Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı hakkında bilgi
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı hakkında bilgi: Bursa ’da Zaman şairi ve Huzur romanının yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, 20. yüzyıl Avrupa edebiyatının ortak problemi sayılan zaman kavramıyla hem konu hem de anlatım tekniği bakımından ilgilendiğini göstermiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1954) adlı romanda modern çağın, insanı saate tutsak eden yaşama temposu başta olmak üzere toplum mekanizmasının çeşitli unsurlarını hicivci bir bakış açısından ele alır.
Modern Romanın Kurgulan (Strukturen des modernen Romans) başlıklı bir karşılaştırmalı edebiyat araştırmasında Theodore Ziolkowski, modern Batı romanının beş ana konusundan biri olarak zaman kavramını tespit ediyor. Edebiyat ve kültür tarihi bu açıdan incelendiğinde görülüyor ki 17. yüzyıla kadar insan varlığı, Tanrı’nın ebedî düzeni içinde sarsılmazlığını korurken zaman kavramında âdeta bir hiyerarşi vardı: İnsanın ölümlülüğüyle başlayıp Tanrı’nın ölümsüzlüğüne doğru yükselen bir hiyerarşi. İnsanî zamanla tanrısal zaman arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildi. Çünkü ölümsüzlük, bütün insanların ulaşmak istediği en son değerdi. Öznel zaman (subjektive Zeit) üzerinde durulmuyordu. Descartes’ın “cogito, ergo sum” (düşünüyorum, o halde varım) düsturundan sonra insan bilincindeki devrim, zamanla tutarlı bir art ardalıktan uzaklaşıp öznel zaman anlayışını ön plana çıkardı.
Faulkner, James Joyce, Rilke, Kafka, Thomas Mann ve Döblin’de nesnel saatle öznel saat arasındaki uyumsuzluk probleminin çeşitli imgelerle dile getirilişi bir rastlantı olmasa gerek. Hayat temposunun belirgin değişikliğiyle birden bire büyük önem kazanan zaman kavramı, zaman ölçme aygıtı saati yalnız edebiyatta değil, resim sanatında da işlek bir motif düzegene yükseltmiştir. Salvador Dali’nin sürrealist manzaralarında yer alan yumuşak saatlerini çoğumuz biliriz. Toplum hayatının zaman düzenini, iş, bilim ve günlük ilişkiler dünyasının zaman düzenini sembolize eden saat, 20. yüzyıl edebiyatında ilginç bir şekilde karşımıza çıkıyor: Ya bozulmuş, ya kırılmış, ya eksik ya da arka plana atılmış haliyle. Kafka ve Joyce’da insanın iç saati dış dünyanın resmî saatiyle hiç uyuşmaz. Thomas Mann, ünlü romanı der Zauberberg (1924) de kahramanı Hans Castorp’a üç haftalığına geldiği halde yedi yıl kalacağı sanatoryumda saatini yatağının başucundaki konsoldan düşürüp kırdırır. Çünkü kendisi için yeni ve dışa kapalı (hermetik) bir dünya olan Zauberberg sanatoryumda resmî saate gerek duymayacaktır. Keza Berlin Alexanderplatz (1929) romanında Döblin, kahramanı Franz Bieberkopf’u hapishane dönüşü eski, yıpranmış saatiyle günlerce uğraştırır. Faulkner’in The Sound and the Fury (1929)’ sinde Dilsey’in saatinde akrep ve yelkovandan yalnızca biri mevcuttur ve çok ağır işler. Ve nihayet Alman sembolistlerinden Rilke, biçim ve teknik açısından 20. yüzyılın çığıraçıcı romanı sayılan Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge (1910) adlı romanında bir zaman enstitüsünden söz eder. Roman kahramanı, St. Petersburg’daki bir otel komşusunu, Nicolaj Kusmitsch adındaki bir küçük memurun ilginç tasarımını hatırlar. Alelâde bir pazar günü bu şahıs, elli yıl daha ömrü olsa, bunun kaç gün, kaç saat ve kaç dakika daha yaşayacağı anlamına geldiğini hesaplamaya koyulur. Sonra bunun muazzam bir sermaye olduğunu ve nasıl harcanması gerektiğini, nasıl tutumlu olunabileceğini düşünürken fark eder ki para konusundaki terimler bu alana da uygun düşüyor. Bu bakımdan bir zaman bankası (Zeitbank) olması gerektiğine inanır. Şehrin adres fihristini karıştırmaya başlar ve böyle bir banka ya da bir imparatorluk Zaman Enstitüsü (Kaiserliches Zeitinstitut) arar. Tasarruflarını değerlendirmede kendisinin danışmak istediği bir kurumdur bu. Zaman gibi soyut bir kavramı, maliyecilik, bankacılık alanından kelimelerle somutlaştırma deneyi, sembolist bir yazar olan Ril- ke’nin yaratılıcığına uygun düşüyordu. 20. yüzyıl Avrupa romanına bir iki çizgiyle değindikten sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu çağdaş ortak konuyu Türk romanına nasıl getirdiğine bakalım.
Romanın başlığı, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, zaman kavramına ilişkin fantastik (hayal gücü ürünü) bir buluş. Roman dokusu içinde hem saat, türlü bakış açıları ve benzetmelerle odak motif niteliğinde hem de saatlari ayarlama düşüncesi bir leitmotiv gibi baştan sona varlığını sürdürüyor. Öte yandan saatleri ayarlama işi için bir enstitünün kurulması, çalışması, uyandırdığı ilgi, varlığını koruması, geniş anlamda bir toplum hicvi oluşturuyor.
Dört bölümlü, 371 sayfalık bu roman, birinci şahıs anlatımla yazılmış. Bölümlerin başlıkları şöyle: “Büyük Ümitler”, “Küçük Hakikatler”, “Sabaha Doğru” ve “Her Mevsimin Bir Sonu Vardır.” Her bölüm farklı sayıda ve numaralanmış alt bölümlere ayrılıyor. Romanın anlatıcı kişisi, Hayri İrdal adında sıradan bir adam. Hayatını kaleme alışını şöyle açıklıyor: “Hayır, hatıralarımı yazmaktan kastım, kendimi anlatmak değildir. Sadece şahidi olduğum birtakım vakaların unutulmamasına yardım etmektir. Bir de üç hafta evvel toprağa gömdüğümüz aziz insanı anlatmak ve anmak.”
Hayri İrdal’ın hayatını bir anda değiştiren ve onda unutulmaması gerektiği için yazma hevesi uyandıran ilginç insan Halit Ayarcı’dır. Onun, hayatındaki önemini roman kahramanı şöyle özetliyor:
Kendi kendime, yatağımda uzun zaman düşündüm. Hayri İrdal dedim, çok şey gördün, geçirdin. Yaşın ancak altmış olduğu halde birkaç insanın ömrünü birden yaşadın. Sefaletin, bir köşeye atılmış olmanın her türlü acısını tattın, İkbalin merdivenlerinden çevik ve çâlâk çıktın. Hiçbir zaman ve hiçbir kuvvetin halledemeyeceği meselelerin halloldu. Bütün bunlar hep onun, Halit Ayarcı’nın sayesinde oldu. Seni mezbeleden o çekip çıkarttı. Hayatın için düşüncen ve rahatın için hakiki düşman olan her şeyi ve herkesi o sana dost yaptı. Etrafında sade çirkinlik, fakirlik, sefalet gören bir adam iken birdenbire insana layık birtakım asil zevk ve saadetlerin bulunduğunu duydun ve insan ruhunun asilliğini anladın, (s. 13)
Hayri İrdal’la Halit Ayarcı’yı bir araya getiren motif, saat merakıdır. Hayri İrdal, asıl hayatının, dayısından sünnet hediyesi olarak aldığı saatle başladığını söylüyor. Saat merakı, saat zevki konusunda Türk toplumunun özel bir durumu olduğunu ileri sürüyor:
Herkes bilir ki, eski hayatımız saat üzerinde kurulmuştur. Hattâ sonraları Muvakkit Nuri Efendi’den öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü saatle idi. Saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi, (s. 26)
Romanda dikkatimizi çeken çeşitli saat tasvirleri var. Saat âdeta ailenin, evin, sahibinin yaşama biçimini, hayat düzeyini, zevkini, kısacası dünyasını yansıtan bir semboldür. Meselâ Hayri İrdal’ın baba ocağındaki saatin hikâyesi, bir çeşit aile geçmişinden ilginç bir kesit: Dedenin yaptırmaya niyetlendiği bir cami için düşünüp satın aldığı bu saat, dileği gerçekleşmeyince oğluna kalmış, ama çalıntı olduğu hakkında konu komşu arasında dedikoduya sebep olmuştur. Aile içinde bu saatin yeri, önemi hakkında şunları öğreniyoruz:
Halbuki güzel saatti. Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir mekkâre gibi başı boş, dalgın dalgın yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilân ederdi? Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt halinde yaşayan hususi bir zamandı.
(……. ) annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı.
Ona göre bu saat ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Beyin vefat ettiği gece, belki birdenbire en derin sesiyle vurmaya başlamasından sonra bu korku hepimizin içine yerleşti, (s. 29)
Hayri İrdal, sünnet hediyesi saati, nasıl işlediğini öğrenmek için parçalarına ayırdığını, bununla “zihnî hayatının birkaç merhaleyi birden atladığını” (s. 31) yazıyor: “Bu tecrübeden elimde iki şey kaldı. Her gördüğüm saati çözmek ve içine bakmak hevesi, bir de saatten gayri şeye alâkasızlık.” (s. 31)
Ortaokuldan sonra Nuri Efendinin muvakkithanesinde çalışmaya başlayan Hayri İrdal, ustasından saate insana davranır gibi davranmayı öğrenir. Ustasını bir saat doktoruna benzetir; hattâ bir teolog, bir filozof gibi konuşturur:
Zaten saatle insanı birbirinden pek ayırmazdı. Sık sık “Cenab-ı Hak insanı kendi sureti üzere yarattı; insan da saati kendine benzer icat etti.” derdi. Bu fikri çok defa şöyle tamamlardı: “İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur.” Saat hakkındaki düşünceleri bazan daha da derinleşirdi: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki zaman ve mekân, insanla mevcuttur.” (s. 33)
Roman kahramanı, kişiliğinin oluşumunda iki kişinin payı olduğunu söyler; Nuri Efendi ve Halit Ayarcı:
Birisini çok gençken, insanlara ve hayata gözlerim henüz açıldığı sırada tanıdım. Öbürü her şeyden ümit kestiğim, hattâ ömür defterimi tamamlamış sandığım bir zamanda karşıma çıktı. Fakat bu ayrı meziyette, ayrı zihniyette insanlar bütün zaman ayrılıklarının üstünden hayatımda bir daha ayrılmamak şartıyla birleştiler. Ben onların bir muhasalasıyım. (s. 36)
Nuri Efendinin ilginç bir tutumu, zaman konusundaki rahatlığıdır: Nuri Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemal yapılmasını istemezdi. Aceleye lüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi. Ona istediği gibi tasarruf eder, yanındakilere de az çok bu hakkı tanırdı, (s. 37)
Roman kahramanının çocukluk-ilkgençlik yıllarına yön veren, kendisine örnek aldığı ustanın bu rahatlığında yazar, bir önceki kuşağın hayat temposunu duygusal bir yaklaşımla dile getirirken, Halit Ayarcı’nın saatleri ayarlama enstitüsünde çağın dakik olmak zorunluluğunu sembolik ve hicivci bir üslûpla işliyor.
Hayri İrdal’ın ikinci karısı, sinema modasının en hararetli olduğu yılların yarattığı ruh hastası tiplerden biridir. Kendini film kahramanları ya da sinema artistleriyle özdeşleştiren ve sık sık kişilik değiştiren karısını Hayri İrdal iyimserlikle anlatıyor:
Bununla beraber işin eğlenceli, hattâ faydalı tarafları da vardı. Karım, dediğim gibi sinema ile tatmin oluyor, hayatımızın aksak taraflarına bakmıyordu. Vakıa Adolf Menjou gibi en aşağı yüz otuz kat elbisem olduğu için artık düğmelerim dikilmiyordu. Fakat ceketimin dirsek yerlerinin çıktığını da pek fark etmiyordu. Gördüğü filmlerdeki her şey bizimdi, şatolar, elmaslar, bahçeler, asil kibar dostlar… (s. 150)
Romanın bu figürü, ellili yılların sinema tutkusuna kapılmış toplum kesitini hicivci perspektiften canlandıran kişisidir. Eserin ilk iki bölümü, kahramanın çeşitli işlerde çalıştığı, bir çeşit sefalet denebilecek hayatının dönüm noktasına kadarki safhalarına ayrılmıştır. Halit Ayarcıyı tanıyıncaya kadar geçirdiği hayat tecrübelerinden edindiği şudur: “insanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.” (s. 177) Kahramanın Halit Ayarcı’yla dostluk kurması, bir saat tamiri vesilesiyle olur:
…iki aydır işlemiyor. Baba yadigârı… Onun için çok severim. Nesi var acaba? diye tekrarlıyordu.
Hayri İrdal’ın saat sevgisini, ona inanmış bir kişi olduğunu konuşmaları ilerledikçe anlayan Halit Ayarcı, onu yanma alıp daha önce saati tamir ederken yedek parçayla bozan ilk tamircisine, oradan da yemeğe götürür. Yolda meydan saatlerine baktıklarında Hayri İrdal herkez tespit ettiği şu gerçeği söyler: Bilir
misiniz ki şehrin hiçbir saati birbirini tutmaz, isterseniz Eminönü’ndekilere, sonra da Karaköy’dekine bir bakalım…” (s. 194) Daha sonra saatçi dükkânına gittiklerinde saat konusunda ustasının özdeyişlerinin en etkililerini konuşmaları arasına serpiştirir. Meselâ: “…bu saatler nazik aletlerdir; böyle tartaklanmağa gelmez, bakın şunun arkasına, bu fabrika işi değil, elişi… Sanki ustadan ustaya mektup, ama belli ki size yazılmamış…” (s. 195)
Yemek sırasında ilerleyen sohbette de Halit Ayarcı ile Hayri İrdal, ortak konuları olan saat merakı sayesinde iyice dost olurlar. Ayarcı, bir filozof keşfettiğine inanır:
Roman kahramanı bu olayın hayatındaki rolünü şöyle anlatıyor:
…Elbette böyle bir adamla karşılaşma, göz göze gelme bir uğur, bir saadetti. Elbette insana bu yüzden birtakım iyilikler gelecekti. Nitekim öyle oldu. O geceden sonra hattâ o gece içinde hemen hemen hayatımın mahreki ve mânâsı değişti.
Bu evvelâ üzerimdeki bahsettiğim ağırlığın kalkmasıyla başladı. Sonra yavaş yavaş mantığım değişti. Hattâ dünyaya bakışım, eşyayı görüşüm, insanları anlayışım değişti, (s. 214)
Hayri İrdal’ın ailesini anlatırken kızının, karısının, baldızlarının dertlerinden söz etmesi sırasında Ayarcı bütün şikâyet konularını akla gelmedik iyi yanlarından ele alarak âdeta birer fazilet, birer kabiliyet keşfeder. Meselâ Hayri İrdal’in “sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz… Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor.” (s. 219) dediği, ses sanatçısı olmak isteyen baldızını orijinal bulur. Müzik ve ses sanatçısı konusunda aralarında geçen konuşma, Ahmet Hamdi Tanpınar’ m günün müzik kalitesine yönelttiği ince bir hiciv örneğidir:
…Şimdi artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
Daha ilk tanıştıkları akşam aralarında kurulan dostluk bağı, Ayarcı’nın önemli kararıyla iş arkadaşlığına dönüşür: “Bakın Hayri Bey, ben karar verdim, beraber çalışacağız bundan sonra… Onun için anlaşmamız lâzım. Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir.” (s. 221)
Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.” (s. 177) Kahramanın Halit Ayarcı’yla dostluk kurması, bir saat tamiri vesilesiyle olur:
…iki aydır işlemiyor. Baba yadigârı… Onun için çok seferim. Nesi var acaba? diye tekrarlıyordu.
Hayri İrdal’ın saat sevgisini, ona inanmış bir kişi olduğunu konuşmaları ilerledikçe anlayan Halit Ayarcı, onu yanma alıp daha önce saati tamir ederken yedek parçayla bozan ilk tamircisine, oradan da yemeğe götürür. Yolda meydan saatlerine baktıklarında Hayri İrdal herkez tespit ettiği şu gerçeği söyler: Bilirmisiniz ki şehrin hiçbir saati birbirini tutmaz, isterseniz Eminönü’ndekilere, sonra da Karaköy’dekine bir bakalım…” (s. 194) Daha sonra saatçi dükkânına gittiklerinde saat konusunda ustasının özdeyişlerinin en etkililerini konuşmaları arasına serpiştirir. Meselâ: “…bu saatler nazik aletlerdir; böyle tartaklanmağa gelmez, bakın şunun arkasına, bu fabrika işi değil, elişi… Sanki ustadan ustaya mektup, ama belli ki size yazılmamış…” (s. 195)
Yemek sırasında ilerleyen sohbette de Halit Ayarcı ile Hayri İrdal, ortak konuları olan saat merakı sayesinde iyice dost olurlar. Ayarcı, bir filozof keşfettiğine inanır:
Roman kahramanı bu olayın hayatındaki rolünü şöyle anlatıyor:
…Elbette böyle bir adamla karşılaşma, göz göze gelme bir uğur, bir saadetti. Elbette insana bu yüzden birtakım iyilikler gelecekti. Nitekim öyle oldu. O geceden sonra hattâ o gece içinde hemen hemen hayatımın mahreki ve mânâsı değişti.
Bu evvelâ üzerimdeki bahsettiğim ağırlığın kalkmasıyla başladı. Sonra yavaş yavaş mantığım değişti. Hattâ dünyaya bakışım, eşyayı görüşüm, insanları anlayışım değişti, (s. 214)
Hayri İrdal’ın ailesini anlatırken kızının, karısının, baldızlarının dertlerinden söz etmesi sırasında Ayarcı bütün şikâyet konularını akla gelmedik iyi yanlarından ele alarak âdeta birer fazilet, birer kabiliyet keşfeder. Meselâ Hayri İrdal’in “sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz… Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor.” (s. 219) dediği, ses sanatçısı olmak isteyen baldızını orijinal bulur. Müzik ve ses sanatçısı konusunda aralarında geçen konuşma, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günün müzik kalitesine yönelttiği ince bir hiciv örneğidir:
…Şimdi artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
Daha ilk tanıştıkları akşam aralarında kurulan dostluk bağı, Ayarcı’nın önemli kararıyla iş arkadaşlığına dönüşür: “Bakın Hayri Bey, ben karar verdim, beraber çalışacağız bundan sonra… Onun için anlaşmamız lâzım. Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir.” (s. 221)
Romanın 3. ve 4. bölümleri boyunca üzerinde durulacak ve hicivci bir tutumla işlenecek olan işte bu dünya görüşüdür: Pragmatizm. Hayri İrdal’ın deyişiyle Ayarcı ona “dürbünün bakılacak yerini göstermişti” (s. 223). Değişik perspektiftir söz konusu olan. Her şeyi değerlendirecek bir yanını bularak faydalı hale sokmak esasına dayanan bu tutumun romanda çeşitli örnekleri sergileniyor. Halit Ayarcı bu tutumuyla toplumda başarılı insandır. Hayri İrdal’ın baldızını ses sanatçısı olarak bir yere yerleştirir. Sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün çekirdeği olan küçük daireyi açarlar. Bu enstitünün açılışı, gelişmesi, çalışma havası, memurları, reklâmları, her şeyi bürokrasinin hicivci anlatımla gözler önüne serilmesidir. Meselâ dairelere alınan memurların öncelikle hısım akrabadan seçilmesi, kadın memurların iş yerinde örgü örmesi şu tabloyla karşımıza çıkarılıyor:
Halit Ayarcı’nın akrabasından olduğunu bildiğim kalem şefimiz Nermin Hanım beni görür görmez kırk yıllık ahbap gibi sevindi. İş için elindeki örgüyü bile bırakmıştı. Nermin Hanım’ın daha o gün ya örgü ördüğünü, yahut konuştuğunu öğrendim. Daha doğrusu daima konuşur, yalnız kalınca örerdi, (s. 224)
Alınan prensip kararı gereğince kadroların akrabalara tahsisini işleyen pasajlar sayıca çok, ama her birinde ayrı motifler, ayrı bakış açıları var:
Zehra enstitüde pek az kaldı. O ayar istasyonlarında çalışmayı tercih etmişti. Ve o sayede evlendi. Ve tabiî evlenir evlenmez kocasını yelkovan şubesi şefi ve mütehassısı yaptık. Damadımı da dışarda bırakacak değildim ya! Küçük baldızım, Zehra’dan boş kalan yere tâyin edilmişti. Onu da enstitümüzde iş arayan tavsiyesiz bir genç, müesseseye girmek için başka çare kalmadığını anlayınca, hemen o gün istedi.
(s. 254)
Bütün eksiklikleri tamamlanıp donatıldıktan sonra enstitünün ilk işi, zaman ve saatle ilgili özdeyişleri toplamak, biner adet basmak ve şehre dağıtmaktır. Çoğunlukla Hayri İrdal’ın eski ustası Nuri Efendi’ye ait bu sözler, slogancılığın modern toplumdaki etki gücünden yararlanan enstitüye ilk uğraş olur:
“Maden kendiliğinden ayar kabul etmez”, “Ayar saniyenin peşinde koşmaktır”. Bazen bunlara Halit Ayarcı’nın kendi buluşları da karışıyor ve onlar daha mânâlı oluyordu: “Müşterek zaman müşterek iştir”, “Hakikî insan zaman şuurudur”, “Refahın yolu sağlam bir zaman anlayışından geçer” gibi şeylerdi bunlar.
(…) Böylece hiç işi olmayan enstitümüz yavaş yavaş kendi varlığının etrafında bir yığın iş peydahlamış oldu. (s. 226)
Belediye başkanının yardımcılarıyla birlikte enstitüyü ziyaret edişi ve yapacak işi olmayan, sırf hısım akrabaya iş yeri halinde ayakta tutulan enstitünün, müteşebbis Halit Ayarcı’nın sunuş biçimiyle nasıl ciddî bir etki bıraktığı ve varlığını garanti ettiği, güzel hiciv örneklerinden biridir:
Tekrar bizim odaya geçtik. Belediye reisi boş klasörlere, kılıfları içinde uyuyan yazı makinalarına ve büyük siyah defterlere bir müddet daha baktı. Duvarda sloganları okudu:
Halit Bey hiç de mütevazı değildi, mamafih belediye reisine, Nuri Efendi’nin adını söylemeden, eski saatçilerimiz tarafından bu cins birçok sözlerin söylendiğini ve bu adamların cemiyet ve çalışma işlerini çok iyi bildiklerini, enstitümüzün gayelerinden birinin de bu ustaları halkımıza tanıtmak olduğunu anlattı.
Kadroların gerekliliği, ihtisas dalları, koordinasyon meselesi hep belediye başkanının ziyareti sırasında kararlaştırılarak enstitü-
Kaynak: Çağdaş Türk Romanı üzerine incelemeler, Gürsel Aytaç, Doğubatı Yayınları, 2012