Kimdir

Kurtubî ve El-Câmi Li Ahkâmi’l-Kur’ân’ı

Kurtubî ve El-Câmi Li Ahkâmi’l-Kur’ân’ı: Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmet b. Ebû Bekr b. Farh el-Ensârî el-Hazrecî el-Endülûsî el-Kurtûbî, tefsir tarihinde meşhur olan müfessirlerden biridir. Kurtûba ehlinden olup, ibâdete düşkün sâlih bir kimse idi. İlim tahsili için doğuya seyahat etmiş, Mısır’da Asyut’un kuzeyindeki Munyeti İbn Hasîb’e yerleşmiş ve orada 671/1273 senesi şevval ayının 9. Pazartesi gecesinde vefat etmiştir. Kaynaklar, Kurtûbî’yi Allah’ın sâlih bir kulu, ariflerden olan bir âlim, dünyada zâhid, âhiret işleriyle meşgul mutkin bir imam, ilimde şöhrete ulaşmış bir kişi olarak tanıtır.

Zühd ve takva yaşantısı içinde olmasına rağmen, insanlar için faydalı eserler vermiştir. “et-Tezkire bi Umûri’l-Âhîre” “el-Esnâ fi Şerhi Esmâi’l-Hüsnâ”, “et-Tezkâr fi Afdali’l-Ezkâr”, “Şerhu’t-Takassî” gibi eserlerinin yanında muazzam ve meşhur tefsirinden insanlar bol bol istifade etmektedir. İbn Ferhûn, onun kitabı hakkında:” Konusunda bu kadar güzel bir kitap görmedim” demektedir.

Kurtubî tefsiri diye şöhret kazanan müellifimizin tefsiri, bugün matbudur. Kur’ân’ı başından sonuna kadar ihtiva etmiş olmakla beraber, eserinde daha ziyâde ahkâm âyetleri üzerinde durduğundan, eserin ağırlık yönü fıkıh olmuştur. Kurtubî’nin bu tefsiri bir Ahkâmu’l-Kur’ân olarak kabul edilmektedir.

İbn Ferhûn bu tefsiri şöyle tanımlamaktadır: “Bu tefsir, tefsirlerin en büyüğü, fayda yönünden de en muazzamıdır. Ondan kıssa ve târihler iskât edilmiş, buna mukabil Ahkâmu’l-Kur’ân’a ağırlık verilmiş ve   delillerin   istinbatına   işaret edilmiştir. Kıraat, i’rab, nâsih ve mensûh gibi hususlar zikredilmiştir”.

Kurtubî, tefsirinin mukaddimesinde besmele, hamdele ve salveleden sonra, böyle bir tefsiri telif etme sebebini ve bu yolda takip edeceği yolu ve kendinin böyle bir kitabı yazarken bağlı kalacağı şartları şöylezikretmektedir: “Allah’ın kitabı, farz ve sünnete ulaşan şer’i ilimlerin bütününü yüklenir (kefildir). Semânın emini, onu arzın eminine indirdi. Ömrüm boyunca onunla meşgul olmayı ve kuvvetimi ona sarfetmeyi uygun gördüm. Bunu da, tefsirdeki nükteleri tazammun edecek şekilde lugatları, i’rabları, kıraatleri ele alarak, kalpleri kayanları ve dalalet ehlini reddederek yaptım. Ahkâm ve âyetlerin nüzulü, âyetler arasındaki manayı cem eden ve âyetler arasındaki müşkilleri beyân eden selefin ve onlara tâbi olan halefin görüşlerine delalet eden pek çok hadisi, özlü bir şekilde yazmaya giriştim. Onu nefsim için bir şahadet (bir sefer varakası), defin günü için bir azık, ölümden sonrası için bir sâlih amel yaptım. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“O gün insanoğluna, önde ve sonda yaptığı ne varsa bildirilir.”

“İnsanoğlu ne yaptığını ve ne yapmadığını görür” Hz. Peygamber (s.a.s) de:

“İnsan öldüğü zaman, üç şey müstesna ameli kesilir, sadakayı câriye, kendisinden yararlanılan ilim, kendisine hayır dua eden sâlih bir evlât”.

Bu kitapta bağlı kaldığım şart, sözleri söyleyenine, hadisleri de musannıflarına dayandırmaktır. Denilir ki: Sözü söyleyene izafe etmek ilmin bereketindendir. Fıkıh kitaplarında ve tefsirlerde zikredilen hadislerin çoğu müphemdir. Hadis kitaplarına muttali olunmadan, onların kimin tarafından çıkarıldığı bilinemez. Bu konuda ehil olmayan bir kimse bunların sahîh ve sahîh olmayanlarını bilmede şaşkınlık içinde kalır. Bunu bilmek büyük bir ilimdir.

Onlar, meşhur imamlardan, İslâm’ın meşhur sika âlimlerinden tahrici ortaya konulmadıkça delil ve hüccet getirilemez. Biz bu kitapta bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Allah doğruya muvaffak kılsın. Müfessirlerin kıssalarından, tarihçilerin haberlerinden yüz çevirdim, ancak lüzumlu olanlar ve açıklama için müstağni kalınamayanlar müstesna. Bunun yerine mes’ele (adını verdiğim bahisler) ahkâm âyetlerinin açıklamasını koydum. Bu meseleler ahkâm âyetlerinin mânâlarını açıklamakta ve isteyeni gereklerine götürmektedir. Bir iki veya daha fazla hüküm ihtiva eden her âyete bazı meseleler ilâve ederek o me­seleler içinde esbâb-ı nüzulü, tefsiri, garib kelimeleri ve hükümleri açıkladım. Şayet âyet bir hüküm ihtiva etmiyorsa tefsir ve te’vilini zikretmekle yetindim. Kitabın sonuna kadar durum böyledir.

Ona “el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân ve’l-Mubeyyin lima Tazammanahu mine’s-Sünneti ve Âyi’l-Furkân” ismini verdim. Allah onu rızasına muvafık kılsın, beni, anamı ve babamı ve ondan istifâde etmek isteyenleri, onunla faydalandırsın. O (Allah) dualarını  yegane işiten ve onu yerine getirmeye en yakın olandır. Âmin”

Tefsirde rivayet tarîkine önem verilmiş, fakat dirayet de ihmal edilmemiştir. Mukaddimesinde eserini yazmasının gayesini ve şartlarını belirttikten sonra, Kur’ân’ın fazileti, okunuşunun keyfiyeti, tefsiri, i’câzı, cem ve tertibi, müfessirlerin dereceleri ve daha birçok hususlara âit faydalı bilgiler sunmaktadır.

Bu tefsir okunduğunda, Kurtubî’nin yukarıda ortaya koymuş olduğu şartlan yerine getirdiği görülür. Bu sebeble o, esbâb-ı nüzulü, kıraati, i’rabı, Kur’ân’ın lafızlarının garib olanlarını beyân ederken çoğu zaman lügâta müracaat eder ve Arap şiirinden istişhadıda bulunur. Mutezile, Kaderiyye, Râfıziye, Felsefe ve aşırı Mutasavvıfeyi reddeder. İbnu Ferhûn’un ifadesinde kullandığı gibi, o kıssaları tamamen iskât etmez, bazen onlardan misâller verir ki bunu mukaddimesinde zikretmektedir. Bu sebebledir ki bazen tefsirinde garib ve İsrâilî kıssaların rivayet edildiğini mülahaza ederiz.

Müfessihmiz Kurtubî, tefsir ve ahkâm konusunda, şartına uygun olarak, sözleri sahiplerine nisbet ederek, pek çok selefîn sözlerini nakleder. Bu husuta daha ziyade ahkâm kitaplarından istifade etmiştir. Bunlar, bilhassa İbn Cerir et-Taberi, İbn Atiyye, İbnu’l-Arabî, el-Kiye’l-Herâsî ve Ebü Bekr el-Cassâs gibi şahısların eserleridir.

Yukarıda verdiğimiz hususlara âit örnelere sık sık rastlanabilir. Fakat eser genellikle ağırlığını ahkâm üzerine koymuş olduğundan, biz daha ziyâde bu hilaf meseleleri üzerinde duracağız. Şunu söyleyelim ki Mâlikî mezhebine mensup olan müellifimiz, mezhebine aşırı bir taâssub göstermez. Dellilere dayanmaya çalışır. Hangi delili uygun bulursa onu kabullenir. Meselâ, Bakara Süresi’nin 43. “Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin” âyetini tefsir eder­ken 34 tane mesele üzerinde durur. 16. meseleyi incelerken, küçük çocuğun

imameti meselesini ele alır ve bu konuda, caiz gören ve görmeyenlerin görüşlerini zikreder. Genel olarak, Mâlikîlerin, Süfyân es-Sevri’nin ve Re’y ehlinin, çocuğun imametini kabul etmediğini zikreder. Buna rağmen imâm Mâük’in çocuğun imametinin caiz olmayacağına dâir deliline muhalif olarak, şöyle demekte ve mezhebine muhalefet etmektedir:

“Derim ki çocuk Kur’ân okumayı biliyorsa, onun imameti caizdir. Sahihi Buhâri’de, Amr b. Selime’den rivayet edildiğine göre o: Biz aile ve kabilece halkın uğrağı olan bir su başında otururduk. Bize kervanlar uğrardı. Biz de yolculara:

“Bu insanlara ne oluyor? Şu kişiye (Rasulullah’a) ne oluyor?” Diye sorardık. Onlarda bize:

“O zat, Allah kendisini peygamber gönderdi ve ona vahyetti sanır yahut, Allah şu kitabı ona vahyetti sanır,” diye Rasullulahtan öğrendikleri bazı âyetleri bize haber verirlerdi. Ben de o sözü (Kur’ân’ı) ezberlerdim. Sanki o âyetler gönlüme yapışmış (nakşolumuş) ti. Esasen (Kureyşten başka) Arap kabileleri de Müslüman olmak için Mekke’nin fethini gözlüyorlardı ve:

“Peygamberlik iddia eden bu adamı kendi kavmi (Kureyş) ile başbaşa kendi hallerine bırakınız. Eğer o, Kureyş’e gâlib gelirse hiç şüphesiz o, sözünde doğru hak bir peygamberdir, derlerdi. Ne zaman ki Mekke’yi fethedip muzaffer oldular, bütün Arap kabileleri İslâm’a koştu.  Babam (Selime) da kavmimle birlikte Müslüman olmaya can attı. Mekke’den dönüp gelince bize:

“Vallahi ben size bir hak nebiden geliyorum. O, bize falanca namazı şu vakitte kılınız, dedi (yani bütün namaz vakitlerini bildirdi). Namaz vakti gelince de, biriniz ezan okusun ve Kur’ân’ı en çok bileniniz size imamet etsin, buyurdu,” dedi. Bunun üzerine kabile halkı baktılar. İçlerinde benden çok Kur’ân bilen bir kimse bulunmadı.   Çünkü ben köyümüze uğrayan kervanlardan Kur’ân’ı öğrenmiş bulunuyordum. Bu cihetle kabile halkı beni   önlerine imamete geçirdiler. Halbukî ben o sırada altı yahut yedi yaşında çocuktum. Üzerimde de  (elbise olarak) bir bürde vardı. Secde ettiğimde avret yerimden yukarı toplanır (açılır)dı. Bu hali gören kabilemizden bir kadın (cemaate hitabederek):

“İmamınızın kılığını gözümüzden örtesiniz dedi. Bunun üzerine cemaat (Umman kumaşı) satın alıp bana bir gömlek biçtiler. Bu gömleğe sevindiğim kadar bir şey ile ferahlamadım.”

Şâfi’îler bu hadis ile istidlal ederek, iyiyi, kötüyü ayırt edebilen bir çağdaki çocuğun imâm olmasını uygun görürler. Halbuki bu münferid bir hâdisedir. Namazın sıhhat ve fesadını henüz bilmeyen yeni Müslüman olmuş bir kabilenin namazıdır. Öyle ki namazda avret yerini örtmenin bir şart olduğunu dahi bilmiyorlardı    .

Bakara Sûresi’nin. “.. .Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz…” âyetini tefsir ederken şöyle demektedir:

Bu konuda fakîhlerin ihtilâfını ortaya koymakta ve masiyette devam eden kimseye bu cevazın verilmeyeceğini ileri süren İbnu’l-Arabî’ye itiraz ederek, sahîh olan bunun hilafıdır, demekte ve masiyet yolunda olan bir kimsenin nefsini telef etmesinin daha büyük bir mâsiyet olduğunu söylemektedir. Nisa Sûresi’nin 29. “Nefislerinizi öldürmeyiniz” âyetini delil getirmekte ve bu âyetin umum ifâde ettiğini ve tevbe ettiği tekdirde üzerinde bulunduğu hâli sileceğini, ifâde etmeye çalışmaktadır.

Yine Bakara Sûresi’nin 185. “Ramazan ayı ki onda Kur’ân insanlara yol göstererek -yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak- indirildi…” âyetini tefsir ederken, Ramazan bayramı namazının ikinci günde kılınıp kılınamayacağı hususundaki âlimlerin görüşlerini verirken şöyle demektedir:

Müfessirimiz, İmâm Mâlik’in görüşüne muhalif olarak ve bazı hadislere ve âlim­lerin görüşlerine dayanarak, Ramazan bayramı namazının ikinci güne de nakledilebileceğine işaret etmektedir.

Yine Bakara Sûresi’nin 187. “Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı…” âyetinin tefsirinin 12. meselesinde, Ramazan gününde unutarak yiyen bir kimsenin durumunu anlatır. Mâlik’e göre iftar eder ve bir gün kaza eder. Diğerlerine göre ise, unutarak yiyen kimse iftar etmez, o oruçludur ve kaza da gerekmez.

Kurtubî, Mâlik’in görüşünü benimsemeyerek, cumhurun görüşünün sahîh olduğunu kabullenir. Cumhura göre “Bir kimse unutarak yese ve içse, ona kaza lazım gelmez ve onun orucu tamdır”, bu da Hz. Peygamber’den rivayet eden Ebû Hureyre’nin hadisine dayanmaktadır: “Oruçlu olan kimse unutarak yese veya içse, bu, ona Allah’ın gönderdiği bir rızktır. Buna kaza gerekmez”.

Görüldüğü gibi Kurtubî aşırı mezhep taassubuna dalmamış, bazen gerektiği yerde, delillere dayanarak, mezhep imamının görüşlerine dahi muhalefet etmiştir. Kurtubî bu tefsirinin mühim bir kısmını Ebû Bekr b. el-Arabî’nin eserlerinden ve bilhassa Ahkâmu’l-Kur’ân’ından iktibas etmiştir. Görüşlerini, genellikle İbnu’l-Arabi’den almış olmasına rağmen onu tenkit ettiği yönler de olmuştur. Bu tenkitlerin bazıları ilmi konularda olmuş, bazıları da İbnu’l-Arabî’nin muhaliflerine karşı olan sert tutumu konusunda olmuştur. Kurtubî, Ebû Bekr b. Arabî’den, ismini zikrederek bol bol iktibaslarda bulunmuştur. Meselâ İbnu’l-Arabî’nin, Kudüs’te bulunduğu sırada, hocası Reyhânî ile Hanefî âlimi Sâgânî arasında cereyan eden “Hareme sığınan kâfir öldürülür mü? şeklindeki münakaşayı Kurtubî eserinde aynen nakletmiştir.

Yine, İbnu’l-Arabî’nin bazı şeyhlerinden aldığı, Bakara Sûresi’nin 1000 emir, 1000 nehiy, 1000 haber ihtiva ettiğine dâir sözlerini eserinde aynen nakleder. Kurtubî tefsirinde, En’âm Sûresi’nin 59. âyetinde, Allah’ın indinde olan beş gaybden bahsederken, güneş ve ay tutulacağını haber verenlerin durumu hakkındaki sözleri aynen, İbnu’l-Arabî’den almış ve ondan iktibas ettiğini gösteren bir ifade kullanmamıştır.

Kurtubî, yine ne yerini ve ne de nakledenini zikretmeksizin, İsâ b. Musa, el-Hâşimi’nin çok sevdiği karısı için “Aydan daha güzel değilsen, benden üç talakla boşsun” demesi üzerine ortaya çıkan meselede, Hanefî olan bir zatın, Tîn Sûresi’nin 4. “Biz insanı en güzel şekilde yarattık” âyetini okumastyla halledilmesi hususunu aynen İbnu’l-Arabî’den nakletmektedir. Bu eser üzerinde yapılacak iyi bir araştırmada, Kurtubî’nin bu büyük tefsirinde, gerek işaret edilerek ve gerekse işaret edilmeyerek yapılan iktibasların pek çok olduğu anlaşılacaktır.

Kurtubî geniş şekilde İbnu’l-Arabî’den istifade ettiği halde, bazen de onu tenkit etmekten geri kalmamıştır. Meselâ, Bakara Sûresinin 65. “…Onlara aşağılık birer maymun olunuz, dedik…” âyetini tefsir ederken şöyle der:

Bu konuda iki görüş olduğunu söyler. Bugünkü maymunların meshedilenlerin neslinden geldiğine kail olanlar ile meshedilen maymunların nesil vermediklerini ve üç günden fazla yaşamadıkları görüşüne sahip olanlar. İbnu’l-Arabî ilk görüşü benimsemektedir. Kurtubî ise, delillere dayanarak bu iki görüşten ikinciyi tercih etmektedir.

Yine Bakara Sûresi’nin 196. “Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alıkonulursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderin…” âyetindeki, hacdan menetmek ve alıkoymak mânâsına gelen “Ihsâr” kelimesini, İbnu’l-Arabî açıklamaya çalışırken “Bu âyet müşkildir ve zorluklar vardır” demektedir. Kurtubî bu söze itiraz edip, diyerek bu âyette bir müşkilâtın olmadığını açıklamaya çalışır. “Ihsâr” kelimesinin düşman sebebi ile olacağına dâir görüşü ele almakta ve bu görüş hakkında İbnu’l-Arabî’nin “Bu görüş âlimlerimizin tercih ettiği kavildir” sözüne, Kurtubî şiddetle itiraz ederek “Ihsâr’ın düşman sebebi ile değil, hastalık sebebi ile olacağı görüşünü benimsemektedir: İbnu’l-Arabi’nin görüşünün sadece Eşheb’in görüşü olduğu ve Mâlikilerin büyük bir kısmının bu görüşe muhalif olduklarını söyleyerek, İbnu’l-Arabî’nin buradaki her iki görüşüne itiraz ettiği görülmektedir.

Kurtubî, bazen İbnu’l-Arabî’yi tenkit etmiş ise de, “İbnu’l-Arabî dedi ki” şeklinde başlayan sözleriyle hiç isim belirtmeden aldıkları da gözönüne alınırsa, İbnu’l-Arabî, Kurtubî’nin en önemli kaynaklarından biridir diyebiliz.

Bu tefsir, dil, lugât, fıkhî hükümler, hilâfiyât, muhaddislerin cerh ve tadiline dair pek çok faydalı malûmatı ihtiva etmektedir. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 74. “Sonra kalpleriniz yine katılaştı…” ayetini tefsire geçmeden evvel, ayette geçen “kasvet” kelimesine “salâbet”, “şiddet ve kuruluk” anlamını verir ve sonra bu konuyu açıklayacak haberleri zikreder.

Müellifimiz, tefsirinde aşırı bir mezhep taassubu göstermemiş olmasına rağmen, bazen mezhebine muhalif olan görüşlere şiddetle muhalefet etmiştir. Meselâ, Nahl Sûresi’nin 67. “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki ve güzel rızık elde edersiniz. Düşünen bir cemaat için bunda ibret vardır” âyetini tefsir ederken, İbnu’l-Arabî’nin Ahkâmul-Kur’ân’da, bu mesele hakkında zikrettiği çeşitli görüşleri serdettikten sonra, Hanefîlerin ve diğerlerinin nebizi helal görmeleri hususuna meyletmelerini sert bir dille ayıplar ve bunun haddi tecâvüz etmek olduğunu, şen’î bir şey olduğunu belirterek, bu konuda Mâlikî mezhebinin görüşünü savunur.

Yine Bakara Sûresi’nin 41. “Âyetlerimizi az bir değere karşılık de­ğiştirmeyin…” âyetini tefsir ederken kendi mezhebinin görüşünü savunmaya çalışmaktadır:

Kurtubî, burada Kur’an-ı Kerim’in ücret karşılığında öğretilip öğretilemeyeceği meselesini ele almaktadır. Re’y ehli Zühri’nin bunu caiz görmediğini, çünkü bunun diğer vecibeler gibi bir vecibe olduğunu ve bunda ibadet niyetine ve ihlasa ihtiyaç olduğunu, Allah’a yakınlaşmanın ücretle olamayacağını savunmuşlardır. Kurtubî kendi mezhebine göre Kur’an’ı ücretle öğretmenin caiz olduğunu söyler.

Netice olarak, Kurtubî tefsirinde, araştırmalarında hür, tenkitlerinde nezîh, münakaşa ve cedellerinde insaflıdır ve mütecaviz değildir. Tefsiri her çeşit bilgilerle doludur. Günümüzdeki bazı bilgiler ve teknikler hakkında da konuşur. İnsanlar bu tefsirden yakın zamana kadar mahrum idiler. Son zamanlarda Mısır’da güzel bir baskısı yapılmış ve Müslümanların istifâdesine sunulmuştur.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler