Kimdir

Montaigne kimdir? Hayatı ve eserleri

Montaigne kimdir? Hayatı ve eserleri: Montaigne  Denemeler  adlı  ünlü  eserinde  Antik  Yunan  kuşkucularının  bilginin  imkânsızlığıyla, duyu algısının göreliliğiyle, aklın göreliliği aşıp mutlak hakikate erişebilmesinin olanaksızlığıyla, özne ve  nesnedeki  sabit  ve  sürekli  değişmeyle,  değer  yargılarının  göreliliğiyle  ilgili  hemen  tüm argümanlarını  yeni  baştan  ortaya  koydu;  buradan  hareketle  insanın  hayvan  karşısında  tasladığı üstünlüğün beyhude ve temelsiz olduğu sonucuna vardı. O, bununla da kalmayıp, kendisini olabilecek yegâne kesinliği temin ettiğine inandığı ilahi vahye teslim etti.

Montaigne  bir  yandan  da  Rönesans  ruhuna  bütünüyle  uygun  olarak  “doğa”  düşüncesi  ya  da kavrayışına olağanüstü özel bir önem atfetti. Doğa, onun gözünde tüm insanlara temelde değişmez olan belirli  bir  karakter  verir.  Bu  yüzden  ahlaki  eğitimin,  doğanın  bu  armağanının  özgünlüğünü  ve kendiselliğini  uyandıracak  ve  koruyacak  şekilde  olması  gerekir.  Bu  karakteri,  Skolastisizmin yöntemleriyle belli bir kalıba sokmaya çalışmanın sadece boşuna değil, zararlı da olduğunu öne süren Montaigne bununla birlikte,  ihtilalci biri değildi. Tam  tersine, bir ülkenin sosyal ve politik yapısında cisimleşmiş hayat tarzının kişinin tabi olması gereken bir doğa yasasını temsil ettiği inancındaydı. Ona göre, aynı durum dinin kendisi  için de geçerliydi. Gerçekten de Montaigne, şu ya da bu dinin  teorik temellerinin rasyonel olarak temellendirilemeyeceği inancındaydı. Ahlaki bilinç ile doğaya itaatin dinin özünü  meydana  getirdiğine  inanarak,  Pironcu  kuşkuculuğu  bu  temel  inançlarını  desteklemek  için kullandı.  Onun  açısından  kişinin  bilgisizlik  bilinci,  geleneksel  sosyal,  politik  ve  dini  form  ya  da yapılara bağlanmasının en temel nedenini oluşturuyordu. Montaigne bir entelektüel olarak kendisini, düşüncesini ve hayatını ifade edecek katı birtakım fikir kalıplarına  hapsetmesinin  imkânsız  olduğunu  görmüştü.  Mutlu  bir  hayat  sürme  arzusunun,  makul birtakım  itirazların  haklı  olarak  yöneltilebileceği  birtakım  öğretilere  bağlandığı  takdirde gerçekleşmeyeceğinden  emindi.  Birçok  problemin  açık  ve  net  çözümleri  olmadığı  kanaatiyle, kendisinden  önceki  tüm  filozofları meşgul  etmiş  olan  konuda,  şeylerin  gerçek  doğasının  ne  olduğu konusunda septiklerin “hiçbir görüşün diğerinden daha doğru olamayacağı” iddiasını benimsedi. Fakat bu  septik  tutum,  onun  gözünde  sağduyunun  gerçek  veya  doğru  olduğunu  söylediği  şeylerin reddedilmesini gerektirmiyordu. İşte bu anlamda ve antik kuşkucuların görünüşleri kendilerine rehber edinmeleri anlamında, Montaigne Septisizmde, kuşkuyu en sonunda yapay ve gereksiz hale getirecek özgürleştirici bir güç buldu. Kuşku, onun gözünde, nihai hiçbir hakikate bağlanmamaktan, kesin hiçbir doğrunun olduğuna  inanmamaktan ama doğruyu her  şeye rağmen aramaya çalışmaktan başka bir şey değildi; Montaigne  insanın  ihtiyaç duyduğu  ruh dinginliğine  ancak böyle bir  tutumla varılabileceğini düşündü.  Söz  konusu  ruh  dinginliğini  bozabilecek  olan  yegâne  şey,  gündelik  deneyimlerin  ötesine geçerek şeylerin asli doğalarına nüfuz etme çabası içine girmekti. Şeylerin gerçek doğasıyla ilgili nihai hakikatlere  erişme  çabasının  ve  değişmez  birtakım  mutlak  hakikatlerin  var  olduğuna  inanma tutumunun sonucu ise ona göre fanatizm ve dogmatizm olmak durumundaydı.

Montaigne  söz  konusu  dar  görüşlülük  ve  fanatizmin  neye mal  olduğuna  yakından  tanık  olmuş biriydi. Yaşadığı süre  içinde pek çok savaş ve mezhep çatışması görmüştü. İnsanın huzursuzluğunun, zihninin bir  türlü barışa erememesinin, zaman içinde  toplumsal kargaşalara yol açmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Hemen hemen her şeyin baştan aşağı değişmekte olduğu bir çağda bu  türden karışıklık  ve  çatışmaların,  ancak  yapıcı  bir  Septisizmle  önlenebileceğine  kanaat  getirdi.  Ona  göre, insanlar baş edilebilir ve bir çözüme kavuşturulabilir konulara ve hayata geçirilebilir amaçlara ancak yapıcı  ve  hakiki  bir  Septisizm  ruhuyla  yöneltilebilirlerdi.  Montaigne  bu  yüzden  insanlara  yaşama felsefelerini,  evrenle,  çözümü  olmayan muammalarla  ve  kişisel  kaderlerinin  bilinemez  gizemleriyle boğuşarak  değil  de  ellerinin  altındaki,  çözüme  kavuşturulabilecekleri  somut meseleler üzerinde  kafa yorarak inşa etmeleri tavsiyesinde bulundu.

Söz konusu yaşama felsefesini inşa sürecinde  işe başlanacak yer insanın kendi kişisel deneyimleri olmak  durumundaydı. Gerçekten de her  insanın  “kendisinde  bütün bir  insanlık  durumunu  taşıdığını” bildiren Montaigne kendisi için yararlı olduğu ortaya çıkan şeyin başkalarının da işine yarayacağından emindi; bu yüzden teknik ve skolastik bir jargonu tamamen reddederek, insanın en doğal ve en normal eylemlerinin açıklıkla ortaya konabileceği bir  ifade  formu bulmaya yöneldi. Montaigne  en bildik, en sıradan  yapıp  etmelerini,  Aristoteles’in  sayfalarında  geçtiği  zaman  tanıyamadığından  yakınıyordu. İhtiyaç  duyulan  şeyin  doğayı  sunileştirmekten  ziyade  sanatı  doğallaştırmak  olduğuna  inanan Montaigne, gerçek bir yaşama sanatının kuruluşunun ancak insan olmanın ne anlama geldiğinin farkına varılmasıyla  başladığını  söyledi.  Ona  göre  bütün  beşeri  hastalıklar  içinde  en  ağır  hastalık,  insanın kendisini hakir görmesinden veya küçümsemesinden kaynaklanan hastalıktı. Gerçekten de hiçbir şeyin insan  doğasını  insanın  kendisini  olduğundan  daha  yüksek  görmesinden  daha  fazla  tahrif  etmediğini düşünen Montaigne,  insanın  böyle  bir  tutum  içine  girdiği  zaman  ulvi  fikirlerle  aralarında  büyük  bir uyumsuzluk ortaya çıktığını ve insanların kendilerini meleklere dönüştürmek yerine vahşi birer hayvan haline geldiklerini söyledi.

Bu  açıdan bakıldığında, kuşkuculuğun Montaigne  için ne bir zihin  hali  olarak  kötümserlik ne de belli  bir  davranış  kuralı  olmadığını  söylemek  gerekir.  Tam  tersine  o,  kuşkuculukta  insan  hayatının bütün yönlerini olumlamanın bir yolunu veya kaynağını bulmuşa benzer. Buna göre, Montaigne teknik veya  bilimsel  aklın  gücüne  getirilecek  ciddi  sınırlamalar  bulunduğunu  düşünmesine  karşın,  yargı gücünü veya yargılama kapasitesini yüceltti. Olabilecek en derin anlam içinde bir insan varlığı olmak, bilinçli deneyimlere, yani bir kişinin alternatifleri tam bir bilinçle ölçüp biçtiği ve davranışını bir yargı edimiyle kontrol ettiği deneyimlere sahip olmak anlamına gelir. Monteigne’in gözünde yargı, aklın tam tersine, bir insanın duygulanımlar ve tutkular da dahil olmak üzere, tüm yetilerinin daha tam ifadesine izin  verir.  Bulduğu  şekilde  temel  hayat  koşullarını  aynı  şekilde  kabul  etmek  ancak  iyi  ve  sağlıklı işleyen yargıyla mümkün olabilir.

Montaigne  bu  yüzden,  dünyanın  görünme  biçimleriyle  duyguların  deneyimlerini,  antik kuşkucuların  yaptığı  gibi,  kendisine  rehber  aldı.  Ona  göre  duyular,  insanlara  kendileriyle  ve  fiziki dünyayla  ilgili  olarak  fiziken  ayakta  kalmayı  ve  gerçek hazza  erişmeyi  sağlayacak  şekilde yeterince sağlam  bilgiler  verir.  Dünyanın  insana  görünme  biçimleri  de  nesnel  doğruluklarından  tamamen bağımsız olarak, gerçek bir değere sahiptir. Din ve yasalar dünyayla ilgili pozitif olgular olup, onları ret veya  inkâr  etmek  bir  uçurumun  kenarında  olan  insanın  hiçbir  tehlikeyle  karşı  karşıya  olmadığını söylemesine  eşdeğerdir.  Gerçekten  de  pratik  yargı  kişinin  bir  yurttaşı  olduğu  ülkesinin  mevcut koşullarıyla  örgütlenmesini  kabul  etmesini  gerektirir.  Yargı  gücü  yine,  kişinin  insan  hayatına getirilebilecek  uygun  sınırlamalarla  doğru  ve  yerinde  olmayan  sınırlamalar  arasında  bir  ayrım yapmasını mümkün hale getirir. Septisizm Montaigne’i işte bütün bu nedenlerle ihtilalci ya da anarşik davranışa götürmemiştir. O, tam tersine, nihai hiçbir hakikat olmaması nedeniyle toplumun kendilerine doğru gitmeye zorlanacağı özgül birtakım hedefler bulunmadığı için toplumsal değişimin ani ve kökten olmaması gerektiğine inanan hakiki bir muhafazakâr olmuştur.

Montaigne şu halde kendi kuşağının insanlarına gerçek bilgeliğin, hayatı olduğu gibi kabul etmekte yattığını ve herhangi bir şeyi  tam bir kesinlikle bilmenin ne kadar güç olduğunu göstermenin uygun yollarını  aramıştır.  O,  esas  itibariyle  de  insanların  dikkatlerini  insan  yaşamının  zenginliğine  dikkat çekmeyi amaçlamıştır. Bu da Rönesans’ın ruhuna fazlasıyla uygun düşen bir şeydir.  Platonculuk Rönesans  ve  hümanizm  önce  İtalya’da  başladı.  İtalyan  hümanizminin  ilk  keşfettiği  ve  peşine düştüğü Yunanlı filozof ise Platon oldu. Bunun en önemli nedeni ise Platon’un erdem görüşü ve klasik erdemlerle  ilgili  yorumunun  Rönesans  eğitiminin  taleplerine  kusursuzca  uyarlanabilmesi  ve Rönesans’ın saraylı ve soylu idealine beklenmedik ve sağlam bir destek sunmasıydı. İtalya’da Platon’a dönük bir  ilgiyi ve Platon üzerindeki  araştırmaları başlatıp, Platonculuğu ortaya çıkaranlar Doğu’dan İtalya’ya  gelmiş  olan  âlimler  olmuştu. Bunlardan  birincisi,  İtalya’da  Platon  araştırmalarının merkezi olan  Floransa  Akademisi’nin  kuruluşunda  da  çok  etkili  olmuş  olan  İstanbullu  Georgias  Gemistas Plethon  (1355-1450)  idi.  Plethon,  Trabzonlu  George’la  birlikte  İtalya’ya,  Doğu  ile  Batı  kiliselerini birleştirmek amacıyla 1438 yılında yapılan din adamları toplantısına katılması için gönderilmişti. Daha sonra  İtalya’da  kalan  Plethon,  gerçekten  de  Platonik  veya  Yeni-Platoncu  geleneğin  coşkulu  bir savunucusuydu; Rönesans döneminde Platonculuğun yeniden canlanmasında çok önemli bir rol oynadı. Platon’un felsefesiyle Aristoteles’in felsefesi arasındaki farklılıkları konu alan Yunanca bir eser kaleme almıştı. Platon üzerine verdiği dersler ve konferanslar  ile Platonik felsefeyi pek çok kimseye sevdiren Plethon,  aslında  ünlü  devlet  adamı  Cosimo Medici’nin  (1389-1464)  Platoncu  felsefeye  dayanan  bir akademi  kurma,  meşhur  Floransa  Akademisi’ni  meydana  getirme  kararının  oluşmasında  en  büyük etkiyi yapmış kişiydi.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

İlgili Makaleler