Afet Ilgaz Hikaye ve Roman Örnekleri
Afet Ilgaz Hikaye ve Roman Örnekleri: Daha ziyade romancı olarak bilinen Afet Ilgaz’ın romanları; Eşiktekiler (1960), Aşamalar (1977), Sendika (1987), Garip Bir Dâvâ (1987), Bir Feministin Doğruya Yakın Portresi (1988), Âd Semûd Medyen (1991), Yol (1993), Yolcu (1994), Menekşelendi Sular (1997)’dır.
Hikâyelerini ise: Bediiye (1963), Başörtülüler (1965), Toprak İnsanları (1968- 1971), Halk Hikâyeleri (1972), Çeribaşı Abdullah ile İdamlık İsmail (1974), Ölü Bir Kadın Yazar (1983), kitaplarında toplamıştır. Yazarın Annem Annem (1971), Değişen Sevgiler (1976), Çocuklar da Savaştı (1979-1980), Karadaylak (1991), Filiz Büyüyor (1991) adlarıyla çocuk romanları da vardır. En Güzel İtalyan Hikâyeleri (1962) adlı bir çevirisi, İtalya Mektupları (1962) adıyla gezi notlan da vardır.
Annem Annem 1980’de, Toprak İnsanları 1988’de televizyon dizisi olarak çekildi ve oynandı. Çocuklar da Savaştı, Değişen Sevgiler (Yaz Göçebeleri) adıyla, Bedriye ve Toprak İnsanları da oyun ve dizi olarak radyoda yayımlandı.
Burada her ne kadar “Afet Ilgaz” adı kullanılmışsa da yazar, evlenmeden önceki (1968’e kadar) yazdığı eserlerinde Afet Muhteremoğlu adını kullanmıştır. (Aynı ismi daha sonraki yıllarda da kullandığı olmuştur. (Örnek: Yazko Ed„ sayı: 30, Nisan 1985, “Yaratıcılık” adlı hikâye.)
Romanları
Afet Ilgaz’ın hikâyelerinde romanlarına göre, bazı değişiklikler görülüyor. Bazı hikâyelerinde, soyut ve kapalı tam da deniyor. Bazı hikâyelerinde, hafif mizah, kendi kendisiyle ve çevre ile eğlenmek eğilimleri görülüyor:
“Aslında” diye başladım söze. Bu başlangıçları, eleştirmenler çok severler. “Aslında” diye başlayan kadın, aydın bir’erkek kafalı kadındır. Hem gerçeği araştırmak istiyor görünür hem de eleştirmenler tarafından sevilmek ister. Ben “aslında” deyince, gözlerimin içine dosdoğru bakabildi. Bilgeliğimden sevinç duyarak lirik bir şekilde kanatlandım. “(Yazko Edebiyat, Nisan 1983)
Ayrıca Ilgaz’ın hikâyeleri de romanları gibi, zaman içinde fikir değiştirmişlerdir, konu, kişi ve tabaka değiştirmişlerdir.
Afet Ilgaz’ın kendisine şöhret sağlayan ilk eseri Eşiktekiler (1961) adlı bir roman olmakla birlikte 1977’lere kadar roman yazmayıp, beş hikâye kitabı meydana getirmiştir. 1980’den sonra ise bir tek hikâye kitabı (Ölü Bir Kadın Yazar, 1983) çıkarmıştır. Demek ki, üst üste romanlar yazmaya başlayınca, hikâyeyi hemen he- .men bırakmış gibidir. Buna bakarak bazı yazarlar gibi A. Ilgaz’ın da hikâyeyi bir geçiş türü romana atlama dönemi yaptığı düşünülebilir. Bu sebeple biz de olgunluk eserleri olarak romanlarını göreceğiz. Romanlarından da son fikir aşamasını gösteren bir tanesi “Âd Semûd Medyen” üzerinde duracağız.
Hikâyelerinde ve ilk romanlarında, zamanın modasına da uyarak ezilenleri, düşkün, haksızlığa uğramış insan ve hayatları, belli bir açıdan anlatan Ilgaz, yine de kahramanlarının ruh tahlillerine önem veriyordu. Bir de ilk eseri Eşiktekiler’den itibaren din, inanç, İslâm, dinsizlik, feminizm’in tartışılması gibi konulara yakınlık duymaktadır. Son iki romanı “Bir Feministin Doğruya Yakın Portresi” ile “Ad Semûd Medyen”de ise, bu konu ve temalar bütün eseri kaplamaktadır. Ayrıca, bütün roman ve hikâyeleri için verilecek bir hüküm de şudur:
Afet Ilgaz, sanki roman yazmak için değil de, birtakım düşüncelerini söylemek ve birtakım kişileri, (solda, sağda, dinde, dinsizlikte) konuşturmak için konular, olaylar icat etmektedir. Onun eserlerinde düşünce roman için değil de roman düşünce içindir. Ancak, tezli, (sol veya sağ) romancılardan oldukça farklı bir tavrı vardır. Özellikle son romanlarında, “telkin” yine de ağırlıklı olmakla birlikte “tartışmaya” ve çok yönlü tefekküre de geniş yer vermektedir.
Ilgaz’ın 1968’de yayımladığı “Bir Feministin Doğruya Yakın Portresi” romanı, 1991 sonunda çıkan “Âd Semûd Medyen”e bir başlangıç gibidir. Şunu söyleyelim ki, her iki romanda, yazarın şahsî hayatından geniş ve kesin izdüşümler; yaşanmış hayat tecrübeleri mevcuttur.
Birinci romanda, 13 yaşındaki bir kız çocuğunun gözüyle 40 yaşındaki (kendi anlayışına göre) feminist bir annenin gövde ve ruh portresi çiziliyor. Fikirleri, inançları, davranışları, huylan, kaprisleri, tepkileri dile getiriliyor. Burda yazarın kendisi ve kızının anlatıldığı apaçıktır.
Âd Semûd Medyen’de ise kendisi Ahmet (baba) olmuş; kızı, Ahmed’in oğlu Uğur olmuştur. Yazarın, ayrı yaşadığı eşi Rıfat Ilgaz ise bu romanda din ve milliyet düşüncelerine karşı çıkan Cahide adıyla yaşatılmıştır. Bu son iki roman için, belki şahsî tepki, kırgınlık ve sitem romanlarıdır da denilebilir.
“Bir Feministin Doğruya Yakın Portresi” ruhu ve vücuduyla erkekten uzakta duran, hatta kaçan bir kadının romanıdır. Erkek denilen “problemle” uğraşmak ona yorgunluk, bezginlik veriyor. Bu ise, “kadın özgürlüğünü” bir musallat fikir haline getirmesindendir. Bu özgürlüğü, “bir erkeğin gölgesinde, yanında” bulamayacağına inanmıştır.
Bu kadının saplantıları ve bunalımları vardır. Bu anne, kendisini kendisinden başka kimsenin sevemeyeceğine inanmıştır. Bu sevgiyi, sevdiği, tanıdığı erkeklerde bulamayacağı kanaatindedir. Ancak, kendi eşitliğini ve gücünü kabul ederek seven bir erkek hayali de, anneyi devamlı meşgul etmektedir.
Bu annenin, bazı feminist kadın yazarlarda ve onların kişiliklerinde görülen “bunalım” saplantı ve hatta “manyaklıklarından” çok farklı bir tutumu var. Kafası, sürekli bir huzur ötesi ve bir kurtarıcı olarak İslâmiyetle de doludur. Bu yüzden “feminist kadın”, “çağdaş” ve moda feministlerin hayal bile edemeyeceği şeyler yapmaktadır Söz gelişi namaz kılmakta, oruç tutmakta ve “farz”ları yerine getirmeye çalışmaktadır.
Yazar daha sonra bu “feminist anne” ağzıyla ideal İslâmiyet’in araştırma ve özleyişlerini gösteriyor. Âyet ve Hadis’leri, dinî kitapları, tekrar tekrar okuyarak bu kitabı ve daha sonraki romanını İslâmî bakışlarla dolduruyor. Zaman zaman:
“Müslümanlıkta, zulüm olmaz. Öyleyse eksiklik bizde. Biz bazı şeyleri yanlış öğrenmiş olmalıyız. En kısa zamanda Müslümanlığı inceleyip öğreneceğim.’’(s. 114) diyor.
Bu roman bildiğimiz, çok sert eşitlik ve seks iddialı feminizmden ayrı, Ilgaz’ın kendince bir dünya görüşünü dile getirmektedir. Günlük ve çağdaş hayatın zıtlıklarla dolu kargaşası içinde kimi gerçek kimi hayal dengeleri kurmaya çalışan bir kadın yazarın arayışları, bu romanın dünyasıdır. Ilgaz, Ad Semûd Medyen de bu dünyanın esasını İslâmiyet üzerine kurar görünmektedir.
Âd Semûd Medyen
Afet Ilgaz, bu romanı için: “Çirkinliklerden yılmış, kendi güzellikleri içinde yaşamaya çalışan çağdaş bir münzeviyi anlatmaya çalıştım. Halkın inançlarının da edebiyatımıza girmesini istedim. Edebiyat sormaktır, çözüm getirmek değil. Onu politikacı ve hükümet adamı yapar. Onların getirdiği çözümler ne dereceye kadar doğrudur, tartışılabilir. Kitabımda mistik, yumuşak bir hava içinde Osmanlı-Müslüman havasını duyurmaya çalıştım. Müslümanlığın incelikleri bir hayat biçimi olarak kavranmadıkça, yaşanmadıkça sanıyorum anlaşılmaz.” diyor.
Türk Edebiyatı yazarlarından Ayla Ağabegüm, Afet Ilgaz’la bu romanı üzerinde yaptığı sohbetten, iyimser, mutlu bir izlenimle döndü.
“Âd Semûd Medyen” romanının konusu, kişileri, telkinleri ve duygulan hakkında görüşlerini de şöyle özetledi: *
“Âd Semûd Medyen”i okurken herkes kendisinden, çevresinden bir şeyler bulacaktır.
Emekliler kahvesi müdavimlerinden Zeki Bey, zamanında avukatlık yapmıştır. Akıllıdır, bilgilidir, cuma namazına gitmez ama, Türk Tarihini iyi bilir, günlük olaylarla ilgilenir, “Allah büyüktür” der. Her işin Allah ‘a bırakılmasına kızar, mahalle sakinlerinin hukukî problemlerini çözmeğe çalışır. Güler yüzlü, sakin, dindar Salah Bey kandillerde kahveye lokma, helva getirir, zaman zaman dine karşı olan masa arkadaşları tarafından da sevilir. Emekli öğretmen Osman Bey, sevilen sayılan, dinî her konuyu cevaplayabilen “Osman Dede”dir. Ortak noktalan; hepsi milliyetçidir, Mehmet Akil, Ziya Gökalp ve Üsküdar’a hayrandırlar. Batının teknolojisi, disiplini, iş ahlâkı konusunda olumlu olarak birleşirken, Batı taklitçiliğinin bize nelere mal olduğunu da kavramışlardır. Kahvenin sakinleri bizim çevremizde gördüğümüz hâlâ yaşayan insanlardır.
Romanımızın kahramanı Ahmet, Emekliler kahvesi sakinlerinden emekli Albay Hilmi beyin oğludur. Babasının milliyetçiliği, annesinin dinî duygulan ona etki etmiş zaman zaman da dine karşı olmuştur. Yazar’ın ifadesiyle “Bütün saflığı ve heyecanıyla sosyalizmin insancıllığına kalbini açmış, içindeki sonsuz acıma ve sevgi duygularına, bu öğretinin ilkeleriyle bir yol çizerek kendini memleketinin sırlarını öğrenmeye bırakmıştı. Tıbbiyedeyken solcu gençlik çevrelerinde tanıdığı Cahide ile evlenir. Babası Ziya Gökalp ’ı okur, Ahmet ise Sovyet yazarlarını. Önceleri Hilmi Bey, Akşam, Cumhuriyet gazetelerini okurken, daha sonra Tercüman ’da karar kılar. Her geçen gün baba oğulun arasındaki mesafe artar. Babası “1 Mayıs’a katılma” der, Ahmet katılır. Fakülte bittikten sonra düşüncelerinden dolayı hayli sıkıntılı günler geçirir. Solcu toplumun içinde aradıklarım bulamaz.
“Neden kişiliği bütün incelikleri ve zikzaklarıyla, derinliği ve ayrıntılarıyla kabul görmüyor, bağışlanmıyor, ona aradığı özgürlüğün, sonsuz ve değişmez tadını vermiyordu. Öyleyse özgürlüğün değişmez tadı neredeydi, bu tad var mıydı?”
Babasının ölümü Ahmet’i perişan eder. İlk defa ölümle karşılaşır. Osman Dede’nin mezarlıkta okuduğu Kur’ân-ı Kerim, Ahmet’i ve oğlu Uğur’u perişan etmiştir. Kimseye aldırmadan hıçkıra hıçkıra ağlarlar. Bir çukur ve üzerine atılan biraz toprak. Hepsi bu kadar mı, ya babası üşürse? Kendi kendine söylenir. “İçimdeki umut neyin nesidir? Başkaları ölse bile kendilerine bir şey olmayacağına dair içlerinde bulunan ve nereden geldiği belli olmayan umut neyin nesidir?” Ahmet’in ölüm karşısında yıkılışı gün geçtikçe artar. Babasının arkadaşı Osman Dede her zaman onun imdadına yetişir. Ona anlatarak acı ve utanç verici hatıralarından kurtulmak ister. Ama utancı ona mani olur. Tam söylemek üzereyken, Osman Dede, “Söyleme gizli kalsın Müslümanlığın incelikleri var. İbadet de kabahat de gizli. Akla uygun bir sebebi var. Kabahatler anlatılırsa yaygınlaşır, ibadetler anlatılırsa gösteriş olur. Müslümanlıkta üç günden fazla yas tutulmaz. Veren de O, alan da, bize razı olmaktan başka bir şey düşmez, teslimiyet…” diyordu.
Ahmet, namaz kılmayı, duaları ezberlemeyi yavaş yavaş öğrenir. Oğlu Uğur bu konularda daha da ileridir. İnançları, zevkleriyle birbirlerini tamamlıyorlardı. Hayatlarının en güzel anlarından biri de müzik dinlemekti. Babasının dinî evliliği ayrılıkla bitmişti. İkisinin de yanlışları vardı. Yıllarca sonra karısı Cahide’yi görünce “Oğlumla beraber İslâmiyeti tanımaya çalışıyoruz” demişti. Bir zamanların devrimci Cahide’si, eşini, oğlunu ve onların duygu ortamını anlamaya çalışır. “Biz herkesin inancına saygılıyız. Vicdan özgürlüğü… Tanıdıklarımın arasında çok iyi insanlar var. Onların giyinmelerine, örtünmelerine de özgürce inanıp davranmalarına da saygı gösteririm. Çünkü oradan geliyorum ben halk kızıyım… ” açıklamalarını yapmak Cahide’yi rahatlatır. (Türk Edebiyatı, Şubat 1992, s. 20) Romanda, Afet Ilgaz’ın ortaya koyduğu yan tasavvufî, yan iyimser, “mesaj” 48. sayfada, roman kahramanı (olgunlaşmak suretiyle sol’dan kurtulup Yunus Emre bakışına yaklaşmış) Ahmet’in diliyle şöyle anlatılmaktadır:
“Ahmet sonunda doğru bir çözüme ulaşır gibi oldu: Şimdi de var kendisine özenilecek kadar namuslu insanlar. Velîler kadar bu dünyaya sırtını dönmüşler ya da bu dünyayı düzene koymak için çırpmanlar, ahlâk güzelliğinden başka bir ölçüsü olmayanlar. Hatta bunlar arasında ate’ler bile var. Kime ne zaman neyin “vaki olacağını” kimse bilmiyor. O halde?
O halde Yunus’un tuttuğu ışığı da gözden kaçırmamak gerek: Yaradılanı sevmek, yaradandan ötürü. Ümit kesmemek, kalp kırmamak, hor görmemek, hakaret etmemek, silip atmamak, gözden çıkarmamak, hoş görmek, açık olmak, dost olmak…
Köprüleri atmak değil kurmak; elleri çekmek değil, uzatmak, kitaptan korkmak değil, ona yaklaşmak; acıdan korkmamak; kaçmak yerine acıyı kabul etmek ve gülümsiyerek «piştik elhamdülillah»diyebilmek.”
Âd Semûd Medyen’den 8. Bölüm
Bir akşam hanımıyla başsağlığına gelen ve mahallenin çok sevdiği yaşlılardan, öğretmen emeklisi Osman Dede:
“Yeter artık, hâla mı yas tutuyorsunuz, Ahmet oğlum?” dedi.
“Bilmiyorum Osman Amca, bilemiyorum…”
“Bu doğru bak” dedi Osman Bey gülerek “Bilmediğimiz çok şeyler var. ” Ahmet acı acı gülerek:
“Sizin ayrıca benim hakkımda bilmediğiniz çok şeyler var…” dedi. Hıristiyanların günah çıkartmaları gibi kendisini boğan bu anılardan kurtulmak istediğini Osman Bey’e anlatmak istiyordu ama utancı engel oldu. Tam utancını içtenliğiyle yenmek üzereydi ki:
“Söyleme” dedi Osman Bey, “Gizli kalsın. İbadet de kabahat de gizli…” “Neden, ” dedi Ahmet “Utancımızı yensek de her şey açığa çıksa daha iyi değil mi?”
Osman Bey gülümsüyordu:
“Müslümanlığın incelikleri, işte bunlar…”
“Akla uygun bir nedeni var mı?” Ahmet, her şeyi birden öğrenmek isteyerek. “Var ya!.. Müslümanlık akıl dinidir. Kabahatler anlatılırsa yaygınlaşır. İbadetler anlatılırsa gösteriş olur. ”
Ahmet bakakalmıştı. Hafifçe gülümsedi. Babasının ölümünden sonra ilk gülümseyişiydi. Göğsünden bir coşku yükselip, boğazını tıkadı:
“Ne güzel!.. ” dedi. Sonra aydınlık bir yüzle sordu:
“Ya açıkta yapılan ibadetler?”
“Onlar heveslendirir. ”
Ahmet gözleri Osman Dede’nin gözünde, dalıp gitti. Kadınlar kendi aralarında konuşuyordu. Annesi gene ölen kocasının değerini bilemediğini itiraf ediyor, onun erdemlerini sayıp döküyor, ölümündeki güzelliğini anlatıyordu. Ahmet lâfın tam burasında tekrar gözlerini Osman Dede’ye çevirip, sorar gibi baktı. “Bilinmez ki” dedi Osman Dede. Ahmet’in sorduğu sessiz soruyu duymuştu. “Sırlar, sırlar, sırlar…”
O sırada Mürüvvet Hanım ağlamaya başlamıştı:
“Unutamıyorum. Yanıyorum, bu acı beni öldürecek…” dedi. Osman Dede, Mürüvvet Hanım’a bakmadan:
“Bunlar kuşkudur, kuruntudur, şeytanın işidir, masivadır. Sizi isyana sürüklüyor. Anlamıyor musunuz?” dedi. “Müslümanlıkta üç günden fazla yas tutulmaz. Hatta eskiden bir ölüm haberi duyulduğu zaman iki rekât namaz kılınırdı.Veren de alan da ol Bize râzı olmaktan başka bir şey düşmez. Teslimiyet!.. Bunu yapabiliyor musunuz, işte o zaman bu ölümden gereken dersi almışsınız demektir. Ölümün amacı da yaşayanlar için budur. Bir gün öleceğini düşünebilmek. Ona göre yaşamak. Ona göre etmek ve eylemek. Tabiî onu özleyeceksiniz. Bu, insanın zaafını gösterdiği için ayrıca makbul bir duygudur. Ama isyana kadar götürmemeli işi.”
Mürüvvet Hanım da bunca yıllık dindarlığında öğrenemediği pek çok şeyi öğrenmiş gibi susmuş; hafif bir sesle:
“Doğru söylüyorsunuz” demekten başka bir şey yapamamıştı, (s. 37-39)
24. Bölüm
Ahmet de sık sık düşünürdü müziğin birleştiriciliğini, insan ruhu üzerindeki derin ve korkunç etkisini. Bir gün oğluna:
“Tolstoy müziği lanetlerdi biliyor musun?” demişti.
“Haklııı diye gülmüştü Uğur piyanosuna dayanıp birkaç tuşu tıngırdatarak. “İslâm da müziği günah sayıyor biliyor musun?” dediği zaman Uğur gene gülümseyerek:
“Haklııı!.. ” demişti.
Uğur gene de piyano çalmaya devam ediyordu; ama kafasındaki müzik tartışmaları hiç eksilmiyordu. Uğur müziği temize çıkarmak zorundaydı, çünki müziği seviyordu:
“Dünya bir uyumdur. Yaratılışın sim da bir uyumdur. Müzik bu uyumu yakalamaya çalışıyor. Bu, müziği putlaştırmak demek değildir, sonucuna varmıştı bir ara. Sonra müziğin insanı “ibadetten, tefekkürden” alıkoyucu bir işlevi olduğunu düşünüp bunun da doğru yanını görmüş, ardından müziğin bir “araç” olabileceği sonucunu çıkarınca ferahlamıştı:
“Müzik bir “misyon” yüklenebilir. Bu amaçla kullanılabilir. İlâhi sevginin yaygınlaştırılabilmesi için. Bu da insan ruhunu eğitir, olgunlaştırır, inceltir, kabalıklardan, vahşetten, saldırganlıktan, haksızlıktan korur. Sonuçta müzik…” Böylece sonuca varır gibi oluyor, sonra gene piyanosunun başına geçiyor ve babasını hayretten hayrete düşüren bir hızla tekniğini ve yorumunu geliştiriyordu.
Ahmet de müzik üzerinde kendince bir şeyler düşünüyordu:
“Beethoven insan ruhunun yüceliğini isbat etmek için besteledi ama bunun dibinde, altında Alman ruhu yatıyordu. Almanya övünüyor bu seslerle, bu başarıyla. Ben niye övünemiyorum Türk başarıyla? Neden yanlış sayılıyor bu duygu?” “Gençliğimde babamla hep bu yüzden kavga ettik, küsüştük, ayrı durduk. Oysa çocukluğumda ne güzel bir ilişkimiz vardı… Birbirimizi sever, bunu birbirimizden saklamazdık. Sonra… Sonra severdik gene belki birbirimizi ama birbirimizden saklardık. Şimdi bu yüzden o kadar üzülüyorum işte. Ne var ki ben hep içtendim duygu ve davranışlarımda, düşüncelerimde. Babam da öyleydi. Beni bağışlatacak belki budur.”
“Şimdi televizyonda gördüğümüz o “Seni seviyorum”lu aile dizilerinden sonra bizde de başladı “sevgi”den korkmama, sevgiye yaklaşma isteği. Ama bu sevgi bizim sevgimiz değil ki! Tanımadığımız, yabancı bir sevgi, birdenbire başlayan cılız, yapmacıklı bir sevgi. Oysa babamla ben, gerçekten birbirimizi seviyorduk. Ben onun evdeki mazlumluğunu severdim, hayat karşısındaki yumuşaklığını severdim. Bana karşı takındığı gözü yaşlı baba, anlayışlı baba halini severdim. Duvarına kedi fotoğraflı takvim kartonlarını asışını, o resimdeki kedilerini severdim. Yatağının yanındaki duvara Uğur’un ilkokula başlarken çekilmiş resmini asışındaki duygusallığım severdim. Uydurma tahta kitaplığındaki Türkçe Sözlükle Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esaslan”nı her gün bıkmadan, sıkılmadan okuyuşunu severdim. Başındaki kat kat sargılardan yaptığı gece külahlarını, üstüne giydiği kat kat, uzun, paçalı donları severdim. “Gam Çekme Güzel”, “Mümkün mü Unutmak Güzelim Neydi O Akşam”ı söylerken kısık, eğitimsiz sesini severdim. Annemin Serik’teki küçük portakal bahçesini satarak aldığı Gogomobil marka, motosiklet motorlu gülünç arabasını, sonra onu satıp borca girerek aldığı beyaz Renault’sunu ve bu arabaları ellisinden sonra aldığı ehliyetle kuş gibi uçurarak sürüşünü severdim. Anlattığı Bulgaristan hikâyelerini, içki masasında annemi zorla yanma oturtarak kısık sesiyle okuduğu Bulgarca türküleri severdim. Bulgar mezalimine dair anlattığı, anlatırken de mutlaka ağladığı anılarını severdim.” (Âd Semûd Medyen, s. 95-97)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL