Kimdir

Michel Foucault kimdir ? Hayatı ve eserleri

Michel Foucault kimdir ? Hayatı ve eserleri : Michel Foucault 1926’da Poitiers’de doğdu. 1946’da Fransa’nın en önemli eğitim kurumlarından École normale supérieure’e kabul edildi. Felsefe ve psikoloji okudu. 1948’de felsefe, 1949’da psiko­loji dallarında lisans derecesi aldı. Bu yıllarda birçok ünlü ismin yanı sıra Louis Althusser ’in ve Hegel uzmanı Jean Hyppolite ’in öğ­rencisi oldu. 1950’de girdiği Fransız Komünist Partisi’nden 1952’de ayrıldı. Bir süre hastanelerde psikolog olarak çalıştı. 1953’te Althusser’in yerine École normale’de. felsefe asistanı oldu ve psikoloji eğitimine devam etti. Paris Psikoloji Enstitüsü’nden psikopatoloji ve deneysel psikoloji diplomaları aldı. Marksist bir bakış açısıyla yazdığı ilk kitabı Maladie mentale et personnali­té’ den (1954, Akıl Hastalığı ve Kişilik) sonra Georges Dumézil’in tavsiyesiyle İsveç Uppsala’daki Maison de France’a direktör oldu. Burada Histoire de la folie à l’âge classique (Klasik Çağda Delili­ğin Tarihi) üzerine çalışmaya başladı. 1958’de İsveç’ten ayrılıp ön­ce Varşova’ya, ardından 1959’da Hamburg’a gitti. Deliliğin Tari­hîni tamamlayıp Clermont-Ferrand Üniversitesi’nde psikoloji dersleri vermeye başladı. 1961’de Deliliğin Tarihim doktora tezi olarak savundu. Ardından Clermont-Ferrand’da felsefe bölümünün başına geçti. Aym yıl Gilles Deleuze’le tanıştı. Bir yıl sonra Geor­ges Bataille’ın kurmuş olduğu Critique dergisinin yayın kuruluna girdi ve Naissance de la clinique (Kliniğin Doğuşu) adlı kitabını yayımladı. 1966’da ilk baskısı bir ayda tükenen ve büyük tartışma­lara neden olan Les mots et les choses (Kelimeler ve Şeyler) çıktı. “İnsan”ın ölümünü ilan eden ve felsefe ile insan bilimlerindeki tüm hümanist geleneği karşısına alarak özellikle Jean-Paul Sartre’m ve Komünist Parti’ye yakın entelektüellerin saldırısına uğrayan kitap çevresinde o dönemin moda akımı yapısalcılıkla ilgili sert bir pole­mik yaşandı. Bu tartışmalardan ve Fransa’nın boğucu geleneksel ahlâkından rahatsız olan Foucault, Tunus Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak çalışmak üzere Fransa’dan ayrıldı. 1960’lı yıllar aym zamanda Foucault’nun edebiyat üzerine çeşidi türden önemli yapıtlar yayımladığı ve Tel Quel grubuyla yakın bir işbirliğine gir­diği dönemdir. Tunus’ta anti-emperyalist gösteriler yapan öğrenci­lerle işbirliği yapan ve Mayıs 1968 olaylarından sonra Tunus poli­sinin sürekli tacizi üzerine Paris’e dönen Foucault yeni kurulan de­neysel Vincennes Üniversitesi’nde felsefe bölümünün başına geçti ve burada bir yıl ders verdi. 1969’da Tunus’ta tamamladığı ve Ke­limeler ve Şeyler d& kullandığı yöntemi açıklama denemesi olan LArchéologie du savoir (Bilginin Arkeolojisi) yayımlandı. 1970’te Fransa’nın en prestijli kuramlarından Collège de France’da kendi­si için kurulan “Düşünce Sistemleri Tarihi” kürsüsüne seçildi. Bu­nun ardından Groupe d’Information sur les Prisons (G.I.P. – Ha­pishaneler Üzerine Enformasyon Grubu) adlı oluşumun kurucula­rından biri oldu. Gerek bu grup gerekse de adalet, tıp, psikiyatri ve cinsellikle ilgili bir dizi mücadele çevresinde yeni bir politik etkin­lik biçiminin öncülüğünü yaptı. Geleneksel parti politikalarının dı­şına çıkan bu etkinlik biçimi yeni bir eylem anlayışı ile yeni bir en­telektüel anlayışını da beraberinde getiriyordu. 1973’te Sartre ve Maurice Clavel’le birlikte Libération gazetesinin kuruluşuna katıl­dı. 1975’te Surveiller et punir: Naissance de la prison (Gözetleme ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu) yayımlandı. İktidar iliş­kileri, teknikleri, stratejileri ve taktiklerinin; yani modem Batı top- lumlarında öznelliği kurma biçimlerinin analizini yaptığı bu kitap olağanüstü bir ilgi gördü. 1976’da Histoire de la sexualité (Cinsel­liğin Tarihi) başlıklı ve altı cilt olmasını planladığı dizinin ilk kita­bı La volonté de savoir (Bilme İstenci) çıktı. Cinselliğin bastırılma- dığını, tam tersine modem biyo-iktidar tarafından üretilip bedene nüfuz etmek için bireylere dayatıldığım söylediği bu kitap Sigmund Freud’dan Herbert Marcuse’ye kadar uzanan ve insanın hakikatini ve özgürlüğünü arzuların özgürleşmesinde bulan kuramın ağır bir eleştirisiydi. Özgürleşmenin yerine alternatif olarak kendini yarat­mayı ve arzunun özgürleşmesi yerine zevki yoğunlaştırmayı öne çı­karan bakış açısını bu son kitabının ardından geliştirdi. Altı yıl son­ra yayımlanan Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerine ka­dar geçen süre içinde önde gelen Fransız entelektüelleriyle birlikte Ispanya’dan Polonya’ya çeşitli baskıcı rejimlere karşı yürütülen uluslararası kampanyalara katıldı. Bütün bu süreç içinde irili ufak­lı birçok kitap, makale ve söyleşisi yayımlandı. Söz konusu maka­le ve söyleşilerinin yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerinde verdiği dersler 1994’te dört cilt olarak ve Dits et écrits (Söylenmiş ve Yazıl­mışlar) başlığı altoda bir araya getirilip kitaplaştırıldı. Collège de France’da vermiş olduğu dersler halen kitaplaştınlmakta olan Fou­cault, gerek teorik çalışmaları gerekse de etkin politik yaşamıyla yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden biri olmuştur. Bu çalış­malar edebiyattan felsefeye, insan bilimlerinden siyasete birçok alanda sayısız yapıt için çıkış noktası olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Yirminci yüzyılın entelektüel coğrafyasında Foucault’nun yap­tığı bu belirleyici etkinin nedeni kuşkusuz, Batı’da çok güçlü bir bi­çimde kök salmış düşünce geleneklerinin hâkimiyetini sarsan yeni bir düşünme biçiminin en önemli temsilcilerinden biri, belki de en önemlisi olmasıdır. 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Nietzsche ve Heidegger’in etkisiyle ortaya çıkan bu yeni düşünce biçimi, Fouca- ult’nun “antropolojizm” olarak adlandırdığı ve öncelikle inşam ve insan doğasım felsefi düşünce için çıkış noktası olarak alan, özelde ise bir özne ve bilinç felsefesinde yoğunlaşan geleneği hedef alı­yordu. Zaman zaman anti-hümanizm olarak adlandırılan bu yeni eleştirel tutumda, doğrudan doğruya özne ve öznel deneyim soru­nunu hedef alan Foucault’nun tuttuğu yer çok önemlidir. Öznel de­neyimi açıklamak için öznenin değil, o deneyimi kuran söylem ile söylemin karşılıklı ve kaçınılmaz bir ilişki içinde olduğu iktidar sis­temlerinin analizini yapmak gerektiğini gösteren Foucault, bir yan­dan iktidar ile özne arasındaki ayrılmaz ilişkinin altını çizmiş, bir yandan da öznel deneyimin kurulmasında insan bilimlerinin oyna­dığı rolü ortaya çıkararak çok güçlü bir bilim eleştirisi getirmiştir. Foucault’nun bu analizlerde geliştirdiği ve kullandığı iktidar mode­li gerek klasik politik felsefenin gerekse de Marksizmin kullandığı modelden radikal anlamda farklıdır. Bu yüzden çok ince iktidar ilişkileri ve tekniklerinin, delilikten suça, cinsellikten etiğe kadar en umulmadık noktalarda ne kadar etkili olduğunu göstermiş ve si­yasi düşüncede yeni bir çığır açmıştır. Öte yandan, Foucault’nun bu çalışmalarda kullandığı yöntemler ile tarih anlayışı, felsefe ve insan bilimlerinde kullanılan klasik yöntemler ile tarih anlayışının çok dı­şına çıkmış ve oluşturduğu örnekle yepyeni araştırma alanlan ve biçimlerine öncülük etmiştir. El attığı her alanda öncelikle yerleşik bakış açılarım ve yöntemleri sorgulayan Foucault, bu tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve kendini dö­nüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine radikal anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur.

MİCHEL FOUCAULT ESERLERİNDEN SEÇMELER:

Büyük Kapatılma

Ferda Keskin

Eserlerinin çok büyük bir bölümünde Batı’nın yakın tarihi üzerin­de yoğunlaşan Foucault’ya göre on yedinci yüzyıl Avrupası’nda çok önemli bir değişiklik meydana gelmiştir. Bu değişim sürecinin en önemli anı ise Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı ilk önemli ese­rinde “Büyük Kapatılma” olarak adlandırdığı olaydır. 1656 yılında Paris’te Hôpital général (genel hastane) adlı bir kurum kurulmuş ve birkaç ay gibi kısa bir süre içinde Paris nüfusunun azımsan­mayacak bir bölümü (üç yüz bin nüfusun en az altı bini) bu kurum­da gözetim altına alınmıştır. Ancak Foucault’ya göre Hôpital géné- ral’in işleyişi ya da amacı bakımından hiçbir tıbbi düşünce ya da amaçla ilişkisi yoktur. Tersine, bu kurum o dönemde Fransa’da örgütlenmekte olan monarşik ve burjuva düzenin önemli bir parçası, hatta makamıdır. Üstelik aynı yıllarda bütün Avrupa’da benzer ge­lişmeler meydana gelmiş, çeşitli ülkelerde nüfusun önemli bir kısmı sıkı resmi denetim altındaki kurumlar da kapatılmıştır. Kapatılanlar deliler, hastalar, fakirler, eşcinseller gibi farklı özellikler taşıyan ki­şilerin oluşturduğu karışık bir gruptur. Ancak yine de bu gruba ait olanların önemli bir ortak özelliği vardır: hepsi bedensel özürlü ol­dukları için ya da başka nedenlerle çalışamayan veya çalışmak iste­meyen, sabit işi ve evi olmayan yersiz yurtsuz insanlardır.

O dönemde, hiç ayrım yapmadan yaşlılar, sakatlar, çalışamayan veya çalışmak istemeyen kimseler, eşcinseller, akıl hastalan, müsrif babalar, hayırsız evlatlar kapatılıyordu; hepsi birden aynı yere kapatılıyordu.

Bu anlamda Foucault akıl hastanesi, hastane ya da hapishane gibi modem kapatma kurumlarmm on yedinci yüzyıla kadar var olma­dığına dikkat çeker. Üstelik deliler, hastalar, suçlular ve çalışama­yacak durumda olan ya da çalışmak istemeyenler başlangıçta hiç­bir ayrım gözetilmeden aynı yere kapatılmıştır. Foucault’ya göre bu büyük kapatılma sürecinin arkasında doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi bir neden vardır: Büyük bir ihtimalle İspanyol ekonomi­sinde meydana gelen bir kriz sonucunda bütün Batı dünyasını etki­si altına alan ve ücretlerin düşmesine, işsizliğe, para kıüığma neden olan ekonomik bir kriz. Foucault böylece kapatılmanın ikili bir iş­lev yerine getirdiğini söyler: böyle bir ekonomik kriz anında aç ka­lan işsiz ve aylak kesimin başkaldırması tehlikesine karşı güvenli bir önlem almak ve kapatılmış olanların kriz geçtikten sonra ucuz ve kolayca denetlenebilir bir işgücü oluşturmasını sağlamak.

Söz konusu olan artık işsizlerin kapatılması değil, kapatılmış olanlara

iş vermek ve onların herkesin refahına hizmet etmesini sağlamaktır.

Münavebe çok açıktır: işsizliğin olmadığı ve ücretlerin yüksek olduğu zamanlarda ucuz el emeği; ve işsizlik dönemlerinde aylaklığın ortadan kaldırılması ile ajitasyon ve isyanlara karşı toplumsal korunma.

On yedinci yüzyılda meydana gelen bu önemli değişim uzun süre­li bir kapatma ve cezalandırma mekânı olarak hapishane kurumu- nun da temellerini atmıştır, çünkü Foucault’ya göre bu döneme ka­dar pratik anlamda hapishane diye bir kurum olmamıştır. Suçlula­rın kapatıldığı hücreler kendi başma bir cezalandırma aracı değil, bir tür mahkeme bekleme odası olarak işlev görmüş; insanlar hüc­relere başka bir şekilde cezalandırılmayı ya da özgürlüklerine ka­vuşmayı beklemek üzere kapatılmıştır. Etkin bir önlem olarak ka­patmaya ancak kapitalizm el emeği, işsizlik gibi sorunlarla karşı karşıya geldiğinde ve on yedinci yüzyıl Avrupa toplumları (Fransa, İngiltere, Almanya, vb.) büyük isyanlarla tanıştığında başvurul­muştur. İsyanları bastırmak için bir ordu göndermek, insanları kat­letmek, yakıp yıkmak gibi eski yöntemler, aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin vergi toplamasını da engelleyen genel bir eko­nomik felakete yol açacak önlemler haline geldiğinde daha ekono­mik ve etkili bir önlem ve cezalandırma tekniği olarak hapishane­ye başvurulmuştur; çünkü hapishaneler nüfusun tehlikeli bir bölü­münü feci ekonomik sonuçlara yol açmadan elemeye imkân tanı­mıştır. On yedinci yüzyılda başlayan bu kapatma pratiğinde on se­kizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başmda, yani Fransız Devrimi döneminde önemli bir değişim daha meydana gelmiş ve kapatılanlar içinde ayrımlar yapılmaya başlanmıştır: “akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevlerine, suçlular hapishaneye.” Yani bu dönem hastaların, akıl hastalarının, suçluların kategorik olarak bir­birinden aynlıp her biri için farklı bir kurumun kurulmasına tanık­lık eder.

Ancak Foucault’ya göre başlangıçta bu tür bir ekonomik tasar­ruf işlevi görmek üzere geliştirilen kapatma teknikleri ve kurumla- rı giderek daha pahalı ve verimsiz hale gelmiştir. Genel olarak ka­pitalist toplumda uygulanan büyük kapatılma “çok arkaik ve kendi­ni haklı çıkaramayan bir şeydir, sonuçları görünür biçimde çok pahalıdır.” Çalışamayacak durumda olan veya çalışmak istemeyenle­rin tedavi ya da ıslah yoluyla çalışabilir hale getirilmesinin ekono­miye olan katkısı, bu amaçla yapılan harcamaların altında kalmaya başlamış; üstelik yapılan her türlü reforma rağmen bu kurumlar gö­rünür amaçlarını gerçekleştirmede de ciddi başarısızlıklara uğra­mıştır.

İşte bu olgudan hareket eden Foucault, bu kadar verimsizlik ve başarısızlığa rağmen söz konusu kurumlarda niçin ısrar edildiğini sorgular. Bu ısrarın nedeni Foucault’ya göre kapatma pratiğinin güçlü bir toplumsal denetim sağlamak ve kapitalizmin ihtiyaç duy­duğu işgücünü üretmek için görünürden çok daha ince ve etkili bir işlev yerine getirmesidir. Foucault’nun siyasi modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve on sekizinci yüzyıl sonu ile on dokuzuncu yüzyılın başına tekabül eden dönem aynı zamanda kapitalizmin ih­tiyaç duyduğu emek gücünün kaynağı olan insan bedeni ve bu be­denin sahip olduğu üretim gücünün doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi müdahalelerin nesnesi haline geldiği dönemdir. Ancak bu emek gücünün fiilen üretken hale getirilebilmesi için kullanılan es­ki tekniklerin (örneğin hapishane, ıslahevi, akıl hastanesi, askeri kışla gibi kurumlarm zorlayıcı yönetmeliklerini örnek alan büyük fabrikalar) aşın pahalı ve etkisiz hale gelmesiyle birlikte yeni bir teknik gerekmiştir. Bu yeni teknik Foucault’ya göre kapitalist üre­tim biçiminin gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar tarafından benimsenip içselleştirilmesine ve gönüllü olarak uygulanmasına dayanır. Böylece on sekizinci yüzyıl sonunda Avrupa’da ortaya Foucault’nun “disiplinci iktidar” adım verdiği yepyeni bir iktidar türü çıkmıştır. Bu iktidarın uysallaştırma ve verimli hale getirme yöntemi ise şiddet ve bedensel zorlamaya değil, insanlara belli öz­nellik biçimleri dayatılmasına dayanır.

Bu yüzden kendi çalışmalarının genel bir değerlendirmesini ya­parken Foucault, insanların Batı kültüründe özneye dönüştürülme biçimlerinin analizine verdiği önemi vurgular ve bu özneleştirme sürecinde etkili olmuş üç ayrı nesneleştirme kipini öne çıkarır: ken­dilerine bilim statüsü veren ve konuşan özne, emek üreten özne ile biyolojik anlamda yaşayan özneyi nesneleştiren araştırma kipleri; özneyi kendi içinde bölen ve başkalarından bölüp aynan pratikler; ve son olarak insanın kendisini özneye dönüştürme biçimleri. Bü­yük Kapatılma başlığı altında toplanan yazılar Foucault’nun yuka­rıda saydığımız ikinci nesneleştirme kipi üzerine yaptığı çalışmala­rın kapsamına giriyor.

Çalışmamın ikinci bölümünde, öznenin “bölücü pratikler” diye adlan­dıracağım pratiklerde öznenin nesneleştirilmesini inceledim. Özne, ya kendi içinde bölünmüş ya da başkalarından bölünmüştür. Bu süreç onu nesneleştirir. Bunun örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile “iyi çocuklar”dır.

Burada sözü edilen nesneleştirme sürecinin Foucault’nun genel olarak Batı kültüründe insanların özneye dönüştürülmesini tarif ederken kullandığı sorunsallaştırma kavramıyla örtüştüğünü söyle­yebiliriz. Sorunsallaştırma, insanların belli varlık veya davranış bi­çimlerinin tarihin belirli anlarında sorun olarak kabul edilip bazı söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratiklerin nesnesi hali­ne getirilmesi ve Foucault’nun “hakikat oyunları” adım verdiği sis­temlere dahil edilmesidir. Söz konusu varlık veya davranış biçim­lerinin bu sistemler içinde üretilmiş hakikatler, yani bilgi üzerinden tanımlanması aynı zamanda onların belli insan deneyimleri olarak yeniden kurulması ve sınıflandırılmasıdır. İnsanların bu hakikatle­re inanması, yani onlar üzerinden tanımlanmış deneyim biçimleri­ni kendilerine dan hakikatler olarak görmesi ise bu deneyimlerin öznesi olmayı kabullenmeleri anlamına gelir. Böylece insanlar öz­nesi haline geldikleri deneyimlerin içerimlediği bilimsel, ahlâki, hukuki, siyasi normlara göre hareket eder ve kendini sınırlar. Yukarıda yaptığımız alıntıda Foucault “bölücü pratikler” adını verdiği ikinci nesneleştirme kipi için deli ile akıllıyı, hasta ile sağ­lıklıyı, suçlular ile “iyi çocuklar”ı bölüp birbirinden ayıran sınıflan­dırmaları örnek veriyor. Kuşkusuz bu pratiklerde söz konusu olan, delilik, hastalık, suç gibi belli varlık veya davranış biçimlerinin so­runsallaştırılarak özel birer deneyim haline dönüştürülmesidir. İn­sanlar bu deneyimlerin öznesi olmayı kabul ettiklerinde, davranış­larını da deneyimlerin içerimlediği normlara göre sınırlandıracak, yani modem kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu disiplini içselleş- tirecektir. Bu tür sorunsallaştırmalann gerektirdiği söylemsel pra­tikler akıl hastalığı, hastalık, ya da suç gibi varlık biçimleri üzerine nesnel anlamda doğru olma, yani hakikat iddiası taşıyan önermeler üreten psikiyatri, psikoloji, patoloji, psikopatoloji, pedagoji, krimi­noloji gibi “bilimsel” araştırma alanları; söylemsel olmayan pratik­ler ise bu araştırma alanları için gereken ortamı sağlayan hastane, akıl hastanesi, hapishane, kışla, okul gibi tecrit kurumlandır.

Foucault’nun eserlerinin önemli bir bölümünün bu tür nesneleş­tirme ya da sorunsallaştırma süreçlerinde kullanılan söylemsel pra­tikler ile söylemsel olmayan pratiklerin analizine aynldığını görü­yoruz. Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu, Gözetleme ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu bu anlamda en çok öne çı­kan eserler. Örneğin Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, insanların deli­lik ya da benzeri kavramlar altında tanımlanan varlık veya davranış biçimlerinin on sekizinci yüzyılın sonundan itibaren bir yandan psi­kiyatri, psikoloji ve benzeri bilim alanlarına dönüşecek söylemsel pratiklerin, diğer yandan daha sonra akıl hastanesi adım alacak olan kurum çerçevesinde söylemsel olmayan pratiklerin nesnesi haline gelmesinin ve bu süreç sonunda deliliğin “akıl hastalığı” deneyimi olarak yeniden kurulmasının bir tarihidir. Deliliğin akıl hastalığı olarak yeniden kurulması aynı zamanda akıl ile akıl-olmayan ara­sında derin bir yarılmanın, deliliğin dışlanıp, kapatılıp, sessizliğe itilmesinin ve aklın akıl-olmayan üzerinde tek yanlı, “bilimsel” (psikiyatrik, psikolojik) doğruluklarla bezeli ve normatif bir mono­log üretmesinin de işaretidir.

Kurucu olan, deliliği ayırıp bölen edimdir, yoksa bu bölme bir kez ya­pılıp da ortalık yatıştığında yerleşik hale gelen bilim değil. Çıkış nok­tası, akıl ile akıl-olmayan arasındaki mesafeyi koyan yarılmadır; aklın akıl-olmayan üzerinde, onun hakikatini delilik, suç veya hastalık biçi­minde çekip çıkarmak için uyguladığı etkiyse fazlasıyla bu yarılmadan kaynaklanır…

Akıl hastalığının sakin dünyasının ortasında, modem insan artık deliyle iletişimde bulunmuyor… Ortak dil yok; daha doğrusu artık or­tak dil yok. On sekizinci yüzyılın sonunda deliğin akıl hastalığı olarak kurulması kesintiye uğramış bir diyalogun sonuçlarını ifade eder, bu durum akıl ile delilik arasındaki ayrılığı sanki zaten varmış gibi koyar ve sabit sözdizimi olmayan, biraz anlaşılmaz biçimde ifade edilen, da­ha önce delilik ile akıl arasındaki alışverişte kullanılan o eksik kelime­lerin bütününü unutulmaya bırakır. Aklın delilik hakkındaki monolo- ğu olan psikiyatrinin dili ancak böyle bir sessizlik üzerine kurulabilir­di.

Benzeri bir şekilde Foucault Kliniğin Doğuşunda, hastalığın deli­likle aşağı yukarı aynı tarihsel dönemde nesneleştirilmesini ya da sorunsallaştırılmasını ve bu sorunsallaştırma sonucunda bir yandan bilimsel olarak sınıflandırılan anatomik-patolojik bir kimliğin, öte yandan hastane biçimini alan kurumun ortaya çıkışını gösterir. An­cak Foucault’nun kapatılma sürecini işlediği eserleri arasında belki de en etkili olanı Gözetleme ve Cezalandırma: Hapishanenin Tari­hi olmuştur. Bu kitabında Foucault tıpkı akıl hastanesi ve hastane gibi on sekizinci yüzyıl sonunda kurumlaşan hapishanenin, aym za­manda modem toplumun disiplin tekniklerinin ortaya çıktığı ve geliştirildiği bir mekân olduğunu göstermiştir. Suçlulara daha insanca bir cezanın uygulanacağı ve mahkûmların ıslah edileceği vaatleriy­le kurulan hapishane sayısız reforma rağmen bir türlü beklenen iş­levi yerine getirememiş; tersine neredeyse suçun kendisinin ku- rumsallaştığı, suçlu girenin suça eğilimli olmayı öğrendiği bir me­kâna dönüşmüştür. Dolayısıyla Foucault’ya göre hapishanenin asıl işlevi suçluları ıslah etmek değil, suçu sorunsallaştırarak suça eği- limlilik adı verilen bir öznel deneyim kurmak ve “iyi çocuklar”ı bu yeni ve bilimsel olarak tanımlanmış deneyimin içerimlediği norm­lara göre koşullandırmaktır. Foucault on dokuzuncu yüzyıl Avrupası’na özgü bu disiplinci ütopyanın eksiksiz biçimini Panoptikon kavramında bulduğunu söyler. İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın ideal hapishane olarak tasarladığı Panoptikon halka biçimli bir binadır, ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule vardır. Halka hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölün­müştür. Bu küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun ola­rak, yazı yazmayı öğrenen bir çocuk, çalışan bir işçi, ıslah edilen bir mahkûm, deliliği yaşayan bir deli vardır. Merkezi kulede bir gözetmen vardır. Her hücre hem içeriye hem de dışarıya baktığından gözetmenin bakışı tüm hücreyi kat edebilir; hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak, bireyin yaptığı her şey bir gözetmenin bakışına açıktır; bu gö­zetmen kendisinin her şeyi görebileceği, buna karşılık kimsenin kendi­sini göremeyeceği şekilde panjurlar, yan açık bölme pencereleri ara­sından gözlemde bulunur. Bentham’a göre, bu küçük ve harikulade mi­mari kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir. Panoptikon, aslında, bir toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır.

Panoptikon’da. gözleyenin kendisi gözlenenler tarafından görülme­diği için gözlenenler tam olarak ne zaman gözlendiklerini bilemez­ler. Bu yüzden her zaman sanki gözleniyormuş gibi hareket etmek ve davranışlarım sınırlandırmak zorundadırlar. İşte tam da bu yüz­den Foucault’ya göre Panoptikon, disiplinin mahkûmlar tarafından içselleştirilmesidir. Panoptikon ilkesinin hapishane dışında başka kurumlar tarafından da uygulanmasıyla birlikte iktidar son derece ekonomik, verimli ve etkili bir şekilde toplumu disiplin altına alır. Hapishane gibi sürekli gözetim ve denetleme üzerine kurulu bir ku­rumun tüm görünür başarısızlıklarına rağmen ısrarla muhafaza edilmesinin ve benzeri kurumların hapishanenin disiplin teknikleri­ni izlemesinin nedeni de bu ince disiplin tekniğinin, bu mikro-mekanizmanın geliştirilmesine hizmet eden bir laboratuvar işlevi gör­mesidir. Kapitalizmin ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ya da kapi­talist sistemin gerçek çıkarlarını bulduğu şey deliler, hastalar ve su­ça eğilimlilerin dışlanıp kapatılması ve sürekli gözetim altında bu­lundurulması değil; bu tür bir kapatmanın kullandığı teknikler ve prosedürlerdir.

Belli bir andan itibaren burjuvazi için bir çıkar oluşturan, bu çıkan temsil eden şey, dışlama mekanizmaları, gözetleme aygıtları, deliliğin, suça eğilimliliğin, cinselliğin tıbbileştirilmesi, bütün bunlar, yani ikti­darın mikro-mekanizmasıdır. Ve burjuvaziyi ilgilendiren de budur.

Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu disiplin, hapishanede ve benzeri ka­patma kurumlannda geliştirilen bu teknik ve prosedürlerin tüm top- lumsal kuramlara yayılmasıyla mümkün olmuştur. Bu yüzden Fo- ucault’ya göre aslında Jeremy Bentham’m tasarladığı hapishane bi­nası hiçbir zaman inşa edilmemiş olsa da Bentham’m düşü gerçek­leşmiş ve panoptizm başka bir biçimde tüm Batı’yı etkisi altına al­mıştır.

Foucault ideal yapısını panoptikon metaforunda bulan bu disip­linci sürecin tarihinin aynı zamanda modem ruh kavramının da ta­rihi olduğunu vurgular. Kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılda var­mış olduğu noktanın ortaya çıkardığı iktidar mekanizması; bu me­kanizmanın kullandığı söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratikler; yani insan bilimleri ve onların “insan”a dair ürettiği haki­katler ile bu hakikatlerin üretilmesi için oluşturulan kurumsal me­kânlar ve prosedürler, deliliği akıl hastalığına, hastalığı patolojik vakaya, suçu suça eğilimliliğe dönüştürerek yepyeni deneyimler kurmuş ve Batı insanını bu deneyimlerin öznesi haline getirmiştir. Bu deneyimlerle kurulan bilinç ilişkisinin, yani öznelliğin yer aldı­ğı mekândır modem ruh. Dolayısıyla eski Yunan’dan bugüne beden içinde hapsolduğu düşünülen ruh, siyasi modernlikle beraber bede­nin ve güçlerinin terbiye edildiği, itaatkâr kılındığı yer, “bedenin hapishanesi” haline gelmiştir.

Büyük kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekân insan ruhudur; :ıkıl hastanesi, hapishane gibi normların dışına çıkmış ruhları terbi­ye edip iyileştirmek için var olan kuramlarsa bu büyük kapatılma­nın karanlık yüzünü gizleyen sözde “insancıl okullar”.

Entelektüelin Siyasi İşlevi

Michel Foucault iktidar ilişkileri ve tekniklerinin hayatın en umulma­dık alanlarına kadar nüfuz ettiğini göstererek yirminci yüzyılın en et­kili düşünürleri arasına girdi. İktidar ilişkilerinin karşı çıkılmadan kabullenildiği günümüz dünyasına karşı Foucault’nun tahakküm karşıtı dünyasını bütün açıklığıyla çerçeveleyen altı ciltlik Seçme Yazılar’ın ilk cildini sunuyoruz: Entelektüelin Siyasi İşlevi.

Fransız Devrimi’nden Dreyfus Olayı’na, Ekim Devrimi’nden Mayıs 68’e Avrupa’nın yakın tarihinde dönüm noktası olmuş siyasi süreçler­de entelektüellerin oynadığı rol her zaman ciddi bir tartışma konusu ol­du. “Entelektüelin siyasi işlevi nedir” sorusuna verilecek cevapsa ka­çınılmaz olarak entelektüelin iktidarla, kitlelerle ve toplumsal hakikat­le ilişkisine dair ayrıntılı bir analiz gerektiriyor. Foucault’ya göre, on sekizinci yüzyıldan beri Batılı entelektüel kendini hep evrensel bir ha­kikatin sözcüsü olarak görmüş ve iktidara karşı yapılan siyasi mücade­lelerde bu hakikati bilmeyen kitlelerin bilinci, vicdanı ve öncüsü olma­ya soyunmuştur. Oysa artık entelektüelin kendine biçtiği bu görevden vazgeçme vakti gelmiştir: Entelektüelin başkalarına ne yapmaları ge­rektiğini söylemeye hakkı yoktur, çünkü kitleler kendileri için neyin iyi olduğunun bilincindedir. Üstelik, geleneksel entelektüellerin çoğu zaman bilimsel bir söyleme dayanarak ortaya attıkları toplumsal, siya­si, ekonomik kehanetler gerçekleşmediği gibi, verdikleri sözler de ye­rine getirilmemiştir.

Ama Foucault’nun bu eleştirisi, entelektüelin önderliğinin tarihsel so­nuçlarından duyulan bir hayal kırıklığından ibaret değil. İktidar, haki­kat, bilimsellik gibi kavramların radikal bir biçimde yeniden düşünül­mesine dayalı olan ve siyasi anlamda yepyeni bir entelektüel anlayışı­nı getiren karmaşık bir teorik eleştiri.

Entelektüelin Siyasi İşlevi, Batı’da çok geniş kapsamlı tartışmalara ne­den olan bu yeni entelektüel anlayışının arkasındaki hakikat ve iktidar analizlerini bir araya getiriyor. Tüm toplumu kuşatan iktidar ilişkileri­nin yeni tahakküm biçimleri yaratmadan nasıl değiştirilebileceğini düşünmek isteyenler için…

Özne ve İktidar

Özne ve İktidar’da bir araya getirilen metinler, Descartes’tan günümü­ze Batı düşüncesinde neredeyse vazgeçilmez bir yer tutan özne ve bi­linç felsefesinin hâkimiyetini sarsan yeni bir düşünme biçimini temsil ediyor. 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Nietzsche ve Heidegger’in etkisiyle ortaya çıkan bu yeni düşünme biçimi, Foucault’nun “antropo- lojizm” olarak adlandırdığı ve öncelikle insanı ve insan doğasını felse­fi düşünce için çıkış noktası olarak alan, özelde ise öznede ve bilinçte yoğunlaşan geleneği hedef alıyordu. Kendi yapıtlarında doğrudan doğ­ruya özne sorununu hedef alan Foucault’nun bu yeni eleştirel bakışta tuttuğu yer çok önemlidir. Öznel deneyimi açıklamak için öznenin ve bilincin değil, o deneyimi kuran söylem ile söylemin karşılıklı ve ka­çınılmaz bir ilişki içinde olduğu iktidar sistemlerinin, yani bilgi/iktida- nn tarihsel bir analizini yapmak gerektiğini gösteren Foucault bir yan­dan iktidar ile öznellik arasındaki ayrılmaz ilişkinin altım çizmiş; öte yandan bu ilişkinin kurulmasında insan bilimlerinin oynadığı rolü or­taya çıkararak çok güçlü bir bilim eleştirisi getirmiştir. Foucault’nun bu analizlerde geliştirdiği ve kullandığı iktidar modeli klasikleşmiş si­yaset felsefelerinin kullandığı modelden radikal biçimde farklıdır. Ye­ni bir iktidar anlayışından yola çıkan Foucault, delilikten suça, sağlık­tan cinselliğe kadar daha önce üzerinde yeterince durulmamış deneyim biçimlerinin modern bireyin tanımlanmasında ne kadar önemli bir rol oynadığını ve bu deneyim biçimlerinin kurulmasında iktidar ilişkileri ve tekniklerinin belirleyiciliğini göstermiştir. Öte yandan Foucault ıs­rarla bu belirleyiciliğin özgürlüğü ve iktidara karşı direnişi dışlamadı­ğını, tersine iktidar ilişkisinin özünde yatan şeyin “özgürlüğün inadı” olduğunu söyler. Foucault’ya göre özgürlüğün kullanımı bir “ahlâki özneleşme”, yani kendimizi özne olarak yeniden kurma biçimini alma­lı ve yeni tahakküm biçimleri üretmeden iktidara karşı direnmeyi mümkün kılmalıdır. Siyaset felsefesi ve insan bilimlerinde bir çığır açan bu görüşlerin incelikle işlendiği makale ve söyleşileri içeriyor Özne ve İktidar.

İktidarın Gözü

iktidarın Gözü, Foucault’nun Seçme Yazılar dizisinde daha önce ya­yımlanmış olan Entelektüelin Siyasi işlevi, Özne ve iktidar ve Büyük Kapatılma ile tamamlayıcı bir bütünlük oluşturuyor. Bu ilk üç cilt ik­tidar ilişkilerininin modem Batı toplumlannda kullandığı özneleştirme teknikleri ile bu tekniklerin uygulanmasını mümkün kılan kurum ve pratikleri çözümlemek için Foucault tarafından geliştirilen modele da­ir ayrıntılı metinler içeriyor ve direniş, bilgi, entelektüel gibi bazı te­mel kavramların bu model çerçevesinde yüklendiği yeni anlamlan tar­tışıyordu.

İktidarın Gözü ise özellikle iktidarın özneleştirme tekniklerinin analiz­lerinde öne çıkan öznel deneyim biçimleri ve onlara tekabül eden akıl hastalığı, suça eğilimlilik ve cinsellik gibi kimlikleri; bu deneyim ve kimliklerin kurulmasını belirleyen tıp, psikiyatri, sosyoloji, kriminolo­ji gibi bilgi biçimleri ile psikanaliz, müşahede, tecrit, ıslah, tedavi, ce­zalandırma gibi pratikleri ve nihayet hastane, akıl hastanesi, hapishane gibi bu pratiklerle karşılıklı bir belirlenim ilişkisi içinde olan kapatma kurumlarmı konu alıyor. Foucault’nun siyasi etkinliklerinin yoğunlaş­tığı 1975 sonrası yıllarda verilmiş konferans ve söyleşileri kapsayan bu kitap, sadece Foucault’cu bir bakış açısından hareketle geliştirilebi­lecek direniş mekanizmalarını değil aynı zamanda bu bakış açısının di­ğer iktidar eleştirileri ve direniş modelleri ile benzerlik ya da farklılık­larını da tartışan ve özellikle Foucault’nun kimlik politikalarıyla ilgili tutumunu belirginleştiren bir bütün. ‘Öz kimlik’ler arayan, bu kimlik­leri insan davranışının yasası haline getirmeyi hedefleyen bir strateji­nin geleneksel etiklere ve onlara özgü kısıtlamalara geri dönmek anla­mına gelebileceğine dikkat çeken Foucault, yeni bir etiğin nerede te- mellendirilebileceğini tartışırken muhalif bir öznelliğin zorunlu olarak bir kimlik ve onun getirdiği aynılaştıncı aidiyet ilişkileri üzerinden de­ğil farklılaşma, yaratma ve yenilik üzerinden tesis edilebileceğini söy­lüyor.

Kelimeler ve Şeyler’in kapanış cümlelerinde ‘insan’ın sahildeki kum­lara çizilmiş bir suret gibi silinip gideceğini öngörerek büyük tartışma­lara neden olan Foucault, burada da özcülükten arındırılmış bir varo­luş biçiminin siyasi koşullarına işaret ediyor.

Bugün bütün gücüyle önemini koruyan bu tartışmalara vazgeçilmez bir katkı iktidarın Gözü.

Felsefe Sahnesi

Felsefe Sahnesi, daha çok Foucault’nun 1960’lar ile 1970’lerin başında ka­leme aldığı yazılar ile yaptığı söyleşileri kapsıyor. Bu dönemde Foucault sadece Fransa’nın değil, aynı zamanda Batı entelektüel dünyasının günde­mine de tam anlamıyla oturmuş ve özellikle incelemelerinde kullandığı araştırma ve kavramsallaştırma yöntemleri çevresinde hararetli bir tartışma yaratmıştı. Foucault’nun “arkeoloji” adım verdiği çalışmalarının aslında bir tür yapısalcılık olduğunu ve tarih boyutunu dışarıda bıraktığını öne sü­ren bir eleştiri çizgisi, genel anlamda yapısalcılık eleştirileriyle bütünleş­mişti. Felsefe Sahnesi’ni oluşturan metinlerin önemli bir kısmı bu tür eleş­tirilere kapsamlı bir cevap niteliği taşıyor. Yapısalcılık kavramının içeriği­ni, özellikle de tarih ile ilişkisini ayrıntılı olarak tartışan Foucault, bir yan­dan bu akımın başlangıçta sadece belli bir tür tarih anlayışım reddettiğini; bir yandan da tanımlamayı giderek güç kılacak bir biçimde genişleyen ve çeşitlenen bir düşünme ve analiz biçimine dönüştüğünü, tam da bu yüzden “yapısalcı” kavramı altında sınıflandırılan düşünürlerde pek az ortak yan bulunabileceğini vurguluyor. Benzeri bir tepkiyi daha sonraki yıllarda ken­di düşüncesinin postmodern ya da postyapısalcı olarak tanımlanmasına karşı da gösteren Foucault, üpkı yapısalcılık gibi bu kavramların da kesin olarak tanımlanabileceğine inanmadığım dile getiriyor ve bu tür sınıflan­dırmaları reddediyor.

Felsefe Sahnesi’m önemli kılan nedenlerden biri de Foucault’nun düşünce çizgisinin izlediği yol ile ügili birtakım kalıplaşmış yorumlan kırabilecek ipuçlan vermesi. Bu çizgide önemli kırılmalar olduğu ve her biri yeni bir dönem başlatan söz konusu kınlmalann sadece düşünürün kullandığı yön­temde değil, seçtiği araştırma alanlan ile temel felsefi sorular karşısında benimsediği tutumda da belirginleştiği görüşü sıkça düe getirilir. Oysa Felsefe Sahnesi’nde yer alan ve Foucault’nun düşüncesindeki derin bir sü­rekliliğe işaret eden bazı meünler bu görüşü kuşkuyla karşılamayı gerekti­riyor.

Felsefe Sahnesi sadece Foucault’yu değil, Foucault üzerinde etkili olmuş entelektüel isim ve akımlan tartışmak için de zengin bir birikim sunuyor. Foucault’nun özellikle yorumbilgisi çerçevesinde Nietzsche, Freud ve Marx’ı; Jean Hyppolite üzerine yazarken Kant ve Hegel’i; soybilimi tarif ederken Nietzsche’yi; Georges Canguilhem’i tanıtırken yine Nietzsc- he’den Frankfurt Okulu’na uzanan yoğun bir geleneği; Cassirer üzerine yazısında yeni-Kantçılığı ve nihayet yirminci yüzyıla damgasını vuracak düşünür olarak gördüğü çağdaşı Deleuze’ü tartıştığı yazılan, felsefe pratiğine hem içeriden hem de dışandan bakabilen ve eleştirel geleneği büyük bir ustalıkla beklenmedik noktalara götüren metinler.

Cinselliğin Tarihi

Hiç tereddütsüz 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak görüle­bilir Michel Foucault. Onun önemi, her şeyden önce, çağdaş Batı felsefe­sinde tarihdışı niteliğe sahip olduğu kabul edilen “özne” kavramını tarih­selleştirme çabasından kaynaklanır. Düşünür, başta elinizdeki kitap olmak üzere birçok çalışmasında öznenin bir felsefi kategori olarak kuruluşuna dair kışkırtıcı sorular ortaya atar: “Özne” dediğimiz şey tarihsel süreç için­de nasıl kurulmuştur? Bu kuruluş sürecini hangi söylemsel çerçeveler, han­gi bügi/iktidar mekanizmaları, hangi hakikat oyunları kuşatır? Bireyselleş- tikçe, yani kendimizi eylemlerimizin birer “özne”si olarak gördükçe öz­gürleştiğimiz düşüncesini hangi devasa tertibatlar ayakta tutar?

Cinselliğin Tarihi, kariyeri boyunca akü hastalığının, tıbbın ve hapishane­nin tarihi üzerine kafa yoran Foucault’nun son çalışması olur. Ona göre cinsellik, baskıcı bir iktidarın altında özgürleşme mücadelesi veren doğal bir güdü değil, yeni bir iktidar biçiminin işleyişinde merkezi konumda bu­lunan bir tertibattır. Bu tertibat, kendimizi birer “özne” olarak kurmamız­da vazgeçilmez işlevler yüklenir; seks etkinliğimizin bizdeki en “doğal”, en “temel”, dolayısıyla da en “öznel” boyut olduğunu tekrar tekrar aram­sak Bu tertibata göre bir “özne” olarak kendimizi tanımak istiyorsak, cin­sellik denen şey üzerine kafa yormalı, onu alabildiğine anlaşılır kümalı, söyleme dökmeli ve ne olduğumuzu ona sormahyızdır. Ancak, der Fouca­ult, söz konusu tertibat, içimizdeki o meçhul “otantik benliği” açığa çıkar­dığına inandığımız ölçüde bizimle bütünleşir, görünmez hale gelir ve eli­mizden kaçar.

Bu noktada, elinizdeki çalışmanın başta siyaset felsefesi olmak üzere sos­yal bilimlerin tüm alanlarında çığır açan özelliği ortaya çıkar: Cinsellik so­runuyla birlikte ortaya atılan, her şeyden önce bir iktidar sorunudur. Ancak bu sorunu doğru anlayabilmek için de, Batı’daki klasik siyaset düşüncesi­nin yüzyıllardır kabul etüği “baskıcı iktidar” düşüncesini bir kenara bırak­mak, yepyeni bir iktidar kuramı geliştirmek; özgürleşmeye alternatif ola­rak kendini yaratmayı, arzunun özgürleşmesi yerine zevki yoğunlaştırma­yı öne çıkarmak gerekir. İşte elinizdeki kitap, bu yeni iktidar kuramının or­taya atıldığı en önemli metinlerden biridir. Bütün ilişkilerde içkin olarak mevcut olan, yukarıdan değil aşağıdan gelen, sadece yok etmeyip aynı za­manda da üreten ve yeni direniş olanaklarım da beraberinde getiren bu ye­ni iktidar biçimi, en parlak ifadesini bu metinde bulur. Yazık ki tamamlan­mamış bu çalışmanın, sadece olağanüstü bir tarih çalışması değil, aynı za­manda sosyal bilimleri derinden sarsan bir felsefe metni olduğunu unut­mamak gerekir.

İlgili Makaleler