Kimdir

Anaksagoras kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Anaksagoras kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (İÖ 500-428) Eski Yunanlı bilge. Oluşu başlatan temel ilkenin nous denen bir töz olduğunu, araştırmaların duyu veri­lerine dayanması gereğini ileri sürmüştür. Klazomenai’de (İzmir, Güladası) doğdu, bir süre Atina’da yaşadıktan sonra sürgüne gönderildiği Lapseki’de öldü. Ailesi, ilk-gençlik yılları ve öğrenimi konusunda ayrıntılı, yeterli bilgi yoktur. Kendinden sonra gelen­lerin ve ilk felsefe tarihi niteliğinde sayılabilen, değişik kaynakların bildirdiğine göre varlıklı, soylu bir aile-denmiş. Başka bir söylentiye göre de, gençlik döne­minde Anaksimenes’in öğrencisi olmuştur, ilk bilgile­ri, İlk Çağ’ın bilim-felsefe yurdu olan doğduğu yörede edindikten sonra Atina’ya gitmiş (ÎÖ 462), orada otuz yıl kalmış, çağın ünlü sofisti Protagoras, tiyatro yazarı Euripides, Atina’nın güçlü, aydın devlet adamı Perikles ile yakınlık kurmuştur. Bu yakınlığın sağladığı olanaklarla gözlemlerini, deney verilerine dayanan araştırmalarını ve felsefesinin temelini oluş­turacak olan bilgilerin toplanıp düzenlenmesine yara­yan çalışmalarını sürdürmüştür. Güneşin çok güçlü ışık saçan bir ateş yığını olduğunu, ay ışığının da doğal bir varlıktan, güneşten kaynaklandığını ileri sürmesi üzerine güneşi ve ayı tanrısal birer varlık olarak kutsayan Atinalılar’ın öfkesini çeken Anaksagoras tanrıtanımazlıkla suçlanınca Lapseki’ye göçmek zorunda kalmıştır. Bu olayda Perikles ile kurduğu yakınlığın etkisi ve Perikles yönetimine karşı çıkanla­rın tepkisi görülmektedir. Kimi kaynaklar onun Perikles’e “politika sanatı”nı öğrettiğini, bu nedenle yönetim işlerine de karıştığını ileri sürerse de, bu kesin değildir.

Yaşamı süresince toplum olaylarından, kamu yönetiminden uzak kalarak kendini bilime, felsefeye veren Anaksagoras, gökbilim ve matematik alanların­da da, çağma göre, önemli çalışmalar yapmıştır. Sonraki yüzyıllarda yeniden ele alınan bu çalışmaların doğal gerçeklere, bilimsel verilere uygun düştüğü ortaya konmuştur.

Anaksagoras’ın düşüncelerini içeren kaynaklar, genellikle, kendi elinden çıktığı söylenen birkaç küçük bölümden oluşur. Bu belgeler de kendisinden sonra gelen Platon ile Aristoteles’in yazılarında, Hippolites, Theophrastos, Diogenes Laertius gibi yazarların derlemelerinde bulunmaktadır. Ayrı ayrı dönemlerde ortaya konan bu kaynakların karşılaştır­malı incelenmesinden, açıklanışından Anaksagoras’ın felsefe anlayışı, bir bütünlük içinde, aydınlığa çık­mıştır.

Yine bu kaynaklar yöntem konusunda deney­den, duyu verilerinden ve doğadan yola çıkan Anak­sagoras’ın felsefe sorunlarına çözüm aramayı felsefey­le ilgili düşünceleri somut varlıklara dayamayı ilke edindiğini, bu görüşlerini Atina’ya götürerek orada felsefenin doğup gelişmesine olanak sağladığını belirt­mektedir. Onun Atina’ya gelen ilk bilge olduğu, bilgece davranışın, düşünmenin Atina’da kurucusu sayıldığı da ileri sürülür. Atina’dan ayrıldıktan sonra, kendi görüşlerini, gözlemlere, deneye dayanan açıkla­malarını yayan okulunu Lapseki’de kurmuş, sonraki dönemlerde Arkhelaos bu okulu Atina’da sürdür­müştür.

Anaksagoras’a göre evren, başlangıçta, bütün varlık türlerinin niteliklerini, özelliklerini içeren en­gin ve düzensiz bir yığındı (khaos). Varlıklar, belli “oluş” aşamalarına göre, bu düzensiz yığından çık­mıştır. Bu düzensiz yığından ilk ayrılan varlık katları­nın biri “yakıcı esir”, öteki “hava”dır. “Yakıcı esir”in özellikleri sıcak ışınlı, kuru olmasıdır. “Hava” ise yoğun, soğuk ve karanlık olup ıslak özleri (tohumları/spermata) içerir. Bu yığınların her ikisi de sonsuz sayıda özü içerdiği ve oluşturduğundan sonsuzdur, sınırsızdır. Yeryüzünü oluşturan engin hava katı ortadadır; yıldızların bulunduğu kızgın varlık katı (esir) ise onu kuşatmış bir durumdadır. Yeryüzü, öteki gök varlıklarına oranla, daha katı, daha yoğun­dur. Yeryüzünü dolduran varlıklar arasında, yapı ve kuruluş bakımından daha üstün bir güç olan nousun sağladığı uyum egemendir. Yeryüzü kendi başına buyruk değil, bulunduğu alanın özelliği nedeniyle, daha yetkin bir gücün etkisi altındadır; bu güç de onu kuşatan engin varlık katındadır. Yeryüzünü çevrele­yen bu engin kat, daire oluşturacak biçimde döndü­ğünden, dünyayı etkisi altına alır, iki ucunu bastırıp yassılaştırır. Bu hızlı devinme sonucu yeryüzünden birtakım parçalar kopar. İşte yıldız denen varlıklar bu kopan parçalar olup aşırı hız nedeniyle yalımlar saçar. Bu büyük bütünün dönüşü bir burgaç niteliğinde olduğundan çekim gücü de çoktur. Khaos denen yığından ilk ayrılan bu “esir” ile “hava” katları bütün varlık türlerinden üstündür, sağlamdır.

Bilinen niceliklerin sının yoktur, hepsi sonsuz­, dur. Sürekli bölünme nedeniyle varoluşun sonu gelmez, bundan dolayı küçüğün küçüğü, büyüğün büyüğü vardır. Bu varoluş süreci belli bir aşamada durmaz, başlangıçtan beri uzayıp gider. Nesneler kendi kendileriyle karşılaştırılırsa küçük olanın ken­dinden sonra gelenden büyük, büyük olanın da kendinden önce gelenden küçük olduğu görülür.

Bütün nesneleri oluşturan özler birbiriyle özdeştir. Bir nesnenin özünde öteki nesneleri oluşturan öğelerin özellikleri, nitelikleri vardır. Bundan dolayı varlık türlerini kuran özler nicelik, nitelik, biçim bakımından eşittir. Bu özdeş öğelerin birleşmesinden oluşan varlıkların birbirine dönüşmesi, birbirini bes­lemesi yaratıcı öğede bulunan bu nitelik yüzündendir. “Her nesne her nesnenin içindedir” kuralı bütün varlık türlerinde geçerlidir. İnsanlarla hayvanları oluşturan öğeler de birbirine eştir. Yenen besinlerin gövdenin bütününe karışması, bitkinin et, kemik, kan olması olayı da “her nesne her nesnenin içinde­dir” kuralını doğrular. Bu oluşturucu özlerde soğuk, sıcak, yumuşak, katı, kuru, ıslak, aydınlık, karanlık gibi nitelikler iç içedir. Bu nitelikleri, birbirinden kesin çizgilerle ayırma olanağı yoktur. Nesnelerin nitelik bakımından sonsuz oluşu, kurucu öğelerin nicelik yönünden sonsuz oluşundan kaynaklanır.

Nesnelerin oluşmasında kuruluş öğeleri bakı­mından büyük ve küçük bölümlerin toplamları birbi­rine eşittir. Bu eşitlik varoluşun değişmeyen, yönetici kuralıdır.

Bütün varlık türlerinde, nitelik bakımından, bir­takım değişmeler görülür. Bu olayın nedeni, bir nesnenin bileşimine başka bir öğenin (Spermanın) girmesi olduğu gibi, bileşimden birtakım öğelerin ayrılması ve kimi öğelerin üstünlük sağlar duruma geçmesi de olabilir. Demek ki, değişmenin kökeni nesnelerin bileşiminde bulunan birtakım öğelerin ayrılması olayıdır. Öyleyse değişme bir “ayrılma”dır. Çoğalma, azalma, doğma, ölme gibi olaylar nesnele­rin özünde bulunan kurucu öğelerin yer değiştirmesi­dir. Nesnelerin, karşılıklı olarak, birbirine dönüşmesi sonsuzdur. Bu sonsuzluk varoluş gereğidir. Ölüm bir yokoluş değil öğeler arasında ayrılmadır. Bu nedenle varolanın yokolması, yokolanın varolması söz konu­su değildir.

Evrende, duyularla algılanan bir devinme vardır. Belli bir ereğe, belli bir düzene göre gerçekleşen bu devinme olayının nedeni de diri olan üstün bir güçtür. Anaksagoras bu üstün, sonsuz, ölümsüz güce nous adım verir. Evrende, hangi türden olursa olsun, bütün devinmelerin nedeni ve başlıca etkeni bu noustur. Yapısı bambaşka olan bu devindirici güç nesnelere yön verir, onları belli bir ereğe göre kımıldatır. Bu devinme de, yine belli bir ereğe göre oluşur. Devin­menin, itici, yön verici bir güç olmaksızın, kendi kendine gerçekleşmesi söz konusu değildir. Evrenin düzensiz yığından düzenli varlığa dönüşmesinde ilk itici, devindirici etken bu noustur.

Nous varlığın oluşturucu özüdür. Bütün devinmelerin, devinme kavramı altında toplanan olayların, ayrışmanın, birleşmenin, türlenmenin, düşünmenin başlıca nedenidir. Bir yoruma göre nous taşıdığı yaratıcı güç nedeniyle “evrenin ruhu”dur. Öte yan­dan diriliği olan, etkili, üstün nitelikli, yaşatıcı, geliştirici bir erktir. Bu özellikleri dolayısıyla nous soyut değil, somuttur, özdekseldir. Ancak onun özdeği duyularla algılanan öteki nesneleri kuran özdeğe benzemez. Nous özü bakımından çok incedir, arınmıştır, kendi yapısı gereği başka özlerle karışma­mıştır. Değişik niteliklere bürünmesine karşın özünü korur, olduğu gibi kalır. Nous bir başarılar odağıdır. Onun varlığı, görünüş alanına çıkan etkilerinin aşamalarıyla belirir. Nousu bir oluş ilkesi olarak belirle­yen özellikleri genellikle şunlardır:

Nousun yönettiği devinme nesnelerde görülen değişmelerin kaynağıdır. Seyrekle yoğun, sıcakla so­ğuk, ıslakla kuru, aydınlıkla karanlık gibi çelişik durumlar noustan kaynaklanan devinmenin sonu­cudur.

Nous özgürdür, bağımsızdır, kendi varlık koşulları dışında bir kuralı gerektirmez. Kendi kendisine yeterli olduğundan başka nesnelerle karışmış değildir.

Kimi nesnelerin özünde nous vardır, ancak no­usun özünde başka bir nesne yoktur.

Nous, olanı, olacağı bilir, düzene koyar, yönetir.

Nous, bütün diri varlıkların özünde en büyük etkisi olan bir güçtür.

Nous bütün nitelikleri, nicelikleri içerir. Büyük­tür, küçüktür, azdır, çoktur, katıdır, yumuşaktır, esnektir.

Başlangıçta bağımsız, özgür, kendi kendine ye­ten, varlığı başka bir varlığı gerektirmeyen nous vardı. Khaos denen düzensiz yığını düzene sokan, devindi­ren, böylece de “oluş” eylemine olanak sağlayan noustur. “Oluş” nousun kiminden kaynaklanan bir devinme ile başlamıştır. Bu devinmede kurucu özler birbirine karışıp kaynaşır, bütünleşir. Bu birleşip bütünleşmenin karşıtı olan ayrışma, dağılma da “oluş” eyleminin yansımalarından Biridir. Gerçekte “oluş” denen olay bir ayrışma-birleşme eylemidir.

Yoktan varetmek, varken yokolmak gerçek değildir. Evrende ölüm, varken yokolma değil, bütünken dağılma, ayrışmadır. Bizim “doğum” dediğimiz olay gerçekte bir “birleşme”, “ölüm” dediğimiz de bu “birleşme”yi sağlayan özlerin dağılması, ayrışmasıdır. Bu birleşip ayrışma nedeniyle “oluş” varlık türlerinin nousun etkisi altında belli bir düzene girmesi, kurucu özlerin belli oranlarda birleşmesidir.

Gök varlıkları, güneş, ay, yıldızlar yalımlaşan taşlardır. Engin “esir” katının dönmesi sonucu, daire biçiminde bir yörünge çizerek devinirler. Güneş ise yıldızların altındadır. Daha alt katta bizim göremediğimiz çok ince nesneler vardır. Yıldızlar yeryüzüne çok uzak olduğundan sıcaklıklarını duyma olanağı­mız yoktur. Bütün gök varlıkları arasında en yüksek sıcaklığı olan güneştir. Yeryüzüne güneşten daha yakın olan ayın özel bir ışını yoktur. Güneşin Peloponesos’tan biraz daha büyük olduğunu söyleye­biliriz. Bütün yıldızların yörüngeleri yeryüzünün altından geçer.

Ay birleşik bir varlıktır, öteki gök varlıkları gibi yakıcı, çok sıcak bir bütündür. Ay aydınlığını güneşten alır. Çok kızgın olmasına karşılık, özünde çevresine aydınlık saçacak bir güç yoktur. Gökkuşağı güneş ışınlarının bulutlardaki yansımasıdır; kendi başına bağımsız bir varlık değildir. Ay tutulması da yeryü­zünün güneşle ay arasına girerek, güneş ışığının ay üzerindeki yansımasına engel olmasından başka bir nedene bağlanamaz.

Yeryüzü biçim olarak yassıdır, boşluk yoktur, yoğun, güçlü “hava” vardır. Yeryüzü bu güçlü havanın (uzayın) üstündedir. Yeryüzünün ıslaklığı özünde bulunan sular nedeniyledir. Bu sular, yeryü­zünün içinden dışına fışkıran ırmaklar, göller, deniz­lerdir. Irmakları oluşturan başka bir kaynak da yağmurlardır.

Güneş ışınlarının bulutlarda yansıması sonucu oluşan gökkuşağı fırtınanın, onun ardından yağmu­run geleceğini bildirir. Bulutlann çevresinde bir burgaç gibi, hızla dönen su katı, önce esen yelleri oluşturur, sonra yağmur biçiminde yeryüzüne dökül­meye başlar. Bunlar doğal olaylar olduğundan neden­lerinin de doğada aranması gerekir. Bütün bu doğa olaylarının oluşturucu ilkesi nous’tur.

Güneş yüksek sıcaklığının etkisiyle havayı seyrekleştirir, yoğunluğunu azaltır. Bu olay sonucu tutuşan nesneler de uzaya doğru hızla akın eder. Bu hızlı akın rüzgârları yaratır. Yıldırım, gök gürültüsü denen olayların nedeni yıldızlara çarpan ısıdır.

Deprem, yeryüzünün üstünde bulunan havanın altındaki havaya çarpması sonucu doğan büyük sarsıntıdır. Bu çarpma sonucu alttaki hava devinince yeryüzünde dalgalanma olur. Bilmenin kaynağı duyularımızdır, ancak duyularımız gerçeği bir bütün olarak bilmemizi sağlayacak nitelikte değildir. Bu nedenle duyu verilerinin, nous’un düzenleyici etkisiyle son biçimi almadan, kesin­likleri söz konusu olamaz. Bizim gördüklerimiz, gerçekte, görünmeyenlerin dışa vuran birer yansıma­sıdır, daha açıkçası “görüntüsü”dür. Görme ancak gözbebeklerinde oluşan görüntüler aracılığı ile ger­çekleşir. Bu görüntüler karşıt yapıda olan nesneler üzerinde yansıyabilir. Birbirinin özdeşi olan nesnele­rin görüntüleri birbirleri üzerinde yansımaz; ancak değişik yapıda bir nesne üzerinde yansır. Bu nedenle algı olayı ancak karşıt durumlarla, karşıt yapıda nesnelerin görüntüleriyle sağlanabilir. Benzer nesne benzerinden etkilenmez, duygulanmaz. Dokunma, tatma, koklama gibi duyumlar da karşıt durumlardan oluşur. Örneğin, sıcağı soğuğun, katıyı yumuşağın, acıyı tatlının etkisiyle algılayabiliriz. Duyularımız, karşıt etkilerden yoksun olarak acıyı, tatlıyı, sıcağı, soğuğu, yumuşağı, katıyı doğrudan doğruya algıla­yamaz.

Duyularla sağlanan verilere “duyum” denir. Bütün duyumlar onları sağlayan duyuların büyüklüğü, küçüklüğü ile orantılıdır, insanın, hayvanın gövde büyüklüğü oranında duyarlığı, algı yeteneği vardır. Büyük hayvanlar ve çok iri insanlar daha duyarlı, bunun karşıtı olanlar ise daha az duyarlıdır. Bu duyarlılık duyumları alma bakımındandır.

Görme olayında da durum böyledir. Gözleri iri olan hayvanlar çok uzaktaki nesneleri, gözleri küçük olanlardan daha kolay görür. Görmenin, göz bebek­lerine gelen görüntülerle sağlanması gövdedeki duyu üyelerinin genel düzenine göredir. Göz kendi yapısı gereği, ancak karşıt kuruluşta olan nesnelerin görün­tülerini alarak görme işlemini gerçekleştirir.

Koku yoğun olmayan, seyrekleşmiş hava ile dağılır. Yoğun nesnenin kokusu az, seyrekleşmiş nesnenin ise çoktur. Öteki duyularda olduğu gibi koku almada da gövdenin büyüklüğü küçüklüğü söz konusudur. Büyük gövdeli hayvanlar daha çok, küçük gövdeli hayvanlar daha az koku alır. Büyük hayvan yoğun havayı da seyrek havayı da kolayca içine çeker. Bu yüzden daha çok ve daha kolay koku alır. Küçük canlılarda durum bunun karşıtıdır. Yalnız seyrekleşmiş hava içe çekilebilir. Bu da koku almanın, dıştan gelen havayı içe çekmekle sağlandığını gösterir.

işitme olayı dıştan gelen sesin beyne girmesiyle gerçekleşir. Beynin üstünde duran kemiğin içi oyuk olduğundan ses buraya çarpar, yansır. Dıştan gelen seslerin beynin üstündeki oyuk kemiğe çarpmasıyla oluşan yansıma işitme denen algının kaynağını oluş­turur, işitme bir duyu olayıdır, somut nesnelerin devinimleriyle bağlantılıdır. Gövdenin büyüklüğü ve küçüklüğü işitmenin niteliğini etkiler. Büyük hayvan­lar daha kolay işitir, daha uzaktan gelen sesleri alır.

Gövdeyi devindiren, diri, yaşatıcı bir güç vardır. Bu “sıcak soluk” anlamına gelen ya da öyle yorumla­nan pneumadır. Kimi yerde buna “soluk/nefes” karşılığı psykhe denir. Ancak bunun üstünde bir güç olan nous bütün varlık evrenini oluşturduğundan pneuma ya da psykhe anlamına gelmez. Ruh denen güç diri olduğundan duyularla sağlanan verileri de etkiler. Ancak duyulara kesinlikle güvenilemez.

Anaksagoras’ın düşüncelerini içeren belgelere dayanılarak yapılan açıklamalar onun oluşturduğu felsefe evrenini tanıtmaktadır. Bu belgelere göre Anaksagoras doğacı düşünceyi, belli bir dizgeye kavuştu­ranların ilki, bir bakıma en önemlisidir. Oluş olayını doğrudan doğruya somut varlıklara bağlama, oluş ilkesinin devinme, bu devinmeyi sağlayan itici gücün nous olması, nousun da soyut değil somut bir varlık niteliği taşıması, çağına göre yeni bir görüştür. Özellikle gök varlıklarının niteliği, oluşumu, özelliği, devinimleri konusunda ileri sürdüğü görüşler gözleme dayanmaktadır. Anaksagoras, en karmaşık duyu verilerinde bile doğanın etkisini egemen ilke saymış, algıya önem vermiştir.

Anaksagoras’ın düşünceleri, kendinden sonra gelen bilgeleri etkilemekle kalmamış, yeni felsefe çığırlarının doğmasına da olanak sağlamıştır. Kendi­sinden önce gelen Thales, Anaksimenes, Herakleitos gibi bilgeler varlığın ilk kurucu özünü tek nesne olarak görmüşlerdi. Bu kurucu ilkeye Thales “su”, Anaksimenes “hava” Herakleitos “ateş” demiş, Em-pedokles ise “toprak”ı da ekleyerek varlığın tek değil dört ilkeden kurulduğunu ileri sürmüştü. Parmenides, Zenon [ Elealı ] gibi bilgeler de bütün kurucu ilkeleri (hava, su, ateş, toprak) bir yana atarak varlığın tek olduğunu, çokluğun söz konusu olamayacağını öne sürmüşlerdi. Anaksagoras bütün bu düşüncelere karşı çıkarak belli sayıda ilkelere dayanan oluş soru­nuna bambaşka bir çözüm aramıştır. Deneye dayanan duyu verilerinin, varlık türlerini tanımadaki yardımcı etkisini görüp göstermesi, somut varlıkları devindiren “oluş” olayını gerçekleştiren nous gibi bir ilkeyi felsefesine binek taşı yapması, Platon ile Aristoteles gibi ayrı doğrultularda yürüyen bilgelere ışık tutmuş­tur. Nousun belli bir ereğe göre yönlendirdiği devin­me, gerek Platon’da gerekse Aristoteles’te telos (erek) kavramına yeni bir yorum getirme olanağı sağla­mıştır.

Parmenides’in ileri sürdüğü oluşla ilgili sorunları deneyle bağdaştırarak çözümlemeye çalışan Anaksagoras’a göre “her nesne her nesnede vardır”. Sığırın yediği otta; kemik, kan, sinir ve kas, ineğinkinde ise süt gibi nesneleri oluşturan özler bulunur. Onun bu görüşü, Giordano Bruno, Paracelsus, Leibniz, Pascal gibi bilimle felsefeyi yan yana yürüten bilgeleri etkilemiş, varlık türlerinin bileşiminde bulunan özle­rin karşılıklı dönüşümlerini konu edinen kuramların doğmasına olanak sağlamıştır. Gök varlıklarıyla ilgili görüşlerinin izleri ise Kant-Laplace kuramında bu­lunmaktadır.

Felsefede varlığa düzen veren, oluşu sağlayan, nesneler arasındaki karşılıklı dönüşümleri yöneten nous kuramı, daha sonraki çağlarda, evrenin özünü kuran “ruh”a dönüşmüştür. Anaksagoras’ın nousu gerek Orta Çağ’da, gerekse Rönesans’ta tanrısal nitelik taşıdığı ileri sürülen “ruh” kavramının da kaynağıdır. Nousun yapıcı, kurucu, yönetici ilke olması etkinliğini sürdürmüş, daha sonra doğan felsefe akımlarında değişik biçimlere girerek ratio (logos), aidea, Geist, Doğu İslam düşüncesinde “zât”, “ruh” gibi “tanrısal öz”, “yaratıcı öz” anlamlarına gelen kavramların türetilmesine yol açmıştır. Nous, gerçekte, bu değişik kavramların, değişik adlarla ortaya çıkan kaynağıdır. Özellikle Orta Çağ’ın din felsefesinde “ruh” kavramına yüklenen anlamların odağıdır. Plotinos’un geliştirdiği Yeni-Platonculuk’ta yaratıcı, yönetici, düzenleyici tanrısal bir güç olarak anlaşılan “ölümsüz töz” kavramının da kökeni no­ustur.

Anaksagoras, nous kavramını yaratarak varlık türlerinin oluşmasında iki karşıt özün bulunduğu kuramını geliştirmiştir: Bir yandan yer kaplama, birleşme, dağılma, değişme, azalma, çoğalma biçimin­de görünen olaylara göre nitelenen varlık, öte yandan yalnız kendi kendisiyle varolan, düzenleyen, oluştu­ran, biçimlendiren, değişmeyen, yöneten, ölümsüz ilke (nous). Somut varlıkla soyut varlığı “oluş” eyleminde birleştiren, ayrıca görünenle görünmeyen varlıklar ayırımını belli bir felsefe düzeni içine yerleş­tiren Anaksagoras, geniş anlamda, Dualizm’in de öncüsüdür.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 14. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler