Bilimin Yükseliş ve İnişi
Bilimin Yükseliş ve İnişi: Bu sosyolojik ortam, bilimin gelişebileceği bir zemini ifade ediyor. Ama her müsait zeminden bilim fışkırmaz. İslam’ın zihinleri tahrik etmesi, insanın dikkatlerini Kur’an-ı Kerim’in göklere, bulutlara, denizlere, kısaca tabiata çekerek insan zihninin boyutlarım genişletmesi bu medeniyetin temel sebeplerinden biridir.
Ve yine Kur’an’ın bilimsel ve felsefî temaslar, tartışmalar, alış
– verişler için ortak bir terminoloji külliyatı yaratması, bu ‘sosyolojik’ zeminde bilimin fışkırmasının çok önemli bir sebebidir.
İslam’ın bu farklı kültürler arasında ilişki sağlama, “ortak bir ifade” oluşturma rolüne Braudel de dikkat çeker.
Ama, İslam dünyası böyle zengin bir bilim mirasına, daha da önemlisi ‘deney’, ‘gözlem’ ve ‘ölçüm’ gibi temel bilim metodlarını yansıtan bir zihniyete sahipken bunu kaybetmiştir.
Neden?
Öte yandan Batı, bilimin ‘gözlem’, ‘deney ve ‘ölçüm’ gibi temel metodlarını tümüyle reddeden bir Kilise karanlığını yırtmış, bilhassa “Büyük Yüzyıl” 16. asırdan itibaren gerçek bir bilim devrimini başarmıştır.
Neden?
Geometri örneğinde görüldüğü gibi, tarihte Doğunun ve Batı’nın yaşadığı deneyler gösteriyor ki, bilimin gelişmesi veya gerilemesi ideolojik, hatta ‘felsefî’ bir olay değildir, öncelikle sosyolojik bir olaydır: Toplumda pozitivist bir ideoloji ve felsefenin yerleştirilmesiyle bilim zihniyeti de yerleştirilmiş olmaz. Bunun kanıtı, pozitivist diktatörlüklerde, pozitivist dogmaların zerkedildiği toplumlarda bilimin, hele de temel bilimlerin umulduğu gibi gelişmemiş olmasıdır.
Tarihe bir deney olarak baktığımızda çok ilginç bir tablo dikkat çekiyor. Rahmetli Peyami Safa’nın ortaya koyduğu bir çapraz gelişme seyri: İslam, bilimi geliştirdikten sonra gerilemiş, Batı ise “Karanlık Çağlar”dan çıkarak bilimi geliştirmiştir.
Peyami Safa ya göre bu “çaprazlama tekamül”, stepleşmenin irrasyonalizmiyle, siteleşmenin rasyonelliği arasındaki çapraz ilişkiyi ifade ediyor. Peyami Safa’nın “stepleşme”den kasdı, İslam dünyasında ticaret ve kent hayatının gerileyip ‘bozkırın ağır basmasıdır! İslam, “site”den ve rasyonellikten “stepleşmeye” kaydığı için geriledi. Batı ise, “çapraz tekamül”le, siteleşerek,
rasyonelleşerek gelişti.
İslam medeniyetinin gerilemesinin ve Batı’nın gelişmesinin sebeplerini başka bir çalışmamda daha geniş olarak ele almak istiyorum. Şimdilik şunları söyleyebilirim: Haçlı seferleri İslamı denizden uzaklaştırmış, iç karalara, yani bozkırlara (steplere) kaydırmıştır, İslam dünyasındaki atmosferi ‘ilm’ ve ‘hikmetten ‘askerî’ye yöneltmiştir.
Haçlı seferlerinin olumsuz etkileri sürerken, buna ilaveten, Moğol istilaları İslam dünyasında kent medeniyetini ve dinamik bir kervan ticaretine dayalı yatay hareketliliği tahrip ederek kırsallaşmaya (stepleşmeye) sebep olmuştur.
Moğol istilaları kentleri, kent hayatını, milyonlarca kitapla birlikte kütüphaneleri imha etmiştir! Bu çöküntüde sosyal ve ticari ilişkilerle beraber bilimsel seyahatlerin de durması neticesinde zihinler de daralmıştır. Bu ortam içe kapanmayı ve durgunluğu derinleştirmiştir.
Batınî mistik akımların hızla yaygınlaşması, fıkıhta içtihadın durdurulması, düşüncede taassubun güçlenmesi bu “zemin” değişmesinin eseridir. Sosyal ve ekonomik ilişkilerde içine kapanan toplumların kafaları da kapanır çünkü.
Prof. Hayreddin Karaman İslamda mezhep taassubunun yaygınlaşması ve hukuki düşüncenin (fıkhın) durgunlaşması konusunda şunları yazıyor:
“Önceki devirlerde ilmî seyahatler, adeta bir mektep vazifesi görüyor, uçsuz bucaksız İslam dünyasının bir ucundan diğerine ilim ve görüş alışverişine zemin hazırlıyordu. Bu devirde (Moğol istilası) ise bilginler arasında bu manada irtibatlar kesilmiş, herkes kendi kabuğuna çekilmiştir.”(15)
Batıda da barbar istilaları kent medeniyetini tahrip ederek Hıristiyanlıkta içe kapanmaya, manastır hayatının hızla yaygınlaşmasına, Avrupada “Karanlık Çağlar’ın başlamasına sebep olmadı mı?
Avrupa, verimli iklimin sağladığı avantajla tekrar iktisaden toparlandıktan sonra, kentleşme gelişmiş, coğrafi imkanlarla deniz ticareti canlanmış, deniz aşırı keşifler başlamış ve bu ekonomik dinamizm zihinleri de açmıştır. Avrupa’nın 16. asırda başlayan evrensel “Bilim Devrimi” bu gelişmelere eşlik etmiştir. Hayat zihinleri, zihinler de hayatı canlandırmıştır.
Bilimlerin tarihte daima “site” ve saraylarda, verimli topraklarda, uygun iklimlerde, kentlerde gelişmiş olması, çağımızda 28 ise bilimin esasen sanayi toplumlarının ‘mal’ı olması çok ilginçtir. Hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır.
Bilimin gelişmesi, gelişmiş bir sosyal çevreyi ve açık zihinleri gerektiriyor. Bilim bir paket gibi alınamıyor veya yoktan başla- tılamıyor. Bilimsel temaslar ve birikim, bilimin gelişmesinin zorunlu şartıdır. 10. asırda Muhammed bin Ahmed “sıfır”ı bulmasaydı, onun üstüne 17. asırda Newton tabiata ve kainata ‘gözlem’ olarak bakıp mekanik fiziğin çekim kanunlarını ‘öl- çüm’le keşfetmeseydi, 20. yüzyılda Einstein olabilir miydi?
Şimdi, çağımızda büyük bir sosyal değişmenin ve dünyaya açılmanın şoklarını yaşıyoruz. Siyasi ideolojiler ve yeni mistikleşme eğilimi, tarihteki manastır veya Batınî mistisizm örneklerinde olduğu gibi, bugünkü bunalım çağında da bizi sosyal ve doğal çevremize ve dünyaya kapalı hale getirici etkiler yapmaktadır. Din adına bilime ilgisizlik veya bilim adına din aleyhtarlığı, yaygın mistik ve ideolojik eğilimler olarak, bizi bilimin ‘gözlem’, ‘deney’, ‘ölçüm’ metodlarından ve ‘açık zihinden uzaklaştırmaktadır.
Çağımızda zihinlerimizi dışarıya kapatan başka bir mariz psikoloji de ‘yeni-kabilecilik’tir, etnik taassup ya da etno-santrizm…
Bir kabile gibi kendi üstüne abanan kapalı kafa, laik olsa, dindar olsa, şu veya bu ırktan olsa ne fark eder?!
Bilimi bir ideoloji haline getirmeden, bir ‘gözlem’, ‘deney’ ve ‘ölçüm’ metodu olarak her zamankinden daha fazla savunmak, bu zihniyeti geliştirmek zorundayız. ‘Gözlem’, ‘deney’ ve ‘ölçüm’ demek olan bilim… Bu alanın dışında ve üstünde olan din ve yüksek sanat… Kültürel ve ahlaki değerler… İnsanoğlunun zihinsel spekülasyonu olan ideoloji… Bunları bilimle ve bilimi bunlarla karıştırmamak şarttır.
Tarihimizde geometrinin macerasına bir ‘deney’ gibi baktığımda, hele de günümüzde ‘bilgi toplumu’na ulaşmava mecbur
olduğumuzu dikkate aldığımda, düşünüyorum da, bilim zihniyetini savunmak ve bunu geliştirecek “zemin’i oluşturmak hepimiz için farzdır, acil bir görevdir:
istikrarlı, dışa açık bir kalkınma… ‘Farklı olan’a açık bir zihin…
Bilime ‘Açık’ Olmak
HENRY Corbin’in “İslam Felsefesi Tarihi’ni, Hüseyin Ha- temi gibi Doğu ve Batı felsefelerine vâkıf bir düşünürün dilimize çevirmesi çok iyi oldu. Orada okudum ve çok çarpıcı buldum: Gazali’nin 1090 yılı civarında yazdığı “Makaasid ül Fela- sife” adlı eseri, 50 yıl sonra Dominicus Gundisselinus tarafından Latinceye çevrilmiş.
İbn Rüşd’ün Gazali’ye karşı felsefeyi savunmak için yazdığı “Tehafüt üt Tehafüt” adlı eseri ise, yine kabaca yarım asır sonra 1230’larda Michel Scot tarafından Latince’ye tercüme edilmişti)
O çağın şartlarını dikkate alırsak, müthiş bir sürattir bu… Doğunun bilim ve felsefesinden yararlanma konusunda Batı’mn nasıl atik davrandığını gösterir.
Sonra, Descartes’ın 1637’de yazdığı “Metod Üzerine Konuşmalar” adlı pek ünlü eserinin Türkçe’ye ne zaman çevrildiğine baktım: Abdülhamid döneminde İbrahim Edhem Mesud tarafından 1895 yılında “Usûl Hakkında Nutuk” adıyla Türkçe’ye çevrilip yayınlanmış. 250 yıllık bir gecikme!.. Hem de, matbaa dahil, iletişim araçlarının hayli geliştiği bir çağda böylesine gecikme!
İbrahim Edhem, 33 yıl sonra, 1928’de “Usûl Hakkında Nu- tuk”un 2. baskısını yayınlarken çok mutludur:
“Hayal ve şiire taalluk etmeyen böyle bir eserin ikinci tab’ına ihtiyaç hasıl olması, memleketimizin ilmî istikbali için büyük bir beşarettir.”
Doğunun bilim ve felsefesini tanıma konusunda Batı bu kadar hızlı davranmışken, bizde 250 yıllık bir gecikme olması, vahim sonuçlar doğurmuştur. Matbaayı da 250 yıl gecikerek almıştık!
Gecikmenin sebep olduğu cehaleti belirtmek için bir örnek vermek istiyorum… Sultan Abdülhamid devrinin ‘muhafazakâr’ yazarlarından Ahmet Mithat Efendi, 1888 yılında yayınlanan “Fennî Bir Roman yahut Amerika Doktorları” adlı didaktik romanında diyor ki:
“Farzedin ki, Amerika’nın ne olduğunu öğrenmek için coğrafya kitaplarını açtınız. Eğer bunlar Türkçe kitaplar olacaklarsa, acırız zahmetinize! Beş kıtayı anlatan beş yüz sahifelik bir coğrafya kitabımız bulunmadığından, elde bulunan coğrafya kitaplarımız ise Amerika denilen kıtanın başlıca kaç devlete ayrıldığını ve ne kadar dağı, deresi, inişi, yokuşu bulunduğunu bile layıkıyla haber veremezler. Zira tekmil Amerika’ya dair verdiği bilgiler 20 sahifeye ulaşan bir coğrafya kitabımız olduğunu biz bilemiyoruz. Yirmi sahifelik tarifler ile Amerika’nın ne demek olduğu anlaşılabilir mi?”(2)
Piri Reis’in 1513’te çizdiği haritadan 375 yıl sonra Ahmet Mithat Efendi’nin anlattıkları, ilerlemek şöyle dursun, ilerleyen dünyanın hayli gerisine gittiğimizi gösteriyor. Piri Reis, ceylan derisine renkli olarak çizdiği haritada, Christoph Colomb’un 1498 tarihli kaybolmuş haritasındaki bilgilerden istifade etmiş, kendi bilgilerini de ekleyerek devrine göre mükemmel bir coğrafya bilgisi sergilemişti. Piri Reis, bu haritasını Yavuz Sultan Selim’e sunmuştu. *
Neden Kapandık?
Kendi geçmişimizin de gerisine düşmek!
Sebep, içe kapanmamızdır! Kafa kendi içine kapanınca sadece ‘başkalarının’ bilimine değil, kendi tarihindeki bilime de kapanmış oluyor!
İslam medeniyetinin atılım çağları, aynı zamanda büyük bir ‘tercümeler çağı’dır. Yeniyi, farklıyı öğrenmeye, bilgiye böylesi- ne susamış açık zihinler, kısa sürede ‘tercüme’yi aşarak, orijinal üretime başlamış ve deney’e, gözlem’e, ölçüm’e dayanan bilimi inşa etmiştir.
Yoğun sosyal ve ekonomik ilişkilerle, gelişmiş kent hayatıyla Müslüman açık toplum, açık zihinlerin de anası olmuştur. Braudel, 10. yüzyılda Kurtuba’da Halife II. Hakem’in kitaplığında 400 bin cilt yazma eser bulunurken, çağdaşı Fransız Kralı V. Charles’ın kitaplığında sadece 900 kitap bulunduğunu belirtir. (3)
Bu iki rakam, iki dünyanın kafalarındaki merakın, tecessüsün, bilgiye ihtiyaç duymanın, açık’ olmanın farkını yansıtır.
Batı’nın bilime yönelmesinin de ‘tercümeler çağı’ ile başladığını, İslamdan yapılan tercümelerin büyük rol oynadığını biliyoruz. Bir ibn Rüşd’den yapılan tercümeler bile, Batı’da fiziksel evrenin bilimsel açıdan düşünülmesi yönünde büyük rol oynamıştır.
Batıdaki ekonomik canlanma, kentleşme, ticaret devrimi ve deniz aşırı seyahatlerin gelişmesi sürecinde, zihinlerin açıldığını ve Batı’da bilim rönesansının, ardından bilim devriminin gerçekleştiğini biliyoruz.
Batının coğrafi konum ve müsait iklim avantajı sayesinde ekonomik gelişmeyi sürekli hale getirmesi, bilim atılımlarnı da sürekli kıldı. Akdeniz’den beslenen Batı, artık Okyanuslara açılmış, zihin ve servet ufuklarını genişletmiştir..
Doğu’nun “ters talihi”ni işte bu tabloda görmek gerekir. Haçlı seferleri Islamı Akdeniz’den uzaklaştırdı. Merkezin Şam’dan Bağdat’a kayması da karalara çekilmeyi ifade ediyordu! Gerçi Osmanlı tekrar Akdeniz’i alacaktır ama bu defa da Batı Okyanuslara açılacak, Akdeniz’in ekonomik rolü pörsüyecektir!
Batı’nın korsanlık duygularıyla başlayan okyanuslara açılması o kadar önemlidir ki, pörsüyen Akdeniz medeniyetiyle beraber çöken, sadece Osmanlı değil, bir zamanlar Rönesans’ın beşiği olmuş İtalya’dır!
Bu arada Doğu ile Batı arasında kültürel ilişkileri önleyen husumet duvarları yükseldi. Haçlı Seferleri’yle oluşmaya başlayan bu husumet duvarları, eskiden Batının İslamdan yararlandığı şekilde, bu defa da İslamın Batı’dan yararlanmasını engellemiştir.
Osmanlı, bir yandan İslam medeniyetini durgunluğa girmiş olarak devraldı, bir yandan da Doğuyla Batı’nın kültürel ilişkilerini önleyen bir husumet dünyasının ortasında imparatorluk oldu.
Prof. Osman Turan, Osmanlı’da Katip Çelebi’nin Batı bilimine duyduğu ilgiyi anlatırken, diyor ki:
“Osmanlılar, bu mahdut bilgiler ötesinde hem Avrupa’nın ilmini bilmiyor hem de buna ehemmiyet vermiyordu. Zira, İslam ve Hıristiyan dünyaları arasında mevcud bulunan ‘demir – perde’ Osmanlılar zamanında fazla aralık vermemiş, hususiyle Türkler ticari ve kültürel münasebetlerin dışında kalarak Avrupa’yı sıkı bir şekilde tanıma ve öğrenme imkanlarına sahip olamamışlardı…”
Bundan başka, Roma’da olduğu gibi Osmanlı’da da ‘imparatorluk’ kurumu, öncelikle siyasi ve idari bir yapılanmadır ve düşünce planında da siyaset ve idarenin öncelikli olması sonucunu doğurmuştur.
Her ikisinde de idare ve siyaset, özellikle hukuk; felsefeye ve bilime göre daha fazla gelişmiştir. Roma, mirasçısı olduğu Yunan bilim ve felsefesinde bir atılım yapamadığı gibi, Islamın 9 – 12 asır arasında zirveye çıkan bilim ve felsefesine de Osmanlı bir atılım getirememiştir.
Bir bilim tarihçisinin dediği gibi, Osmanlıların İslam bilimine göre konumu ile Romalıların Yunan bilimine göre konumu arasında bir benzerlik vardır.
Herhalde, Osmanlı, Batı’da gelişen bilimden yeterince istifade edememiştir.
Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu, bilim tarihimize ışık tutan, yeni tezler geliştiren önemli eserinde Osmanlı’nın Batı bilimiyle teması konusunda yeni bulgular ortaya koymuştur. Oradan öğreniyoruz ki, Osmanlı’da, mesela Kopernik gecikilmeden tercüme edilmiştir. Bu şekildeki doğrudan temasların yanında, İspanya’dan gelen Museviler de hem Batı’daki gelişmeleri hem de İslamın İspanya’daki klasik bilim mirasını Osmanlı’ya taşımışlardır.
Ama İslamdan yaptığı tercümelerden yola çıkan Batı’nın vardığı yerle, Batı’dan yaptığı bu sınırlı tercümelerle Osmanlı’nın vardığı yer, çok farklı olmuştur.
Tercümelerden yola çıkan Batı, bilim devrimini başarmıştır. Çünkü Batı’da hızla gelişen kentleşme ve ticaret, hele de deniz aşırı seyahatler, hem toplumu hem zihinleri bilime açık’ hale getirmiş, bu sosyolojik zemin ve bu beyinler bilim üretmiştir.
Osmanlı’da ise, Akdenizle beraber çöken ekonomi bu tercümeleri besleyememiş, iktisaden daralan toplumun daralttığı zihinler bilime süreklilik ve genişlik kazandıramamıştır. Böyle bir sosyolojik zeminde tercümeler, bilim üretmeye yetmemiştir.
Kaynak: Taha AKYOL, BİLİM VE YANILGI, AD Yayıncılık 2. Baskı, Haziran 1997