakımından
oldukça geniş kapsamlı bir kelime olan nefs, her türlü zahiri ve batını,
dünyaya ve ahiret’e bakan duyuları, manevî ve aklî melekeleri ve maddî ihtiyaç,
arzu ve hevesleri, ruhu, canı, hayatı ve zevkleriyle kişinin kendisi demektir.
Nefs’ kelimesi
Kur’an’da geçtiği yerlere göre, can (Enam, 93), kişinin batını-iç dünyası
(Bakara, 235) ve bizzat kendisi anlamlarında kullanılır. Aynı kökten türeyen
‘mü-nafese’ kelimesi, başkasına zarar vermeden faziletlerle donanmak için
yapılan iç mücadele ve bu maksatla girişilen yanş (Mutaf-fifin, 26), ‘nefes’
ise kişinin soluduğu hava ve bir başka manasıyla ferah, canlılık ve sevinç
getiren ve kişiyi gamdan kurtaran esinti demektir.
Aynı kökten türeyen
‘nifas’, kadının çocuk doğurması için kullanılır. Çocuk doğuran kadına
‘nüfesa’, çoğul şekliyle ‘nüffas’,doğan çocuğa da ‘menfûs’ denilir. Irmağın ‘teneffüs’
etmesi, genişlemesi, sabahın ‘teneffüs’ etmesi ise gece karanlığının sıyrılıp,
sabah vaktinin girmeye başlaması demektir. ‘Ne-fi-se’, fiil olarak çocuk
doğurmak ve ‘bi’ edatıyla kullanıldığında ‘tutulup kalmak, kapılmak’ anlamına
gelir; Türkçcde de kullanılan Tcendisine tutunulan, meftun olunan, çok hoş’
anlamındaki ‘nefis’ sözcüğü ise, aynı fiilin türevlerindendir.
Belli konuda yazılmış
bütün bir anlam ifade eden bir yazı düşünecek olursak, bu yazının asıl varlığı
taşıdığı anlam ve içeriktir. Bu anlam ve içerik, yazıya dökülmediği, yani
cümleler ve kelimeler halinde ifade edilmediği zaman da insan zihninde soyut
bir anlam olarak yine vardır; fakat dışta görünmesi, başkaları tarafından da
tanınması için beş duyuya hitab eden bir cisme sahip olması gerekir. Bu anlam
kendini, harflere ve harflerden oluşan kelimelere bürünerek gösterir. Mesela,
kalem zihnimizde varlığı olan dıştaki bir nesnenin adıdır; güzel ve çirkin
zihnimizde birer kavramdır ve onu nesnelere uygularız. Bu şekilde, dışta olan ve
zihnimizde kendilerine ad ve nitelik verdiğimiz kavramlar olduğu gibi, dışta
hiçbir varlığı olmayan ve muhayyilemizde şekillendirdiğimiz şeyler de vardır.
Hayal, kurgu, mevcud veya mevcud olmayan bir konu hakkındaki düşüncelerimiz
önce zihnimizde birer ‘anlam’ olarak vardırlar, işte bunlar, dışta nesneler
veya kelimeler halinde görünen ‘var’Iann asıl vücudlandır; dışa şekil veya
sözcükler halinde vurulmasalar da, yine vardırlar. Sonra, bunlara bir suret,
bir ‘form’ giydirir, yani tasavvur ederiz; bu tasavvurumuz sonunda cisim dış
dünyada kendini gösterir.
Kâinat’taki her
varlığı bu örneğe uygulayabilİriz. Önce, kâinatın lamamı, çok çeşitli
varlıklardan oluşan bütün bir varlığa sahiptir ve kâinat sanki büyük bir
hayvan, yani büyük bir canlı gibidir. Onun da külli (tümel) bir ruhu vardır ve
bu ruh form ve cisim giyerek tezahür etmekte, yani dışta kendini çeşitli
şekillerle göstermektedir. Kâinat’i oluşturan her bir varlık da aynı şekilde
bir ruh, bir biçim (form-suret) ve aynı zamanda kendine has bir şekle sahiptir.
İşte nefs, tek tek her bireyin kendine has ruhu, sıfatlan, formu ve.cismiyle
kendisidir.
İnsan zihninin ürünü
olan ve asıl varlığını taşığıdı ‘anlam’ın oluşturduğu her bir kelime form ve
cisim giyerek, yani harflerle dışta göründüğünde belki bağımsız bir kimliğe
sahiptir ama, öncelikle varlığını insana borçludur, ikinci olarak, anlamı
çekildiğinde yok olup gitmeye mahkumdur; üçüncü olarak gerçek fonksiyonunu
ifade edebilmesi için yazının bütünlüğü içinde yer almak ve yerini
terketmemek zorundadır. Fakat, kendini ‘harfe büründüren’ manasını görmez veya
kendinden bilir, yani anlamın kendine ait şekil verdiği harflerin mevcudiyetini
anlama bağlayacağına, mananın mevcudiyetini harflere bağlar ve harfleri, yani
cismiyle ‘ben’ sevdasına kapılırsa, o zaman ortada tek bir varlık olarak kalakalır.
Nasıl bir kelime dışla
görünmek ve tanınmak için, dış dünyada varlığını sürdürebilmek için bir biçim
ve cisme muhtaçsa, aynı şekilde insan da dünya hayatını sürdürebilmesi için
bir biçim ve cisme muhtaçtır. Asıl varlığını anlamının, yani ruhun oluşturduğu
bu şekil ve cismin bir takam ihtiyaçları, duygulan ve bun lan tatmin için de
bir takım zevkleri vardır. Sözgelimi, insan yaşayabilmek için yemek, İçmek ve
barınmak zorun-
dadır; varlığında bu
zorunlu!uklan karşılamak için acıkma, susama, üşüme, yanma, sevme ve korkma
gibi duyu ve duygular ve bunlara cevap vermek için de birtakım organlar ve dış
çevrede besinler bulunmaktadır. Aynca, bu besinleri sağlaması ve dünya hayaünı
yaşayabilmesi için insana gerekli yetenekler ve sanatlar verilmiştir.
Yaratılış ağacının
mevyesi olan ve kendisine ‘zübde-i alem’ (kâinat’ın özü) denilen insanda
bitkisel ve hayvansal hayat ve Özellikler vardır. Kişinin bedenî faaliyetleri,
özellikle solunum faaliyeti, onun bitkisel yanını oluştururken, ruhun-kalbin
emrindeki aklın yönlendiriciliğinde gerçek insanî görev ve fonksiyonuna göre
çalıştırıldığı zaman, insan için birer hizmetkar olan sıfatlar, tamamen dünya
hayatına dönük başıboş bırakıldığında, sahibini yiyen, içen, çiftle-şen, cahil,
cimri, muhteris, kibirli, kıskanç, haset, kindar bir yaratık haline getirir. Devamlı
şehvet ve gazap kuvvetinin etkisiyle hareket eden böyle bir insana veya insanı
bu yöne çeken kuvvetlere ‘nefs-i emmare-kö-tülüğü emredip duran nefis’ denir
ki, insanın insanlığı bu nefisle, daha doğru bir deyişle, kişiliğinin bu
yönüyle mücadele etmesinde yatar.
Dinin emrettiği ve
yalnızca Allah için yapılan ibadetler, bilhassa gerekli ihlas ve ilimle
donandığmda sahip oldukları ‘hik-met’le nefs-i emmareyi eğitmede en önemli rolü
oynar. Namaz, oruç, sabır, şükür, tevazu, tefekkür, zikir, Kur’an okuma,
Rasulul-lah’a salat ve selam getirme hep bu eğitimin vasıtalandır; bunlar,
özellikle kamil (olgun) bir yol göstericinin önderliğinde ve belli bir disiplin
altında yapılırlarsa çok daha etkili olurlar ve gerçek fonksiyonlarını icra
edebilirler. Bu terbiye yolunda kişi bir zaman gelir, yaptığı kötülüklerden
pişmanlık duymaya, güzel ve salih amellerini arttırmaya ve hakkı hak olarak
kabul etmeye başlar; zaman zaman kötülüklerde bulunsa ve günahlara dalsa da,
yaptıklarından dolayı kendisini lanar. Adına T-evvame’ denilen bu nefis veya
bu dereceye gelmiş olan insanda heves, zaman zaman şaşkınlık ve yolda
yalpalama, bir yandan dua, öte yandan riya (gösteriş) ve baş olma ve bazı
şehvetlere yenilme gibi huylar yine de mevcuttur.
însan hayatı bir takım
iç ve dış kötülüklere karşı mücadeleyle geçer. Bu mücadelede kaydettiği her
başarı, kâmil insan olma yolunda atılmış bir adımdan ibarettir, tnsan, nefsini
bir takım zorluklarla deneyerek, arzu ve şehvetlerine belli ölçülerde gem vurarak
ve sürekli zikir ve tefekkürde bulunup ibadetlerini arttırarak, sahip olduğu
hayvanı sıfatlarıyla devamlı mücahede ederek, yersiz öfkesini, haset ve kin
gibi sevimsiz duygularını kontrol altına alarak insanlık yolunda sürekli
tekamül eder. Kâinat’ta olduğu gibi, kendi hayatında da Allah’ın bizzat
faaliyet ve yönlendirmesine şahid olur, kötülükleri derece derece bırakıp,
ilahi esintilerin alıcısı olan kalbinin yol göstericiliğine girer ki, insanın
bu haline ‘nefs-i muinime’ adı verilir; yani bu ilahi rahmet ve yol
göstericilik esintilerini almaya başlayan, daha teknik bir deyişle ‘ilham’a
mazhar olan nefstir.
Ruhî-kalbî ilhamlarla
dolan ve gerçek mutluluk ve doygunluğu Allah’ı anmada bulan, O’nu her an hazır
ve nazır olarak hissedip hareketlerini kontrol ettiğinin şuurunda olan ve
cömertlik, sabır, tevekkül, hı-lim, doğruluk, tevazu, güleryüzlülük, şükür,
kalb huzuru, tatlı dil ve bağışlayıcılık kazanmış kişi ‘nefs-i mutmainne-tatmin
ol-
muş nefis’ sahibi
kişidir. İnsanın manevi tekamülü her türlü kötü ahlâktan temizleninceye, bütün
kötü sıfatlardan kurtuluncaya, şehvet, gazap ve akıl kuvvetlerini iffet, hilim
ve hikmet noktalarına çekip, bu noktalarda sabit hale getirinceye, kısaca
‘kâmil’ insan oluncaya kadar devam eder. Tekâmül merdivenindeki her basamağın
kendine ait tehlikeleri ve düşüşe sebep olabilecek engelleri vardır; riya, gurur,
kibir ve benlik gibi. Mesela, Kur’an’da iman eden ve imanlarına zulüm
karıştırmayanların emniyette ve hidayet üzere olduklarından söz edilir (Enam,
82). Zulüm, en hafifinden en ağırına, en önemsiz görüneninden en önemlisine
kadar bir şeyi yerinde yapmamak demektir. Her türüyle zulüm, imanda kötü bir iz
bırakan ve imanın etkisini sarsan şeydir. Nefsin imanla doygun hale gelmesi ve
imanın her türlü kötü tesirden, günah ve isyandan ve aynı zamanda azaptan
sahibini güven altına alması, kendisine zulüm kanşmamasındadjr. Nefsin tekâmül
mertebelerine göre, zulmün de dereceleri vardır. Sözgelimi, ilk mertebede bir
iman İçin anne-babaya isyan, yetim malı yemek, haksız yere cana kıymak, zina,
kumar ve içki içmek gibi haramlar imana zulüm karıştırmak olur. Bir diğer
mertebede mekruhlar imana karışan zulüm olduğu gibi, daha üs-lün bir mertebede
müslehabların terki ve hatta bütün mubahları şüphelilerden kaçınmadan işlemek
de imandaki emniyeti bozan birer zulüm olur. Bu bakımdan, nefsin tekâmül
mertebeleri farklı farklı olup, mutmainne nefsten sonra, nefs-i zekiyye,
nefs-i ra-zıye ve nefs-i marzıyye adlarıyla anılan mertebeler vardır. Son
mertebesiyle ‘natıka’ adını alan nefs, tamamen Allah’ın koruması altında olup,
bir bakıma Kâinal’la bütünleşen, yürüyen-konuşan Kur’an halini almış ve adeia
“Allah kendisinin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı… olmuş”
bulunan in-san-i kâmildir.
Modern Batı psikanaliz
ve psikolojisi özellikle Frcudizm’in etkisiyle insanı temcide kötü bir
yaratık, genel toplumsal ahlakî değerlerin etkisiyle bastırılmış hay vanî
güdülerin tutsağı ve bu güdülerle toplum ahlâkının çatışma alanı olarak
değerlendirmekte ve onun problemlerini sadece tatmin edilmemiş hayvanı
arzularda görmektedir. Oysa insan, dünya hayatını yaşaması için kendisine
verilmiş ihtiyaçlar, arzular, bir takım dünyevî emeller ve haset, kin, düşmanlık,
öfke gibi temelde ulvî ve mükerrem olan fıtratının yönlendiriciliğinde kanalize
edilmesi gereken duygulardan müteşekkil ‘nefs1 ve bedenden oluşmuş bir varlık
değildir. Fıtratının, bir başka deyişle ‘din’in yol göstericiliğinde istihdam
edilen ‘nefs’, sonunda yukarda açıklandığı gibi varlıklar hiyerarşisinin en
üstüne yükselebilecek yetenekte; ama buna karşılık, kendisini fani bir beden
ve dünyevî ihtiyaç ve emellerden müteşekkil gördüğünde ise ‘hep kötülüğü
emreden bir nefs’, yani işi tahrip ve fesad olan en zararlı bir yaratık da
olabilmektedir.
Ali ÜNAL