Birey ve bireycilik
Birey ve bireycilik: Tuhaf, şaşırtıcı bir tarihi var kelimelerin. Özgün anlamlarının tam karşıtında karar kılıyor birçoğu: ‘in-dividual’ başlangıçta ‘bölünmeyen’ demekti, yani zorunlu bir bağı ifade ediyordu. Oysa bugün başkalarından farklılığı (kopuşu) ifade etmektedir. Bu özgün anlamdan modern anlama geçiş, ‘olağanüstü bir toplumsal ve siyasal tarihin dildeki kaydıdır’, diyor Raymond Williams.1
Zaman bakımından kelimenin en yakın öncüsü in- dividualis, altıncı yüzyılda Latince individuus’tan türetilmiş: in- (olumsuzluk sıfatı), dividere ise Latince ‘bölmek’: yani bölünemeyen, bölünmez olan. Latinler kelimeyi Yunanca atomos’u tercüme etmek üzere kullanmışlar; atomos: kesilemeyen, bölünemeyen.
Boetius (VI. yy) individuus’un anlamlarını şöyle tanımlıyor: Bir şeye çeşitli gerekçelerle birey denebilir: (a) hiç bölünmediği için, birlik ve ruh gibi; (b) sertliğinden ötürü bölünemediği için, çelik gibi; (c) özgül ünva- nı aynı türdeki başka herhangi bir şeye verilemediği için, Sokrat gibi.
Individualis ve individual aslî bölünmezlik anlamında ortaçağ ilahiyatçılarının argümanlarında sıkça görülür, özellikle Teslis’in birliğine dair argüman hususunda: yüce ve indyvyduall Teslis’in haşmeti
ne…” (1425). Yukarıdaki üç anlamdan birincisi XVII. yüzyıla kadar ve o yüzyılda daha çok genel kullanımda sürdürdü varığım:uindividuall , kan ve koca gibi, birbirinden ayrılmayan” (1623); “… indiuiduall Katolik Kilisesi’ni birkaç Cumhuriyete bölecek olan…” (Milton, 1641). Daha çok fizikte kullanılan ikinci anlam aynı yıllarda yerini atom’a terketti. Onyedinci yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana en karmaşık tarihe sahip olanı ise üçüncü anlamdır: tek, başkalarından ayırdedilebi- lir kişi.
Avrupa tarihinde bu ‘tek’, ‘yalnız başına yapabilen’, ‘kendine yetebilen’ kişiyi arayanların gözleri önce İtalya’ya kayıyor, ve daha çok Floransa’ya. Jacob Burc- khardt, İtalyan şehirlerinde şartlar bireysel karakterin yetişmesine elverişliydi diyor. “Özellikle Floransa tarihinde devlet adamları ve halk liderleri o derece belirgin bir kişisel varlık göstermişlerdir ki, o devrin dünyasında istisna kabilinden bile böyle bir şeye rastlamak mümkün değildir. Franco Sacchetti, Capito- lo’sunda iktidar partilerine mensup olup kendi zamanında ölmüş bulunan yüzden fazla isim saymaktadır (1390). Bunlar arasında birçoklan orta çapta insanlar olsa bile bütünü ‘bireyciliğin’ uyanmasını gösteren kuvvetli bir belgedir.”2 İktidar partileri sık sık değişiyor, bireyler de o nispette ‘iktidar zevki’ tadıyor, bunun için çaba harcıyorlardı. İktidarı kaybedenler, tadını aldıkları hürriyeti kaybetmemek ve özellikle iktidara yeniden sahip olmak ümidiyle bireyliklerini daha büyük bir enerjiyle ayakta tutuyorlardı. Altlarındaki ve üstlerindeki insanların nitelikleri hakkında (dolayısıyla kendileri hakkında) giderek keskinleşen bir bilince sahipti ‘birçoklan’. ‘Gelişmiş bir özel hayatın ilk mükemmel programını sunan’ Ev İdaresi başlıklı eserin3 yazarı Agnolo Pandolfini, tacir zümresine, yani bireyliğini herkesten önce keşfedenlere şu öğütleri veriyordu:
“Avama güvenme, cahildir avam, asla doğru dürüst ses vermeyen kırık bir çalgı gibi zevzek ve akılsız güruh. Beylere de güvenme, boyuna borçlanıp hiçbir zaman geri ödemeyen beyler. Dükkânından ayrılma. Mürekkebe batık olmalıdır tacirin elleri, her şeyi kaydetmelidir: alışları, satışları, sözleşmeleri, teslim alınan mallan, gönderilen malları. Kalemin hep elinde bulunmalı ve tezgâhtarlarına gözkulak olmalısın. İyi bir iş kurmanın yolu burdan geçer.”4
Birey’in aksine, bireycilik son derece modern bir kelimedir. Oxford Sözlüğü kelimenin ilk kullanımını Henry Reeve’in de Tocqueville’den yaptığı Amerika’da Demokrasi çevirisinde buluyor (1840). Reeve dipnotta kelimeyi doğrudan Fransızcadan uyarladığı için özür dilemektedir, çünkü “ifadeye tam denk gelen hiçbir İngilizce kelime bulamamıştır”. De Tocqueville, terimin anlamını şöyle açıklıyor:
“Bireycilik, yeni bir fikrin doğurduğu yeni bir ifadedir. Babalarımız sadece bencillik (egotizm)e aşinaydılar. Egotizm, insanı her şeyi kendi kişiliğine bağlamaya ve kendini dünyadaki her şeye tercih etmeye götüren, ihtiraslı ve abartılı bir benlik aşkıdır. Oysa, olgun ve sakin bir duygudur bireycilik, cemaatin her üyesini hemcinsi olan yaratıklar kitlesinden ayrılmaya niyetlendiren bir duygu: aile ve dostlarından uzaklaşır; öyle ki, kendine bu şekilde küçük bir çevre kurduktan sonra, gönüllü olarak büyük, toplumu kendi hâline terkeder… bireycilik demokratik kökenlidir ve şartların eşitliği ile aynı oranda yayılma tehlikesi vardır.”5
Ondokuzuncu yüzyıl nevzuhur kelimeler yüzyılı: sosyalizm, komünizm, individualizm… Lamennais, sadece fizik dünyayı tanıyan, manevî dünyayı umursamayan, düşünceyi uzviyetinin eseri sayıp onu maddeleştiren6 bireyci Avrupalıyı ‘aklıselîm’e çağırıyordu: “İnsan ancak toplum içinde yaşar; kurumlar, kanunlar, hükümetler bütün güçlerini fikir ve iradelerin belirli bir bileşiminden alırlar.” İtaatsiz güç nedir, diye soruyordu, vazifesiz kanun ne? İtaat ve görev fikrini öldüren bireycilik, böylece hem gücü (iktidarı), hem kanunu tahrip eder. “Çıkarların, tutkuların, sayısız görüşlerin dehşet veren bir karışıklığıdır geriye kalan.”7
Bireycilik (‘individualisme’) kavramını sistemli biçimde ilk kullananlar, Saint-Simon’un şakirtleri (1820’ler). Karşı-devrimcilerden yanaydı Saint-Simon- cular: onların Aydınlanmanın bireyi yüceltmesine yönelik eleştirilerine katılıyor, sosyal atomlaşma ve anarşiden nefretlerini onaylıyor, organik, istikrarlı, hiyerarşik ve ahenkli bir sosyal düzen arzularını paylaşıyorlardı. Ancak, bu fikirleri tarihi bakımdan ‘ilerlemeci’ yönde uyguluyorlardı: sosyal düzen geçmişin dinî ve feodal düzeni değil, geleceğin endüstriyel düzeni olacaktı. Hakikatte, ustalarının fikirlerini eylemci ve etkin bir seküler dine dönüştürmeye çalışıyorlardı: ondo- kuzuncu yüzyıl Avrupasımn Katolik ülkelerinin palazlanan kapitalizmi için bir ‘Protestan ahlâkı’ işlevi gören ideolojik bir güç.8
Bireycilik, daha özgül olarak, her yurttaşı kendini çevresindeki kitleden tecrit etmeye yönelten, aile ve dostlarından ayıran, büyük toplumu terkedip tekbaşı- na kalmasına yol açan kasıtlı ve barışçıl bir düşünce idi. İlk elde sadece toplum hayatının erdemlerini baltalıyor, fakat uzun vadede bütün diğer erdemlere saldırıp yıkıyor ve sonuçta salt bencilliğe dönüşüyordu. Demokrasi, diyordu Tocqueville, insana sadece atalarını unutturmakla kalmaz, torunlarını da gizler ondan ve onu çağdaşlarından ayırır; onu durmaksızın geriye kendi üzerine atar ve nihayette tamamen kendi kalbinin yalnızlığına hapseder. Babalarımızın dilinde “bireycilik” kelimesi yoktu, çünkü onlann zamanında bir gruba mensup olmayan ve mutlak anlamda yalnız telakki edilebilecek hiçbir birey mevcut değildi.
Almanların dilinde bir hakaret kokusu taşıyordu kelime. Friedrich List, toplum ve ekonominin organik tabiatını, ve iktisadi faaliyetin tarihi ve milli çerçevesini vurguluyor, iktisadi hayatı sosyal bağlamından kopardıkları gerekçesiyle klasik iktisatçılara saldırıyordu. List böylece serbest ticaret ve laissez-faire savunuculuğu yapan klasikleri şu niteliklerle itham ediyordu: Kosmopolitismus, Materialismus, Partikularismus ve hepsinden önemlisi Individualismus yani, milli toplum refahının bireysel servet kazanımma feda edilmesi.
Ancak, karakteristik referansı gene Alman olan oldukça değişik bir kullanımı daivardı kelimenin. Bu, Romantik ‘bireysellik’ (Individualität ) fikridir: Aydınlanmanın ‘nicel’, ‘soyut’ ve dolayısıyla kısır görülen rasyonel, evrensel ve tekbiçim ölçütlerine karşıt olarak, Romantiklerin Eigentümlichkeit diye adlandırdıkları bireysel benzersizlik, özgünlük ve kendini-ger- çekleştirme fikri. Georg Simmel, atomlaşmış ama temelde farklılaşmamış bireyleriyle onsekizinci yüzyıl bireyciliğine âykın gösterdiği ‘yeni bireycilik’ hakkında şunları yazıyordu: yeni,‘Alman’ bireyciliği, ‘bireyselliğin’ bireyin eşsizliği noktasına kadar, tabiatında ve eserinde “çağrıldığı” şeye kadar derinleştirilmesiyle elde edilen farklılık bireyciliği’dir. Birey, ‘bu özgül, yeri doldurulmaz, veri birey’ oldu ve ‘kendi eşsiz imgesini gerçekleştirmeye çağrıldı yahut bu ona mukadder kılındı’. Onsekizinci yüzyılın nicel bireyciliğine karşıt olarak, yeni bireyciliğe nitel bireycilik denebilirdi; yahut teklik (Einzelheit /singleness) bireyciliğine karşı benzersizlik (Einzigkeit /uniqueness) bireyciliği. Romantizm, sayesinde bu bireyciliğin ondokuzuncu yüzyılın şuuruna ulaştığı en geniş kanaldı belki. Goethe sanatsal, Schleiermacher metafizik temelini kurmuşlardı yeni bireyciliğin; Romantizm ise onun duygusal- deneysel temellerini atıyordu.
Steven Lukes, Fransız ve Almanların bireycilik kavramına yükledikleri anlamların çarpıcı bir sentezini Jacob Burckhardt’ın yukarıda alıntıladığımız eserinde buluyor. Burckhardt, Rönesans çağının İtalyan karakterinin başlıca yönlerini resmederken, onun “temel kötülüğünün… aynı zamanda büyüklüğünün bir şartı olduğunu” söylüyordu: aşırı bireycilikti bu özellik. Vico, Adam Smith ve hocalarından asırlar önce, bireysel “şer” den toplumsal “hayr”ın zuhurunu belagatle dile getiriyordu:
“Vahşet, tamah ve hırs; insanoğlunu saptıran bu üç şer marifetiyle toplum savunma, ticaret ve siyaseti inşa ederek devletlerin kudret, servet ve bilgisine kaynaklık eder; insanı yeryüzünde hiç şüphesiz yıkıma uğratacak bu üç büyük kötülükten medeni mutluluğun doğmasını sağlar.”9
iktisadi bireycilik
Bireyciliğin iktisadi düzlemde kapitalizm ve siyasi düzlemde liberal demokrasi ile kaynaştığı ülke: ABD. Orada muazzam ideolojik öneme sahip bir şiar oldu bireycilik: doğal düzen, doğal haklar, hür teşebbüs., bireyin dizginsiz ve müdahelesiz olarak yapmak peşinde
koştuğu her şeyi çağrıştıran, Amerikan rüyasının ta- zammun ettiği her şeyi ifade eden bir şiar. Teorik olarak ilk ifadesini XVIII. yüyıl sonlarında Adam Smith’de buluyorsa da, gerçekte dayandığı “doğal düzen” felsefesi son dönem Yunan Stoik ve Epikürcüleri- ne kadar geri götürülebilir. İktisadi düşünce tarihçisi Eric Roll’e göre, bu gelenek Cicero, Seneca ve Epicte- tus gibi Roma Stoiklerinin eserlerinde yeniden ortaya çıkmış, Rönesans ve Reform dönemlerinde muazzam bir teşvik görmüş, tadil edilmiş bir biçimde Bacon, Hobbes ve Locke’ta kendini yine göstermiş ve Smith’in, fizyokratların ve sonraki radikallerin yazılarında kemaline ermiştir. “Geleneğin özü, kurmaca olana karşı doğal olana güvenmektir.” Smith, yapay tercih ve kısıtlamaları kaldırın, diyor, ‘doğal özgürlüğün açık ve basit sistemi’ kendiliğinden ortaya çıkacaktır.10
İktisadi bireycilik yalın anlamıyla iktisadi hürriyete inançtır; yani açık ve basit doğal özgürlüğük sisteminin işlemesine. Belirli davranış modellerini (mesela kâr maksimizasyonu peşinde koşmayı) ve bunların, içinde geliştiği kurum ve süreçleri haklılaştıran bir öğreti. Kısacası, rekabetin, bütün iktisadi alanlarda müdahalesiz yarışmanın (sonuçta hasıl edecekleri sosyal yarar gözetilerek) kutsandığı bir ‘iman manzumesi’. Liberallerin alkış tuttuğu öğretiye sosyalistler ateş püsküriiyordu ama. Louis Blanc’a göre, kalbi yoktu bu öğretilerin; güçlüğü koruyor, zayıfı tesadüfün kaprisine terkediyorlardı.11
İktisadi bireycilik, iktisadi denetim ve düzenlemelere yer veren her türlü sosyal değeri karşısına alır. H.M. Robertson’un tanımı bu bakımdan son derece tatminkâr ve aydınlatıcıdır:
“Birçok yazarın iddiasının aksine, bireyci hayat şeması ile tipik ortaçağ veya tipik sosyalist hayat şeması arasındaki fark, ‘bireyci hiçbir sosyal ideale sahip değilken’ diğerlerinin sahip olduğu değildir. Doğru olan, bireycinin değişik ideallere sahip olduğudur. Bireycilik, bir öğreti olarak, bireyi ve onun psikolojik eğilimlerini toplumun iktisadi örgütlenmesinin gerekli temeli olarak görür, bireylerin eylemlerinin toplumun iktisadi örgütlenmesini temine yeterli olacağına inanır, sosyal ilerlemeyi birey aracılığıyla, ona kendini özgürce geliştirmesi için her şeyi sunarak gerçekleştirmeyi arar. Bunun için iki kurumun gerekli olduğuna inanır: iktisadi özgürlük(yani, teşebbüs özgürlüğü) ve özel mülkiyet. Farklı bireylerin değişik yeteneklere sahip olduğuna ve her birinin bu yetenekleri diğerleriyle rekabet içinde geliştirmesine müsaade edilmesi gerektiğine inanır. Dolayısıyla, bir sistem olarak, bireycilik serbest ticaret, rekabet ve özel mülkiyet sistemidir.”12
Ivan Illich, iktisadi bireyciliğin tarihini hasetin (kıskançlığın) modernleştirilmesiyle çakıştırmaktadır. Ona göre, tüm geçmiş varoluş biçimleriyle Batı bireyciliği arasında derin bir süreksizlik vardır; bu değişim temel bir kopuş teşkil etmekte ve esas olarak cinsin kaybedilişinden meydana gelmektedir. “Bu toplumsal cins kaybı bireyciliğin tarihi içinde yeterince ele alınmamıştır. Tarihçiler, iktisadi düşünce tarihiyle uğraşanları bile, cinsin kaybedilişinin biçimsel iktisatm konusunu yarattığına dikkat etmiş değiller henüz.” Cins ve cinsiyet kavramlarına —125 anahtar kelimeli— doyurucu bir çalışma ayıran Illich,“Batılı” toplumu cins egemenliğinden cinsiyet egemenliğine (ve cinsiyet ayrımına) geçen, temel ihtiyaçlarını karşılayan malları ‘kendi kurallarına göre işleyen’ piyasa mekanizması aracılığıyla sağlayan bir toplum (K. Polanyi) olarak tanımlıyor. Egonun (ben’in) bir beşer olarak algılanması, ve toplumsal kurumların egonun eşitlikçi beşeri ihtiyaçlarına uyması talebi, tüm modernlik-öncesi bilinç biçimlerinden kopuşu temsil etmektedir. Tüm modern demokratik düşüncenin altında yatan bireyin temel ortak özelliği onun mülkiyetçi ( sahiplenici/possessive) niteliğidir (C.B. Macpherson). Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın bütün hümanizmleri özgür, kendi kendini geliştiren, mülkiyetçi bireyin nihai değerine dayanmaktadır, o kadar ki özgürlük de bir mülk olarak görülmektedir. Mülkiyetçi birey cinssizdir (genderless). Mantıken, ancak hem mülkiyetçi hem de cinssiz olan birey siyasal iktisatm dayanağı olan nedret (ender- lik/scarcity) varsayımına uyabilir. Homo economicus ‘un kurumsal “kimliği” cinsi dışlamaktadır. O, iktisa- den nötrdür. Ekonominin öznesi olan çağdaş, cinssiz, mülkiyetçi birey ‘marjinal fayda’ mülahazalarına dayanan kararlarla yaşar. Her iktisadi karar bir enderlik duygusuna gömülüdür ve böylece geçmişte aşina olunmayan bir haset türüne meyleder. Modern üretken kurumlar hasetçi bireyciliği ayna anda hem büyütür hem de gizler; oysa tüm geçmiş çağların geçinmeyi-esas-alan kurumlan onu azaltmak ve teşhir etmek üzere tasarlanmışlardı. İktisadi bireycilik kıskançlığı modernleştirmekte, büyütüp maskelemektedir.13
10. Eric Roll: A history of economic thought (İktisadi düşünce tarihi), Londra, 1978, s. 143-144.
11. Cemil Meriç: Saint-Simon, İstanbul, 1967, s. 17. “Yarışma zevkini azgın bir savaş haline getiren, kuvvetin her yolsuzluğuna alkış tutan, zengini kanma bilmez arzularla kıvrandıran, yoksulu ölüme terkeden rekabet, burjuvazide servet hırsını, tefeciliği, en zalim ve kaba taraflarıyla materyalizmi geliştirecekti. Liberalizmin benimsediği iktisat doktrinlerinin özü: bölüşümü düşünmeden mal üstüne mal yığmaktı. Devlet endüstriye karışmayacaktı. Kalbi yoktu bu doktrinlerin. Güçlüyü koruyor, zayıfı tesadüfün kaprisine bırakıyorlardı.”
12. H.M. Robertson: Aspects of the rise of economic individualism (İktisadi bireyciliğin yükselişinin veçheleri), Cambridge, 1933, s. 34.
13. İvan Illich: Gender (Cins), New York, 1982, s. 12. “Cinsin egemenliğinden cinsiyetin egemenliğine geçiş, beşeri durumda daha önce hiç görülmemiş bir değişimdir. Aslî cinsin (vernacular gender) kaybedilişi kapitalizmin ve sınai olarak üretilen metalara bağlı bir hayat tarzının ortaya çıkması için kesin şarttır.
Mustafa Özel, Birey, Burjuva ve Zengin, İZYAYINCİLIK: 104 iktisat ve Toplum Kitaplığı: 7 İstanbul, 1994