Kimdir

Eş-Şevkani ve Fethu’l-Kâdiri tefsiri hakkında bilgi

Eş-Şevkani ve Fethu’l-Kâdiri tefsiri hakkında bilgi: Bu tefsirin müellifi Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdillah eş-Şevkâni’dir. Yemen’in İmamı, Müftüsü, Şeyhu’l-İslâm’ı, zamanının allâmesi olan bu zât 1173/1760 senesinde Zılka’de ayının 28 inde Hacretü’ş-Şevkân’da doğ­muştur. Babası San’a’ya yerleşmiş ve Şevkânî diye bilinmekteydi. Gelişmesi ve ilk dînî terbiyesi San’a’da babasının yanında olmuştur. Daha sonra zamanının  şöhretli âlimlerinden ilim almıştır. İlme olan sevgisi, ona tarih kitaplarını ve edep  mecmualarını tetkik etme fırsatını vermiş; bu yolda devam ederek, çeşitli ilmî eserleri mütalaa ve hıfz yoluna gitmiş, neticede asrının yeganesi ve imâmı olmuş, herkese üstünlük sağlamış ve ilimde temayüz etmiştir. Kısa zamanda elde ettiği bu başarı sayesinde kıraatte, tefsirde, hadiste, tarihte, edeb ilimlerinde büyük bir başarı sağlamış, Yemen’de zamanının en muktedir ve en çalışkan âlimi olmuştu Bu ilimleri elde edebilmek için pek çok âlimden istifade etmiş, kendisinden de pek çok kimse faydalanmıştır. İlim aldığı kişilerden bir kaçını şöylece sıralayabiliriz: Evvela babası Ali eş-Şevkânî, Abdurrahman b. Kasım el-Medâinî, Ahmed b. Âmir ei-Haddâî, Ahmed b. Muhammed el-Harrâzî, Abdullah b. İsmail en-Nehemî, el-Kâsım b. Yahya el-Havlânt, el-Hasan b. İsmail el-Mağribî, Abdulkâdir b. Ahmed, Ali b. İbrahim b. Ahmed b. Asım …

Oğlu Ali b. Muhammed eş-Şevkânî, Huseyn b. Muhsin es-Sebu’î el-Ensârî, el-YemânL Muhammed b. Hasan eş-Şecenî ez-Zimârî, Abdulhak b. Fadl el-Hindî, Muhammed b. Nasır el-Hâzımî gibi meşhur alimler ise kendisinden ilim almışlardır.

Şevkânî 20 yaşından itibaren San’a’da fetva vermeye başlamıştır. Günde 13 saat ders okuttuğu söylenir. Muhammed eş-Şevkânî başlangıçta Zeydiye fıkhını okumuş, bu mezhebe göre fetva vermiş ve o mezhebin en büyük imamlarından biri oimuştu. Daha sonra hadis ve diğer ilimlerle meşgul olunca, bilgisi geniş-İemiş ve kendisinde ictihâd yapabilme salâhiyetini görmüştür. Bu andan itibaren Zeydiye mezhebini taklid etmekten vazgeçmiş ve bütün mezheplerin görüşlerini bir tenkid süzgecinden geçirdikten sonra, yazmış olduğu “el-Kavlu’l-Mufîd fi Edilleti’l-İctihâdî ve’t-Takiîd” adlı eserinde, taklidin haram olduğuna kail olmuş ve bütün mezheplere karşı, bu yönden bir cephe almıştır. Şevkânî, içtihada girişerek eski mezhebi Zeydiye’yi terk ettiği için, muasırlarım hücumuna uğramış, aralarında münazara ve münakaşalar olmuş, hattâ San’ada fitne hareketlerinin kopmasına ramak kalmıştı. Ehlibeyt’in mezhebini yıkmakla itham olunmaktaydı. Halbuki kendisi ehlibeyt’e bağlı bir kimse idi.

Akîde yönünden, Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin tesiri altında kalmış, Kur’ân ve hadislerde geçen  Allah’ın  sıfatlarını  te’vil ve tahrife tâbi tutmamış ve zahir manalarına hamlederek, anlatmaya çalışmış ve bu konuda yazdığı “et-Tuhaf bi Mezhebi’s-Selef” adlı eserinde, selef görüşüne sahip olduğunu göstermiştir.

Velûd ve araştırıcı olan Şevkânî, çeşitli alanlarda pek çok eser telif etmiştir. Abdurrahman el-Ehdel’in bazı mutemed kimselerden beyanına göre, Şevkânî’nin eserlerinin adedi 114’e uluşmaktadır. Müelifimiz 1250/1834 senesi Cumade’l-Âhire’nin 27 sinde San’a’da vefat etmiştir.

 

Tefsirdeki Usûlü

 

Çok eser yazan ve araştırıcı bir vasfa sahip olan Şevkânî’nin eserlerinin bir kısmı basılmış, büyük bir kısmı da kütüphanelerde yazma halinde bulunmakta­dır. Üzerinde duracağımız tefsirinin adı “Fethu’l-Kadîr el-Câmiû-Beyne Fenni’r-Rivayeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsir” dir. İsminden de anlaşılacağı üzere, hem rivayet hem de dirayet usûllerini cem eden mühim bir tefsirdir. Müellif, mukaddimesinde 1223/1808 senesi Rebiu’l-Âhirinde tefsiri yazmaya başladığını 1229/1814 senesi Receb’inde de bitirdiğini kaydetmektedir.

Bu tefsir Mısır’da 5 cild halinde 1349 da basılmış ikinci tabı da 1383/1964 de yapılmıştır.

Şevkânî’nin, bu tefsirinde, kendinden evvelki şu müfessirlerden ve eserlerin­den bol bol istifade ettiği görülmektedir. Ebû Ca’fer en-Nahhâs (ö. 337/948); Abdullah b.Atiyye ed-Dımaşkî (ö. 383/993); Abdulhak b. Atiyye (ö. 546/1151); ez-Zemahşeri (ö. 538/1143); el-Kurtûbî (ö. 671/1273) ve es-Suyûtî (ö. 911/1505).

Şevkânî tefsirinde takip etmiş olduğu yolu, mukaddimesinde açık bir şekilde izah etmeye çalışmıştır. Besmele, hamd ve salattan sonra, tefsir ilminin fazileti üzerinde durmakta ve bu konuda Hz. Peygamberi “Allah’ın kelâmının, şâir kelâma olan fazileti, Allah’ın mahlûku üzerine olan fazileti gibidir” sözünü naklederek sonuçlandırmaktadır. Daha sonra;

Müfessirierin genellikle iki fırkaya ayrıldıklarını, birinin, tefsirlerini tamamen rivayete dayandırdıklarını, diğerinin ise, Arap diline ve ulûmu aliyyeye önem verip, rivayete önem vermediklerini söylemektedir. Kısacası tefsin, rivayet ve dirayet yönlerinden iki kısma ayırmaktadır. Şevkânî tefsirdeki bu iki yolu tahlil ettikten sonra, Kur’ân’ın ne sadece rivayet ve de sadece dirayet yoluyla tefsi­rinin mümkün olamayacağını, her iki yol ile yazılmış tefsirlerin birçoğunda isabet bulunabileceği, fakat tam ve mükemmel bir tefsir olabilmesi için, her iki yolu birleştirip, onlardan istifâde etmek gerektiğini belirtmiş ve tefsirini her iki yolun sağlam esasları üzerine kurmayı tasarlamıştır. Rivayet ve dirayet tefsirlerinin kuvvetli ve za’af noktalarını araştırmış, bu hususta denilenleri ince­lemiş ve her iki tarafın en sağlam yönlerinden istifâde etmiş ve uyguladığı meto­dunu tefsirine ad olarak vermiştir: “ Fethu’l-Kadîr el-Câmi Beyne Fenni’r-Rivâye ve’d-Dirâye min İlmi’t-Tefsir” adlı eserinin tanıtışını kendi ağzından dinleyelim:

“Bu tefsir her ne kadar hacmi büyükçe ise de ihtiva ettiği bilgiler çoktur. Araştırma yönü ve maksada isabeti iyidir. Diğer tefsir kitaplarındaki dağınık bir şekilde bulunan güzellik, fâide ve kaideleri muhtevi olması yönünden önemlidir. Şu tefsirin sıhhati hakkında bilgi almak istersen, işte yeryüzündeki tefsirler rivayet yönünden muteber olan tefsirlere bak, sonra dirayet yönünden muteber olan tefsirlere dön. Şu iki cins tefsire baktıktan sonra, bir de bu tefsire bak. Böyle yaptığın takdirde, gözler önünde sabahın aydınlığını görürsün. Senin için bu kitabın, özlerin özü, insanı hayrette bırakanların acâibi, isteyenlerin hazinesi, akıllıların ihtiyaçlarını gidereceği son mahal olarak müşahede edersin. Bu kitaba, Yüce Allah’tan meded talep ederek, başlangıçtan sonuna kadar gayeye ulaştırmasını dileyerek “Fethu’l-Kadîr el-Câmiu Beyne Fenni’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min ilmi’t-Tefsir” adını verdim. Yine yüce Allah’tan, ondan faydalanmayı devam ettirmesini ve kesintisiz olarak onu istifade edilecek bir hazine kılmasını temenni ederim”

Daha sonra müellifimiz, muhtelif eserlere istinad ederek, Kur’ân’ın faziletine dair olan haberleri toplamaktadır.

Şevkânî’nin bu tefsirine bakarsak, tefsir kollarının her ikisini de tefsirinde de­nediği görülür. O evvela âyetleri zikreder, sonra ma’kûl ve makbul bir şekilde tefsir eder. Bu genel izahattan sonra seleften gelen tefsir rivayetlerini ele alır. Âyetler arasındaki münasebeti ihmal etmez, pek çok, lugâvi bilgilere girişir ve onları el-Ferrâ, Ebû Ubeyde ve el-Müberred gibi dil imamlarından nakleder. Zaman zaman yedi kıraate de temas eder. Yeri geldikçe fıkıh âlimlerinin mezheb görüşlerini de ihmal etmez. Onların ihtilaflarını ve delillerini gösterir, on­lardan istinbat eder ve tercihlerde bulunur. Onlardan hüküm çıkarma hususunda kendisine geniş bir hürriyet bahşeder ve kendisini bir müctehid olarak görür.

Müellifimiz bazı rivayetlerin zayıf olup olmadığına, bir kısım tefsir yönlerinin hangisinin tercihe lâyık olduğuna, fıkıh ve kelâma âit bazı meselelere ve Fahruddin er-Râzî gibi müfessirierin tefsirlerine bakılmasını tavsiye etmekte ise de, hadisci olmasına rağman, naklettiği haberlerin bazısının iyi bir tenkide tâbi tutulmadığı, hatta bazı zayıf ve mevzu haberleri naklettiği görülür. Meselâ, Mâide Sûresi’nin 55. “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, onun Peygamberidir, Allah’ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, o müminlerdir” âyetini tefsir ederken İbn Abbas’tan şöyle bir rivayet zikredilir:

Bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilmek istenen hâdise, Hz. Ali’nin rukûda iken yüzüğünü tasadduk etmesi olayıdır. Bu ve buna âit diğer rivayetler ilim eh­linin kesinlikle mevzu olarak ele aldığı haberlerdir. Kendisi bir hadisçi olmasına rağmen, bunların mevzuluğuna işaret etmemiş ve sahîh imiş gibi rivayet etmiştir.

Keza Şevkânî, Mâide Sûresi’nin 67. “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni, insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez” âyetinin tefsirinde Ebû Sa’îd el-Hudrî’den şöyle bir rivayet nakleder:

Bu iki rivayeti ve ondan sonra zikrettiği haberleri tahkik etmeksizin nakleder. Müellifimiz Şevkânî genellikle eserlerinde ve tefsirinde takfîdi ve mukallidlerin durumunu ele almış, onları yeterince kötülemiştir. Bu işte biraz da aşırı giden ve titiz davranan yazar, babalarını ve ecdadını taklid eden müşriklerden bahseden âyetler geçtikçe, bunları fıkıh mezhep imamlarını taklid edenlere uygulamağa kalkmış ve onları Allah’ın kitabını terk etmek ve elçisinin sünnetine yüz çevir­mekle itham etmiştir. Kafirler hakkında nazil olan ayetleri imamlara tabi olanlara ve onları taklid edenlere tatbik etmesi, sert bir davranıştır.

Bu hususa âit, tefsirinden bazı örnekler vermeye çalışalım: Meselâ, A’raf Sû­resinin 28. “Onlar bir fenalık yaptıkları zaman, babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti derler. De ki, Allah fenalığı emretmez. Bilmediğiniz şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz” âyetini tefsir ederken şöyle der:

Bu âyette hak yoluna muhalif olan mezhepler hakkında atalarımızın yoluna tabiyiz diyen mukallidler için büyük bir engel ve açık bir va’zu nasihat vardır. Çünkü bu, hak ehline değil de küfür ehline tâbi olmaktır. Zira onlar “Atalarımızı böyle bir yol üzere bulduk ve onların yollarına tâbi oluruz” derler. Yine onlar:

“Atalarımızı bu yol üzere bulduk ve Allah, bizlere onların yolunu emretti” derler. Mukallidin, Allah’ın emrettiği yol budur, diyerek, atalarının gidişatıyia aldanması olmasaydı, yanlış yolda kalmazdı. Yahûdinin Yahudiliği, Nasrâninin Nasraniliği, bidatçının bidatçılığı, hep atalarını Yahudilik, Nasranilik ve bid’atçılık üzere bulmalarından ileri gelmiştir. Onlar kendi nefislerine bakmaksızın atalarının bulunduğu yolu hak ve Allahın onu emretmiş olması zannından hareket ederek, bu hususları güzelleştirmişlerdir. Halbuki onlar hakkı vacip olduğu gibi talep etmemişler, lâyık olduğu şekilde araştırmamışlardır. İşte bu sırf takliddir ve hâlis bir kusurdur.

Müellifimiz, mukallidin durumunu böylece anlattıktan sonra, bunu “İslâmî mezheplere tatbik etmeğe girişerek” onların dalalet üzere devam ettiğini şerri hayırla, sahihi sahîh olmayanla, fâsid görüşü sahîh görüşle karıştırdıklarını, Allah’ın bu ümmete tek bir eiçi gönderdiğini ve ona ittibâ edilmesini emrettiğini ve ona muhalefeti nehyettiğini belirttikten sonra “…Peygamber size ne verirse alın, sizi neden menederse ondan geri durun…” âyetini zikretmektedir. Eğer mezheb imamları ve tâbiierinin görüşleri kullara deli! olsaydı, şüphesiz bu ümmetin re’y ehli sayısınca müteâddid pek çok resulleri olması gerekirdi ve Allah’ın teklif etmediği şeyleri insanlara teklif edenlerin bulunması icâb ederdi. Allah’ın kitabının ve Rasûlünün sünnetinin varlığı yanında ve onlardan istifade yolları ve anlama vasıtaları ve akıl melekesi e!de bulunurken, böyle bir durum, ne kadar hayrete düşüren bir gaflet ve hak’tan ne büyük bir zühuldür” demektedir.

Yine Enbiyâ Sûresi’nin 52-54. “İbrahim babasına ve milletine, bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir? demişti. Babalarımızı onlara tapar bulduk, demişlerdi. “Andolsun ki sizler de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz deyince” âyetlerini tefsir ederken şöyle der:

İslâm milleti ehlinden olan şu mukallidler de böylece cevâb verir. Kitap ve sünnette âlim olan, onlara delille reddedilmiş sırf re’y ile ameli inkâr etse onlar, kendilerini taklid ettiğimiz, görüşlerini aldığımız atalarımız, tâbi bulunduğumuz imamımız, böyle dedi derler. Oniara verilecek cevap, İbrahim Halilullah’ın müşriklere verdiği cevaptır:

“Andolsun ki, sizler de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” yani hiç kimseye gizli olmayan açık bir hüsrandasınız. Bunlar akıl sahibine kapalı değildir. İbrahim’in kavmî, zarar ve menfaat vermeyen, işitmeyen ve görmeyen putlara tapıyordu. Bundan daha ileri bir dalâlet, bunun seviyesinde bir hüsran olmadı, İslâm’da olan şu mukaiiidler Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini, İslâm âlimlerinden bir âlimin içtihâdlarının toplandığı bir kitapla değiştirdiler…” diyerek, mukallidleri, hakiki âlimlere  nisbetle âlim  olmaya  lâyık görmediği  mezhep  imamlarını  zemmet­mektedir.

Şevkânî, tefsirinde Allah yolunda şehid olanları mecazî değil de hakiki ha­yatları ile rabbleri indinde canlı olarak rızıklandıklarını söyler. Âli İmrân Sûresi’nin 169. “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın bilakis Rablari katında diridirler” âyetini tefsir ederken şöyle der:

İlim ehli, bu ayette zikredilen şehidlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etti. Bazıları onları Uhud, bazıları Bedr ve bazıları da Bi’r-i Maune şehidleri dediler. Ayet hususi bir sebep için nazil olsa da itibar sebebin hususiliğine değil, lafzın umumi oluşunadır. Cumhur indinde ayetin manası,

“Onlar muhakkak, canlı bir hayattadır” şeklindedir. Sonra ihtilaf ettiler. Onlardan bazıları:

“Onlara kabirlerinde ruhları iade edilir ve orada nimetlenirler” dediler. Mücahid:

“Onlar cennet meyveleriyle rızıklandırılırlar” dedi. Yani orada bulunmadıkları halde, onun kokusunu alırlar. Cumhurdan gayrisi da şöyle bir görüşe vardılar:

“Onların hayatı mecazi bir hayattır. Yani onlar Allah’ın hükmünde, cennetteki nimetlere müstahaktırlar. Sahih olan görüş ilkidir. Mecaza gitmeye hiçbir sebep yoktur. Zira sünnette de onların ruhları yeşil kuşların karınlarında ve onlar da cennette rızıklanıyorlar, yiyorlar ve metalanıyorlar” denilmektedir.

Şevkâni, şehidler hakkında cumhurun görüşünü savunurken, enbiya ve evliya ile Allah’a yaklaşmayı (tevessülü) inkar eder. Bu şekilde hareket edenlerle mücadele ederek onları cahiliye devrine dönmüş olmakla itham eder. Meseia Yunus Suresinin 49. ayetindeki: “De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve bir zarar verecek durumda değilim…” ayetini tefsir ederken Allah’ın Rasûlünün ancak Allah’ın yardımıyla yapabileceği şeylerle tevessül etmeye kalkışanlara büyük bir va’zu nasihat ve açık bir zecrinin bulunduğunu ve bu işin ancak Allah tarafından yapılabileceğini, peygamberlerin de birer kul olduğunu ve Peygamberin de bu âyette bunu açık bir şekilde belirttiğini izah ederek, Allah’tan başka Allah’ın olmadığına ve Allah’ın bir olduğuna işaret ettikten sonra şöyle der:

“Ey Muhatap, bundan daha garibi, ilim ehlinin bu zümrenin hareketlerini görüp, onlara ses çıkarmamaları ve onların cahiliye dönemine hattâ daha be­terine dönüşlerine engel olmamalarıdır. Bunların yaptıkları cahiliyye döneminde yapılanlardan daha beterdir. Çünkü, müşrikler, Allah’ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu, diriltip öldürdüğünü, zarar ve menfaat verdiğini itiraf ediyorlardı. Fakat yine onlar Allah indinde putlarını, kendilerini ona yaklaştıran şefaatçi olarak kabul ediyorlardı. Bunlar ise aracı kabul ettikleri şahısların, zarar ve menfaata kadir olma sıfatını veriyorlar. Bazen onlara tek başlarına, bazen de Allah’a vesile kılarak onunla birlikte yalvarıyorlar (nida ediyorlar). Bu kötü işi işitmek sana yeter. Allah dinine yardım eder, şeriatını şirk pisliğinden, küfür kirliliğinden temizler. Şeytan -Allah onu zelil ve rüsvay kılsın – bu vesilelerle gayesine ulaşmak ve gönlünü soğutmak için tevessül eder. Şu mübarek ümmetten çok küfreden kimseler, zannederler ki yaptıkları şeyler güzeldir… “Biz Allah’a aidiz ve biz ona dönücüyüz” diyerek, Allah’a yaklaşmak için her hangi bir vasita ile tevessülü şiddetle reddeder. Allah’ı yaratıcı, rızık verici, yaşatan, öldüren, zarar ve menfaaât veren olarak tanıyan bir kimseye, evliyalardan medet umması sahîh olmaz. Yine onlardan hastalıklar için şifâ, kalplere muhabbet vermesi ve bunun gibi şeyler istemenin de caiz olmadığını ifâde etmektedir.

Şevkâni’nin hayatından bahsederken, her ne kadar Zeydî bir sistem içeri­sinde gelişmiş ise de, sonradan hakikat yönüne yapmış olduğu dönüşlerle, selef akidesine sahip olduğunu söylemiştik. O, Kur’ân’da geçen müteşâbih lafızları zahirî manalarına göre anlamaya çalışmış, onun keyfiyetini Allah’a havale et­miştir. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 255. “… Onun kürsisi (hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır…” âyetini tefsir ederken, Kürsî, ileride beyan edileceği gibi zahir olan görüşe göre, sıfatı hakkındaki hadislerle belirtilen cisimdir. Mûtezile’den bir cemaat kürsînin varlığını nefyetti. Bunlar açık bir şekilde hata ettiler, büyük yanlışlığa düştüler. Seleften bazıları da, burada kürsî, ilimden ibarettir dediler. Bu görüşü İbn Cerir et-Taberî tercih etti. Allah’ın Kürsî’si hakkında arz ve semâları tutan kudreti.., arş, O’nun azametinin tasviridir, bu lafzın hakikatle ilgisi yoktur, denildi. Yine onun hak­kında “Mülk” manası verildi. Doğru olan ilk olanıdır. Mücerred hayaller ve sa­pıklıklarla, hakîki manadan yüz çevirmeye lüzum yoktur, demektedir. Yani bu konuda kürsînin hakiki manası ile cisim olduğunu, mecazî manalara gitmeye lü­zum olmadığını ifâde etmektedir.

Yine Şevkânî, A’raf Sûresi’nin 54. “Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden…” âyetini tefsir ederken, diyerek “Allah’ın arş üzerine istivası hususunda âlimlerin ihtilaf ettiğini ve bu ko­nuda  görüş serdedildiğini, bunlardan doğruluk yönünden en hakîki ve evlâ olanın selef-i sâlihin, Allah’ın bir şey üzerine istivasının keyfiyetinin bilinemeye­ceği, belki caiz olmayacak şeylerden, O’nu tenzîh etmek suretiyle, O’na lâyık bir yönle olabileceği”, görüşünü benimsemektedir. Görüldüğü gibi, Kur’ân’ın müteşâbih âyetlerinde, selefin görüşü olan mecaza gitmekten ziyâde, hakikati benim­semekte ve onun keyfiyeti üzerinde durmamaktadır.

Başlangıçta Zeydiye’den bahsederken, onların Mutezile görüşlerinin tesiri al­tında kaldığını ve onlardan bazı fikirleri, aldıklarını söylemiştik. Şevkânî’nin ise, onların görüşlerine meyletmediği gibi, onların görüşlerini reddettiğini ve birçok yerde onlarla şiddetli bir münazaraya giriştiğini görmekteyiz. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 55. “Ey Mûsâ, Altah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız, demiştiniz de gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı” âyetini tefsir ederken şöyle der:

“Onlar, Allah’ın müsaade etmediği dünyada görülmeyi istedikleri için yıldırımla cezalandırıldılar. Mutezile ve onlara tâbi olanlar, dünya ve âhirette Allah’ın görülmesini inkâr ederler. Bunların dışındakiler de, bu görme işinin dünya ve âhirette cevazını ve âhirette tahakkuk edeceği görüşünü savunurlar. Tevatür derecesindeki hadisler kafi delildir ki insaf sahibine, bunları bırakıp Mutezile ileri gelenlerinin ortaya koyduğu şu kelâmı kaidelere sarılması doğru olmaz. Onlar, bu kaideyi aktın ortaya koyduğunu zannettiler. Halbuki bu kaideler çürük bir temel üzerine kurulmuştur. Bunlar, faydalı ilimden yeterince nasibini alamayanların aldandığı kaidelerdir”. Görüldüğü gibi, Mutezile ve aynı görüşte olanlar ve metodlar;, şiddetli bir şekilde tenkid edilmektedir.

Şevkânî yine, Mûtezile’nin “Göz değmesi” ve “Günahların mağfiret edilmesi” hususundaki görüşlerine de muhalefet eder ve şiddetli cevaplar verir. Meselâ, Yûsuf Sûresi’nin 67. “Babaları, oğullarım, tek bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin…” âyetini tefsir ederken şöyle der:

“Mûtezile’den Ebû Hâşim ve el-Belhî gibi bazı Mutezile erkanı göz değmesi­nin tesiri olduğunu inkâr ettiler, dedikten sonra… Kitap ve sünnetin delillerini mücerred akli yorumlarla reddetmek bunların âdetindendir. Sahîh olan hadis­lerde vârid olduğuna göre, göz değmesi haktır. Peygamber zamanında bir ce­maate isabet etmişti. Onlardan biri de Allah’ın Elçisi idi. Bunların, bu şeriatın nassları ile varid olan şeyleri inkâr etmelerinden daha şaşılacak olanı, bazı Mûtezililerin aklî yoruma ve ibarelerin ince tetkikine dayanarak muhalif delille amel edenleri hakir görmeleridir. Buna Zemahşeri’nin tefsirinde yaptığı, örnek verilebilir. Çünkü o, pek çok yerde, şer’i delili uzak bir yorumla bertaraf etmekle kalmaz, yeterince ilmi olmayan kimseleri bâtıl sözlere ve sapık mezheplere düşürecek şekilde ibare üzerinde kabahatler irtikab etmeye cür’et eder. Kısacası, onların şu sözleri pek çok delil, ümmetin selef ve halefinin güvenilir âlimlerinin icmaı ile reddedilmiştir. Göz değmesinin varlığı müşahede ile tesbit edilmiştir. İnsan ve hayvan nev’inden niceleri bu sebepten helak olmuştur” sözleriyle Şevkânî “göz değmesi” ve “nazar’ı kabul etmekte ve kabul etmeyenleri şiddetli bir şekilde tenkîd etmektedir.

Keza yine o, Zümer Sûresi’nin 53. “Ey Muhammed, de ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım. Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.” âyetini tefsir ederken: diyerek   Mûtezile’nin,   günahkârın   tövbe   etmedikçe   mağfiret   olunmayacağı meselesine de itiraz eder.

Müellifimiz Şevkânî, iyi amel işleyen kişilerin cennete girmeye hak kazanma­ları hususunda Zemahşerî’nin görüşünü kabul etmez ve onu şiddetle reddeder. A’raf Sûresi’nin  43. “…Onlara,  işlediğinize karşılık işte  mirasçı olduğunuz cennet, diye seslenilir” âyetini tefsir ederken şöyle der:

“Zemahşeri tefsirindeki, Mubtile’nin dediği gibi (cennete giriş) Allah’ın ihsanı sebebiyle değil, amelleriniz sebebiyledir…” sözüne karşı, derim ki:

Ey miskin, bu, Hz. Peygamber’in sahîh olan sözünde söylediği bir şeydir. Sizler doğruya yapışınız, doğruya yaklaşınız, doğru hareket ediniz. Şunu iyi biliniz ki, sizden hiçbir kimse kendi ameli ile cennete giremeyecektir,” buyurdu. Sahabiler de,

“Ey Allah’ın Elçisi, sende mi amelinle cennete giremeyeceksin?” diye sordular. Allah’ın Elçisi:

“Ben de amelimle girmeyeceğim, ancak Allah beni kendi cani­binden rahmet ile muhafaza edecektir,” buyurdu” Sebebin açıklığı diğer sebebin nefyini gerektirmez. Eğsr Allah’ın işleyene bir tafdili olarak, o işi işlemeye kudret vermemiş olsaydı, asla o hayırlı iş olmazdı. Şayet Allah’ın ihsanı sadece amel işlemeye muktedir kılmaktan ibaret olup, başka olmasaydı.

“Cennete girmek Allah’ın lutfuyladır” diyenler gerçekçi olur, mubtile olmazdı.” Nitekim, Kur’ân’da geçen “Bu nimet Allah’tandır” “O inananları, bol rahmetine kavuşturacak” âyetleri bunu teyid etmektedir.

Verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, Şevkânî, Mutezile görüşlerini benim­sememiş ve o görüşleri şiddetli bir şekilde tenkid etmiştir. Bidayette Zeydiye’den olmasına rağmen, Zeydiye’nin Mûtezilî görüşlerini benimsemediği anlaşılmaktadır.

Halku’l-Kur’ân (Kur’ân’ın mahlûk) olduğu meselesinde, Şevkânî ne ehlisünnetin ne de Mûtezile’nin görüşlerini beğenir. Şüphesiz bu konuda tavakkuf eden âlimlerin görüşlerini tercih eder ve bir görüş serdetmez. Kur’ân kadîmdir veya mahlûkdur sözünü söylemeyen imamlara meyi yoluna gider. Enbiya Sûresinin 2. “Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka, gönülleri gaflet içinde eğlenerek dinlerler” âyetini tefsir ederken:

“Âyette geçen “Zikr” kelimesinin muhdes olmasından dolayı Kur’ân’ın muhdes olduğu neticesini çıkarmak istemişlerdir. Zira buradaki “Zikr” den mak­sat Kur’ân’dır. Bunlara cevap verilir: Harfler ve savtlardan mürekkeb olan şey­lerin hadis olmasına niza yoktur. Zira o, nüzulde yenilenmiştir. Bunun manası: Onun tenzili muhdesdir. Şüphesiz niza nefsî kelâmdadır. Bu mesele, (yani Kur’ân’ın kadîm veya hadis oluşu meselesi) sebebiyle ilim ehlinden pek çok kimse imtihana tâbi tutuldu. Bilhassa Me’mûn, Mutasım ve Vâsık’ın hükümran­lıklarında. İmam Ahmed b. Hanbel için şiddetli bir darb ve uzun bir hapis uy­gulanmıştı. Bu yüzden Muhammed b. Nasr el-Huzâi’nin boynu vurulmuştu. Bu devrede ve bu devreden sonra büyük fitne zuhur etti… Ehlisünnet imamları Kur’ân’ın mahluk ve hadis olduğunu söylemekten çekinmekle isabet etmiştir. Allah onlar vasıtasıyla ümmet-i Muhammedi bid’ate düşmekten korumuştur. Fakat onlar (Allah onlara rahmet etsin) Kur’ân’ın kadim olduğunu söylemekle ileri gitmişlerdir. Hattâ onun hadis olduğunu söyleyenleri tekfir etmekle yetin­mediler, belki de Kur’ân’ın lafzının mahlûk olduğunu söyleyenleri dahi tekfire cür’et gösterdiler. Belki de bu iş üzerinde bir şey söyleyip, vakfedenlerin dahi tekfirine yöneldiler. Keşke onlar bu konuda tevakkuf sınırını aşmayarak bunun ilmini gâibleri en iyi bilen (Allah’a) havale etselerdi. Çünkü, sahabe, tabiin ve onlardan sonraki selefi salihinden fitne başgösterinceye ve bu mesele ortaya çıkıncaya kadar Kelâmla ilgili bir şey duyulmamış ve bu konuda onlardan bir kelime bile nakledilmemiştir, demektedir. Bu mesele hakkında da selefin görü­şünü tercih ettiği anlaşılmaktadır.

Şevkânî’nin tefsin basılmış olarak ilim ehlinin elinde dolaşmaktadır. Buna, sırf İmâmiyenin Zeydiye koluna âit bir tefsir olarak itibar edilemez. Çünkü tefsirin sahibi, misallerde de görüldüğü gibi, taklid kayıdlarını kırmış, mukaliidlerle mücâdele etmiştir. Bu yönden de, mezheb bağlarına bağlı kalmayarak, kendisine araştırmaları için geniş bir hürriyet tanımıştır. Bu sebepten, Mutezile tâliminden olan bazı şeyleri hafife almış, ehlisünnetin bazı yönlerinden de kaçın­mıştır. Tenkidlerini her tarafa doğru yapar. Keşke o, bütün İslâmî mezheblere karşı nezih bir hakem ve insaflı bir münekkid olma pozisyonunu muhafaza edebilseydi? Bu tefsir, tefsir tarihinde tarafgirliklerden mümkün mertebe uzak olan ve kıymet taşıyan tefsirlerden biridir.

Netice olarak, Şia mezhebinin aşırı tutumları bir tarafa bırakılacak olursa, ehlisünnet ve Şia arasında mevcûd olan ayrılıkların bir ölçüde giderileceği inancını dâima korumak isteriz. Bugün yeryüzünde Müslümanlar arasında bir hilâfet kavgası olmadığına göre, Sunnîlerle Şia arasında yapılacak polemik tar­zındaki mücadelelerin İslâm’a zarar vereceğine inanıyoruz. Zira bu mücâdele­den istifade edecek olanlar İslâm düşmanları olacaktır. İki taraf da akılcı yollarla birbirlerini anlamaya çaiışıriarsa aralarındaki ihtilafı hafifletmiş olurlar. İslâm dünyası da bu sayede güç kazanmış olur.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler