BATILILAŞMA
Batı medeniyetini veya
batılı milletleri taklit cime, onlara benzeme harekeli. (Batılılaşma,
garbhlaşma, avrupalılaşma, modernleşme, asrîleşme, çağdaşlaşma da denir).
Avrupanın (sonradan
Amerikanın da) başta teknolojisi olmak üzere siyasî, sosyal ve hatta kültürel
sistemini aktarma ya da iktibas etmeye dayanan fikirler ve uygulamaların tamamı
bu kavramın çerçevesine girer. Bu anlamda batılılaşma sadece Türkiye ile ilgili
bir mesele değildir. Bütün İslâm dünyası ile birlikte, Rusya, Japonya, Hind,
Çin ve giderek bütün Batı Avrupa ile Amerika (Amerika Birleşik Dcv-letleri-ABD)
dışında kalan dünyanın meselesi olmuştur.
Bu durumda, batı,
Avrupa ile ABD olmakta, bunlara nisbetle diğer ülkeler “doğu” itibar
edilmektedir.
Avrupa 15.yüzyıldan
İtibaren büyük coğrafi keşiflerle ve yeni teknolojilerin uygulanmasıyla lS.yüzyıldan
itibaren sanayileşme ile üstün bir konuma sahip oldu. Batı sömürgeciliğinin
boyutları coğrafî keşiflerle olduğu kadar, sanayileşmenin gelişmesiyle de
genişledi ve sonunda bütün dünyayı etkisi altına aldı. 18.yüzyıl-dan beri
bütün dünya batının tesiri ya da tahakkümü altına girdi. Batı üstün
teknolojisiyle kendi dışındaki ülkeleri sömürüye yöneldi. Çeşitli ölçülerde
batı sömürüsünün etki alanında bulunan ülkeler, toplumlar batıya karşı
mücadele etmek için de batıya benzemek, onun iktisadî, siyasî, sosyal sistemini
benimsemek gerektiği fikrine sahip oldular. Bu benzeyiş gerçekleştikçe,
batının sömürme usulleri değişerek, fakat daha etkili biçimde, bu ülkeler ve
topluluklar üzerinde sürdü.
Batılılaşmanın
çerçevesi konusunda farklı görüşler vardır. Batının üstünlüğüne sebep olan
teknoloji ve ilmin aktarılması ile yetinil-mesini savunanlar (kısmîciler)
yanında batının bir bütün olduğunu, dolayısıyla bütünüyle batıya benzenmesi
gerektiğini savunanlar (bütüncüler) da vardır. Bu ikinci gruba giren “kayıtsız
şartsız batılılaşmacılık”, en uçta, bir kavmin kan ve beden olarak da
batılılaşması tezini savunmaya kadar varır. (Türkiye’nin en ünlü aşırı
batılılaşmacılarından Abdullah Cevdet 1925’de Türk kanma kan katılması için
av-rupadan insan getirilmesini teklif etmişti).
Batılılaşmayı
demokratikleşmeyle, parla-mentarizmle, kapitalistleşmeyle, laikleşmeyle eşdeğer
sayan görüşler vardır. Batılılaşmanın cemaatçi yapıdan ferdiyetçi sosyal yapıya
geçişle gerçekleşebileceği de bu tür tezler arasında zikredilebilir {Mesleki
içtimaîciler, Prens Sabahaddin).
Osmanlı Devletinde
batılılaşma hareketlerinin başlangıcı 17.yüzyıl sonlarına kadar gotü-rülebÜİr.
Bu tarihe kadar kendi tarihini kendi yapan ve batı karşısında ağır basan
Osmanlılar, batıda gelişen yeni teknoloji ve askerî sistem karşısında galebe
çalamaz, batıyla baş edemez duruma düştü. Askerî alanda batı üstünlüğünün
belirginleşmesi Osmanlıların kendilerine olan güvenlerini sarstı. Kuruluşundan
beri devamlı hareket halinde olan ve sürekli kendini yenileyen Osmanlı toplumu,
17.yiizyı-lın sonlarında 1683 Viyana bozgunundan sonra Avusturya, Venedik,
Lehistan ve Rusya 15 yıl savaştan sonra imzalanan Karlofça anlaşması (1699)
ile “ıslahat” ihtiyacını kabul etmek zorunda kaldı. O zamana kadar
kötü durumlardan kurtuluş, nizam-ı kadîmin (eski düzenin) diriltilmesinde,
ihyasında aranırken, bu tarihten İtibaren galip batının usullerini alma
düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Bu durum, Avusturya savaşından sonra
imzalanan Pasarofça (1718) anlaşmasından sonra uygulamaya dönüştü. Böylece
batılılaşma, bir nefs mücadelesi aracı olarak askerî alanda başladı. Teknoloji
iktibası bu safhada ön plandaydı. Askerî alanda kısmî değişiklikler,
müs-lümanlığı kabul etmiş batılılar vasıtasıyla gerçekleştirildi. Bu başlangıç
safhasında bile batılılaşmanın kültürel bir hüviyete sahip olduğu
görülmektedir. Nitekim, “Lâle devri” olarak adlandırılan 1718’den
sonraki dönem, bütün diğer cepheleri yanında “kültürel farklılaşma”
yönüyle de dikkati çeker. Fransaya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed
Çelebi, Fransız yaşayışı ve kültürü İle ilgili unsurların taşınmasına da
vasıtalık etti. Mimarîden günlük hayata kadar batı tarzının yansımaları ilk
defa bu dönemde görüldü. Matbaa ve tercüme faaliyetleri yanında hayat tarzı
ile ilgili değişmeler batılılaşmanın sonraki yüzyıllardaki gelişme yönünü
belirler.
Batılılaşma çabaları
18.yüzyıtın sonundan itibaren daha sistemli bir şekil aldı. 3.Selimle başlayan
ıslahatlar2Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde gelişerek sürdü. 3.Selim yeni bir
ordu teşkil etmeye çalıştı (Nizam-ı Cedid) ve hayatım bu yolda kaybetti. Halefi
2.Mah-mud, Yeniçeri ocağını İlga ve mensuplarını yok etmeye kadar varan (1826)
bir uygulama ile çok yönlü değişikliklere yöneldi. 2.Malı-mud ülkenin bir süre
ordusuz kalması pahasına bu fiili gerçekleştirdikten başka, kıhk-kıya-fet ve
yaşayışla ilgili iktibaslara girişti. Sultan Mahmud Osmanlı idarî sisteminde
ağırlığı olan kurumlan ya ortadan kaldırdı ya da güçsüz hâle düşürdü. Bu
cümleden olmak üzere, Yeniçeri Ocağım tamamen ortadan kaldırdı, İlmiye sınıfını
etkisiz hâle getirdi. İktisadî gerileme sonucu esnaf ve tüccar da güç
kaybetti. ikinci Mahmud döneminden itibaren batı eğitimli ve eğilimli
bürokrasi güç kazandı. 2. Mahmud, Osmanlı ülkesinde siyasete ağırlık
koyabilecek kuvvetlerin dengesini değiştirirken hasıl olan boşlukları
doldurarak geçmiş padişahlara oranla çok despot bir yönetim kurdu. Sonraki
devrelerde de tayin edici olacak bauhlaşmacılığın cebrîUİk yönünü bu padişahın
uygulamaları belirlemiştir.
Batılılaşmanın
askerî-teknolojik sahadan si-yasî-idarî, hukukî ve iktisadî sahalara doğru
resmen genişlemesi Tanzimatla gerçekleşti. M.Reşit Paşa tarafından esasları
belirlenen “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” 1839’da ilan edil-di. Tanzimat
Fermanı sonraki meşrutiyet ve anayasacılıkcereyanının da başlangıcı sayılabilecek
unsurlar taşımaktadır. Tanzimat bürokrasisi padişahın otoritesinin
sınırlanmasını esas almalarına rağmen, halkın yönetime katılması yönünde bir
fikir ve çaba içinde olmamışlardır.
Tanzimat dönemi,
Osmanlı Devletinin iktisadî açıdan batı sömürüsüne kesin olarak açılmasına
zemin hazırladı. Gülhane Hatt-ı hümayunundan bir yıl önce İngilizlerle
imzalanan Baltalinıam andlaşması, Osmanlı Devletinin iktisaden sömürüye
açılmasını süratlendiren önemli bir belgedir.
Tanzimatla birlikte
Osmanlı Devleti Avrupa ile bütünleşme, Avrupa devletler camiasına dahil olma
arzusunu kuvveden fiile çıkarmaya Çalıştı. Gerek 1856 Islahat Fermanı, gerekse
Meşrutiyetin İlanı (1876) aynı zamanda bu yöndeki çabaları belgeleyen
metinlerdir.
Tanzimatla birlikte
Osmanlı kurumlan İkili karakter taşımaya başladı. Gelenekli kurumların yanında
ban tarzı kurumlara yer verildi. Bu durum öğretimden adliyeye kadar geniş bir
alanda gözlenebilmektedir. Bu dönemde hukuk ve norm iktibasına geniş ölçüde
yöne-Hnmİştir. I.Mcşrutiyetlc birlikte batının anayasalı ve parlamentolu
toplumlarına benzeme yönünde kuvvetli bir adım atıldı.
Tanzimatla birlikte
iktidar bürokrasinin eline geçmiştir. Bürokrasi batıda mutlakî yönetimlerin
sınıf savaşları sonucu kısıtlanması sürecini kendi lehine yorumlayarak padişah
iktidarım bu çerçevede sınırladı.
Bürokratlar ve
aydınlar batının İlerilİğini parlamentoya, kralın iktidarının sınırlanmasına
ve anayasaya bağlamaktaydılar. Bu mânada 2.Mahmud’un ayanla imzaladığı sened-i
ittifak, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları Önemli belgeler sayılır.
Bütün bunlar olurken, 2-Mahmud’dan sonra teşkil edilen askerî bürokrasi siyasî
hayatta rol oynayabilecek bir güç hâline gelmeye başladı. 1859 Kule/i Vak’a-sı
asekrî bürokrasinin gelişme yönü hakkında fikir verecek mahiyettedir.
1876’da
Mithat-Rüştü-Hüseyin Avni ve Süleyman paşalar ve Şeyhülislamın ittifakıyla bîr
darbe gerçekleştirildi. Sultan Aziz tahttan indirildi. Böylece ordu siyasî
hayatta ilk defa kesin şekilde rol aldı. Neticede aynı yıl Kanun-ı Esasî ilân
edildi. Kanun-ı Esasiye dayalı olarak oluşturulan Meclis 1877’de açıldı. Üyelerin
69’u müslüman, 46’sı hıristiyan veya muse-vî idi. 2.Abdiilhamİd ertesi yıl
Meclisi dağıttı, Kanun-ı Esasî’yi yürürlükten kaldırdı (ilga etmedi). Böylece
bürokrasinin iktidara ortaklığına son verdi. Halk kitleleri bu hususta Sultan
Hamid’i desteklemiştir.
2.Abdülhamİd çeşitli
sebeplerle, anayasayı (Kanun-ı esasî) yürürlükten kaldırıp meclisi feshetmesine
rağmen batılılaşma yönünde kurumlaşmaları güçlendirerek devam ettirdi. Sultan
Abdüthamid’in ayırd edici özelliği, bütün bunlarla birlikte islamcı bir
siyaset gütme yönündeki gayretleridir.Meşrutiyetle birlikte ihtilalci
batılılaşmacılık
akımı belirleyici
olmaya başlamıştır. “Jön Türk, Genç Türk, Yeni Osmanlı” gibi adlarla
anılan ihtilalci batılılaşmacılar bütün Abdüî-hamid dönemi boyunca bilhassa
yurtdışında teşkilatlandılar. 1908’de ihtilalci cemiyetlerden İttihat ve
Terakki ayaklanmalar başlattı. Sultan Abdülhamİd meşrutiyeti 2.defa ilan etti,
Kanun-ı esasiyi yürürlüğe koydu. İttihatçılar önce geri planda kalarak ülkeyi
yönetmeyi denediler. Sonra 31 Mart olayını bahane ederek iktidara el koydular.
Daha sonra da tayin ettikleri sadrıazamı öldürerek (Bab-ı ali baskını)
kendileri yönetici oldular. İttihat ve Terakki iktidarı batılılaşma yönünde
hayli adım attı ve bir bakıma Cumhuriyet döneminin hazırlayıcısı oldu. İkinci
Mcşrutîyet’ten sonra siyasî partiler ortaya çıktı ama, muhalifler İttihatçıların
terörüne hedef oldular. l.Dünya Savaşının kaybı İttihatçıları İktidardan
düşürdü.
Batılılaşma yönünde
zecrî, cebrî ve bütüncü uygulamalar Osmanlı Devletinin yıkılması, hilafetin
ortadan kaldırılması ve Türkiye toprakları üzerinde yeni bir devlet
kurulmasından sonra gerçekleştirildi. Osmanlı Devletinin sona ermesi ve
Türkiye Cumhuriyetinin kurulması sürecinde antiemperyalist ve anıi-monar-şik
mücadeleler iç içe geçmiş görünür. Bununla birlikle bugün dahi, l.Dünya Savaşı
sonrasında yaşanan ve “Millî Mücadele”, “Millî Mü-cahede”,
“Millî Savaş”, “İstiklâl Harbi”, “Kurtuluş
Savaşı” ve “Yunan Harbi” gibi adlarla anılan mücadelenin
sonunda Osmanlı Devletinin büyük bir süratle tasfiyesini gerçekçi temellere
oturtmak imkânına sahip değiliz. Dolayısıyla “yeni Türk devleti”nin
kuruluşu ile İlgili görünür ve kayıtlara geçmiş bilgilerimizi aşan arka plan
konusunda da aynı şeyleri söylemek durumundayız.
“Cumhuriyet”
aydınlar nezdindc idealizc edilen bir sistemdi, batının en mütekamil sistemiydi.
Halkın hâkim olduğu bir rejimdi. 1923’de Cumhuriyetin ilânından sonra, sonradan
“Atatürk devrimleri” veya “Atatürk devrimi” olarak
adlandırılan gelişmeler yaşanmıştır. Cumhuriyetle birlikte Türkiye batılılaşma
yolundaki bütün engellerden sıyrılmış oldu. Batılılaşma yönündeki devrimler
kılık kıyafetten ağırlık ve uzunluk ölçülerine kadar çok değişik alanları
kapsıyordu. Öğretimin birleştirilmesi (yani dini kaynaklı tahsil kurumlarının
ortadan kaldırılması), tekke ve zaviyelerin kapatılması (bir nevi dini klüp
durumundaki bu kurumlaşmaların ortadan kaldırılması) şer’i mahkemelerin ortadan
kaldırılması ve Latin harflerinin kabulü gibi uygulamalar gelenekçi aydınların
tam manasıyla tasfiyesine ve netice olarak ülkedeki siyasî gücün batıcı asker
ve sivil bürokrasi elinde merkezileşmesine yol açtı. Netice olarak,
“hâkimiyet bila kaydüşart milletindir” şiarıyla ortaya çıkan
cumhuriyetçiler, çok partililikten kaçındılar ve halk yönetimi değil
asker-sivil bürokrat iktidarı kurdular.
Cumhuriyetle
birlikteTürkiye’dc demokrasiye halk idaresine geçiş yolunda somut bir örnek
ortaya konulmazken (1924’dc Terakkiper-vervc 1930’da Serbest fırka denemeleri
sonuçsuz kalmıştır), batının daha çok faşist yönetimlerine benzeyen bir tek
parti idaresi 2.Dünya Savaşı sonuna kadar yürütüldü. Bu dönemde, Tcşkilat-ı
esasiye kanunundanTürkiye devletinin dini maddesi (ki “din-i islünV’dı)
önce çıkarıldı (1928) sonra da yerine 1937’de laiklik ilkesi konuldu. İlk
cumhuriyet yöneticilerinin, geri kalış sebebi olarak gördükleri İslamİyctİ terk
ederek hıristiyanlığı benimsemeyi ciddî olarak tartıştıklarını Kazım Karabckİr
Paşa tarafından ifade edilmiştir. Bu durumda laikliğe yönelme bir ara çözüm
olarak kabul edilebilir.
İ946’dan itibaren daha
çok dış etkilerle çok partili siyasî hayata geçildi. 1946’daki çok partili
seçim İktidarın karışması sonucu siyasî sonuçlar doğurmadı. Ancak 1950’de
yapılan seçim Türkiye’de seçimli bir iktidar değişikliğine yol açtı. Türkiye
o tarihten beri kesintilere rağmen çok partili demokratik bîr sisteme sahip
oldu.
Çok partili hayata
geçildikten sonra, cumhuriyetten sonra oluşturulan dinvc inanç üzerindeki
baskılar kısmen hafiflemeye başladı. Bu bakımdan bir “normalleşme
süreci” yaşanmaya başlandı. Çok ağır işleyen bu normalleşme süreci hali
hazırda tamamlanmış değildir. Bununla birlikte, bu normalleşme süreci bile
asker sivil bürokrasinnin şiddetli tepkileriyle karşılaştı. Sonraki askerî
müdahalelerin gerekçeleri arasında bu normalleşme sonucunda ortaya çıkan
sosyal oluşumlara karşı duyulan tepkiler önemli yer tutar.
Türkiye Cumhuriyetinin
tek partili dönemi boyunca şeklî batılılaşma yönünde, çok partili hayata
geçişten sonra İse idare, kapitalistleş-me ve sanayileşme yönünde önemli
değişmeler yaşanmıştır. Batılılaşma Türkiye’de halen yaşanan sosyal, kültürel
çok sayıda meselenin ve kimlik krizinin asıl sebebi olmak vasfını korumaktadır.
Batılılaşma toplumumuzu çok derinden etkilemiş, bununla birlikte direnç unsurlarının
ortaya çıkmasına da yol açmıştır, bugün kılık-kıyafetten günlük hayatta
karşılaşılan bir çok davranışlara ve dilde yaşanan değişmeye rağmen
batılılaşmanın tam manasıyla gerçekleştiği söylenemez. Bununla birlikte batılılaşma
sonucu Türkiye’de hem maddî hem de manevî kültür alanında büyük değişiklikler
yaşandığı da kabul edilmesi gereken bîr gerçektir. Türkiye’nin batılılaşma
macerasının Avrupa Topluluğuna dahil olmasıyla bir sonuca varması
beklenebilir. Ancak bu hâlde dahi tam bir entegrasyon (en azından
manevî-kül-türel alanlarda) sağlanabileceği söylenemez. D.Mehmet DOĞAN
• Çok sade bir tanımlama
ite Balı gibi olmaya Batılaşma, Batılı gibi olmaya da Batılılaşma denebilir.
Bir adım ilerisinde Batı Avrupa’nın siyasî, sosyal, medenî ve kültürel değerlerinin
benimsenmesi/benimsetilmesi söz konusudur. Bugün için ise bu kavram çağdaşlaşma,
modernleşme, rasyonelleşme, laikleşme, kalkınma, ilerleme gibi birbirine çok
yakın anlamlar ifade eden veya biri diğerini gerektiren kavramlarla eş ya da
yakın anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Bir insan, bir devlet,
bir kültür niçin Batılılaşmaya yönelir veya buna mecbur kalır? Burada
birbirinden ayrılması hemen hemen imkansız olan iki durum söz konusudur: Bir
kültür ortamı, bir yaşama tarzı kendine yeterliliği şu veya bu nedenle
kaybettiği bir ruh hâli içinde başka yerlere sarılmak, bağlanmak ihtiyacını
duyar; bu taklitle sonuçlanır. İkinci olarak bir siyasî organizasyon, bünyesini
tek başına taşıyamayacak, savunamayacak mağlubiyetlerle yüzyüzc geldiğinde
güçlü dış baskılara maruz kalır veya kendim ezik hisseder, bu da emperyalist
hareketlere güç katar. Biri içten, biri dıştan gelen bu çok yönlü baskılar
Batılılaşma tarihi açısından açıklayıcı özelliklere sahiptir.
Osmanlı ordularının
Batılı askerî kuvvetler önünde yenilgilerle karşılaşması ve toprak kayıpları,
Osmanlı devlet erkânını, -daha önce küfür diyarı ve kâfir olarak küçümsediği ve
bu yüzden tanımaya bile tenezzül etmediği- gücün temsilcisi olan Batı’ya ve
Batılıya yönelmeye mecbur etti. İlk anda düşünülen şey yalnızca Batı
teknolojisinin transferi ile askerî reformların gerçekleştirilmesi ve bu
sayede devletin eski gücüne tekrar erişmesi idi. Bu noktada Batı’ya yönelişin
bir tercihten çok bir zaruret olarak algılandığı görülmekledir. Vurgulanması
gereken bir diğer husus. Batılılaşmanın İlk aşamalarında devlet erkanının
kendilerinin manevî üstünlüğü konusunda henüz bir şüphe taşımadığıdır. Fakat
ikamet elçilikleri, ordunun ıslahı için getirilen yabancı teknisyenler, tahsil
için Avrupa’ya gönderilen öğrenciler gibi aktarıcı ve taşıyıcı unsurlar Batılı
de-ğerierİ Osmanlı ülkesine taşıdıkça hem şüpheler, hem de ıslah alanları
çoğalma ve yaygınlaşma gösterdi.
Denebilir ki,
XIX.yüzyılın başlarından 1924 yılına kadar Batılılaşma teşebbüsleri, birbirleriyle
çatışan ve çekişen ikili yapılar oluşturmuştur. Bu ikilik devletin organizasyonundan
eğitime, adlî teşkilata, günlük hayata kadar yansımıştı. Devletin ve aydınların
yerleştirmek ve yaygınlaştırmak istedikleri genel çerçeve de ikili ve
uzlaşmacı bir karakter arzedîyor-du. Buna göre teknik, medeniyet ve maddî hayat
dıştan alınacak; kültürve manevî hayal İse içten katılacaktır. Böyle bir
sentezin ülkeyi kurtaracağı ve kalkındıracağı inancı, Batılılaşmanın bugünlere
kadar gelen miraslarının en bclİrgİnlcrindcndir. Ziya Gökaİp’in
klişcleştir-diği kültür (millî)-medcniyet (uluslararası) yapay ayırımı da bı*a
dayanmaktadır. 1924 martında başlayan ve 192#’c kadar uzanan inkılâplaria
Cumhuriyet idaresi bu ikiliği millî unsurlar aleyhine ortadan kaldırmaya
yönelmiştir.
Batılılaşma
hareketlerinin önündeki en büyük engel, şüphesiz İslâm dini ve bu dinin düşünceye,
hayata, günlük İlişkilere yansıyan ahlâk anlayışı idi. İlk ürünlere
bakıldığında İslâ-miyetin değil müslümanların, yani İslâmm o gün aldığı şeklin
eleştirildiği ve dinin esasta ilerlemeye engel olmadığının vurgulandığı görülecektir.
Hatta Batılılaşma teşebbüslerinin önemli bir kısmı şer’-i şerif adına ve onun
İçin yapılmıştır. Fakat Önce ahlâk anlayışına yönelen eleştiriler gittikçe
dine, dinî düşünce ve yaşantıya ve Islâmiyete gelip dayanmıştır. 1924’e kadar
batılılaşmaya bir destek, bazan da bir kılıf olarak ele alınan dinî düşünce,
bu tarihten İtibaren batılılaşma ve gayrımİllî unsurlar lehine safdışı
edilerek İkilik kaldırılmaya çalışılmış ve tamamen dünyevî-laİk bir uygulama
tercih edilir olmuştur.
Türkiye’de ve diğer İslâm
ülkelerinde görülen batılılaşma hareketleri her her şeyden önce yukardan
aşağıya ve zorla yerleştirilmiş kısmî ve ikili bir karakterdedir. Bu açıdan
Tanzimat’la Cumhuriyet devri uygulamaları arasında esasta fark yoktur. Halk
ise bu hareketlere hemen her zaman karşı çıkmış, istikrahla karşılamıştır. Bu
nedenle batılılaşma, aynı zamanda idareci kadro ve aydınlarla halkın arasının
gittikçe açılmasını, hatta bu farklılaşmanın düşmanlığa dönüşmesini de İfade
eder. İleri-ci-gerici sınıflandırmaları yine böyle bir yaklaşımın ürünüdür.
Batılılaşmanın empoze edildiği ülkelerde demokratik bir geleneğin
yerleşe-memesi de bu tarihî birikimle yakından ilgilidir. Çünkü olup biten
şeyleri halk ne istemiştir, ne olması için gayret sarfetmİş, kandök-müştür, ne
de benimsemiş, İçine sindirmiştir.
Bugünden geriye doğru
bakıldığında batılılaşma hareketlerinin özellikle İslâm ülkeleri ve bu arada
Türkiye’nin lehinde sonuçlar vermediği söylenebilir. Osmanlı Devleti,
batılılaşmaya resmen karar verdiği ve bunu uygulamaya koyduğu zaman dünya
sistemi içinde belli bir yeri olduğu gibi devlet, ordu, eğitim vb. alanlarda da
kendine has yapıları, kayda değer özellikleri vardı. Bunlar yenileşme adına
zayıflatıldı ve ortadan kaldırıldı, yerine konanlar ise ne eskilerin fonksiyonlarını
icra ed bildi, ne de kendisinden beklenenleri gerçekleşti-rebildi. Bugün kimse
gelinen seviyenin (devlet mekanizması, ordu, eğitim, insan unsuru, düşünce
hayatı, kültürel kalite vs.) özgünlüğünden ve yeterliliğinden söz açamazken,
“muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” aldatamca-sı hala en yaygın
slogan olarak milletin önüne sürülüyor.
özellikle
ILMeşrutİyct’ten sonra oluşan fikir hareketleri (İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük)
içinde batılılaşmaya bütünüyle karşı olanı yoktur. Bununla beraber tercihini
bütünüyle batılılaşmaktan yana koyan ve bu çerçevede din ve milliyeti ikinci
ve daha geri sıralara iten akım, Batıcılık (Garbcılık) adıyla anılır.
İsmail KARA
Bk. Çağdaşlaşma;
Meşntliyet; Modernleşme; Sekiilaıizasyon; Tanzimat-