Kimdir

Adalet Ağaoğlu Romanları ‘ndan Örnekler

Adalet Ağaoğlu Romanları ‘ndan Örnekler: Romanları çıkış sırasıyla: Ölmeye Yatmak (1973), Fikrimin İnce Gülü (1976), Bir Düğün Gecesi (1979), Yaz Sonu (1980), Üç Beş Kişi (1984), Hayır (1987), Ruh Üşümesi (1991), Gece Hayatım (1993), Romantik Bir Viyana Yazı (1994). Adalet Ağaoğlu, her romanını yeni bir düşünce üzerine kurduğu ve genellikle akisler yaptığı için, romanları üzerinde kısaca durulacaktır.

 Ölmeye Yatmak – Adalet Ağaoğlu Romanları

Çifte değer ölçüleriyle yaşayan bir insanın romanı olan bu eser, Ağaoğlu’nun, kendi dönemiyle hesaplaşmayı denediği ilk romanıdır. Daha sonra, her romanın­da görülecek kadın meselelerini, şahsî hayat tecrübeleriyle donatarak gün ışığı­na çıkaracaktır. Bu romanda bir görüş, bir tez aranırsa, Atatürk’ten sonraki nesil­lerin hangi toplum mirası ile yetiştiklerinin araştırıldığı söylenebilir.

Fikrimin İnce Gülü – Adalet Ağaoğlu Romanları

Almanya’da yaşayan, kendi yurduna ve kişiliğine yabancılaşmış ‘Bayram’ın şahsında, bu çeşitten binlerce insanın romanıdır. Yine bir mesaj, bir bakış aranır­sa: Yazar, Bayram gibi olmanın sebeplerini ve “Bayram”laşmanın acılarını, çir­kinliklerini ortaya koyuyor. Ağaoğlu, gözlem, araştırma ve dokümanlar sunma gücünü bu eserinde gösteriyor. Yurt dışında çalışanlar, “gurbetçiler” konusuna, yeni bir gözle bakıyor. Yine bir Bayram’ın şahsından hareketle çok kez istihzaya (ironi) da yer veren toplum hicivleri yapıyor.

Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu Romanları

Bir anlamda “Ölmeye Yatmak” romanını devam ettiren “Bir Düğün Gecesi” Ağaoğlu’nun en çok tartışılan, akisler yapan, dolayısıyle yazarın kitlelerce tanın­masını da sağlayan romanıdır.

Bu romandaki olay, zengin bir ailenin kızı olan Ayşen’le, bir general oğlu olan Arcan’ın düğünü sırasında başlıyor. Geriye dönüşlerle derinleşip genişliyor, dü­ğün biterken roman da bitiyor.

Roman, yine bu iki kişinin etrafında ailenin, çevrenin tiplerini ilgi çekici hal­de anlatmaktadır: Ailelerin ahbapları, arkadaşlar, hısımlar, sevgililer, metresler, dostlar, riyakârlar vs. Bazı kavramlar, düşünceler, olaylar da bu romanda tartışıl­maktadır.

“Bir Düğün Gecesi’ seksenli yıllarda, oldukça merak uyandıran bir “edebî skandal”ın konusu da olmuştur. Burhan Günel, “Benzer Romanlar” adlı inceleme kitabında (daha önce dergilerde):

Adalet Ağaoğlu’nun bu “Bir Düğün Gecesi” kitabının, birçok yönleri ile Aldous Huxley’in “Ses Sese Karşı” romanından aktarıldığını ileri sürmüştür.

Burhan Günel’in “Benzer Romanlar”ı, bugün yaşamakta olan iki romancı’ya ait iki intihal (aparma, başkasından alıp kendisininmiş gibi gösterme) skandalını içine alıyor. Birincisi: Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi”ni, konusu, şahıs­lan ve hatta ayrıntıları ile AldousHuxley1den aldığı olaydır. İkincisi daha değişik­tir:

Pınar Kür’ün “Bitmeyen Aşk’ adlı romanını, bizzat iddia sahibi Burhan Günel’in ‘Eski Desenler’ adlı romanından bazen satır satır, deyim deyim “apardığı­nı” ileri sürmüştür.

“Benzer Romanla? kitabının ilk 70 sayfasında, Bir Düğün Gecesi ile Ses Sese Karşı’nın karşılaştırılmaları ve Günel’in Ağaoğlu ile mektuplaşmaları yer almak­tadır. Kalan 106 sayfada ise (s. 79-184) Eski Desenler’le, Bitmeyen Aşk’ın benzer­likleri üstünde durulmaktadır. (Meraklısı İçin: Benzer Romanlar, Burhan Günel, Kerem Yayınlan, Ankara, 1986)

Yaz Sonu romanı hakkında, yukarıda kısa bilgi vermiştik. “Küçük-Burjuva” ya­hut “kent-soylu” denilen, şehirli aydın erkek ve kadınlar, bilindiği gibi romancı­mızın hemen her eserinde boy gösteriyorlar. Bunlar, kendi kendileriyle ve top­lundan ile “hesaplaşmaya” çıkmışlardır ama bu hesaplaşmayı yapmaktan çok ya­pabilmek gücünü arayan ve bulamayan kişilerdir. Bunları, Yaz Sonu’nda, yazarın çok sevdiği Akdeniz (Antalya vs.) çevresinde görüyoruz. Roman, daha çok felsefî düşünceye açık oluşuyla ayırt ediliyor. Nitekim “Kent Soylu” kadınlarla erkekler, bulabildikleri her türlü “cinsel, tensel, ruhsal özgürlüklere rağmen kendi iç-yaşayışları ile toplumun hayat tam ve inançları arasındaki çatışma ve çelişkiler içinde bocalıyorlar.

Hayır – Adalet Ağaoğlu Romanları

Bu roman, Ağaoğlu’nun daha önce yazdığı Ölmeye Yatmak ve “Bir Düğün Ge­cesi” romanlarıyla devam bağı olan bir eserdir. Adı geçen ilk iki esere eklenebi­leceği gibi tek başına da okunabilir. “Ölmeye Yatmak”ın “Doçent İ’si, Hayır’da Prof. Aysel Dereli olmuştur.

Varoluş, direniş ve sonsuz özgürlük arayışının “intihar” da düğümlendiği bu romanda Virginia Woolf ‘un ve İngeborg Bachmann’m havalan koklanmaktadır.

Bu roman, edebiyat sözlüğümüze geçen (ve pek çoklarınca yazılan) “12 Mart Romanı” veya benzeri 12 Eylül romanı çeşitlerine fikir ve tarafsızlık ağırlığı getir­miş olması bakımından önemlidir. O tarz romanlarda sürekli anlatılan veya anla­tan militanları, işkenceleri, grup despotluklarını, zoraki toplanış ve olağan çözü­lüşlerin hikâyelerini bir yana bırakan Ağaoğlu, “Hayır” romanında, bizdeki dar­belerin aydınlar üzerindeki etkilerini ve onlardan kopardığı tepkileri anlatmakta­dır.

Romanın güçlü kahramanı Aysel Dereli, yıkılan parçalanan ve çiğnenen “değer”lere rağmen hayatla hâlâ uzlaşabilmenin mümkün olmadığı görüşündedir. Bu halde, hürriyetimizi sınırlayan ve bize yabancılaşma ile uzlaşmayı teklif eden bütün öğüt ve olgulara “hayır!” demek gerektiği sonucuna varır. Bu ise intihardır. İntihar: “Hayır”ın eylem halinde ifadesidir.

1970-1980 darbelerini getiren gençlik eylemlerinin ve militan kümelerinin, o dönemlerde gayet ümitli ve atılgan oldukları halde, 1980’lerden sonra, nasıl bece­riksiz, savruk, yenik ve perişan düştükleri gerçeği bu romanın türlü yerlerine ser­piştirilmiştir. Çünkü hayatın gerçekleri her zaman önemli ve geçerlidir. Gençler o yıllarda, kendilerine zerk edilen “ideoloji gerçekleri” ile coşturulup taşmış, kan dökmüş, düşmanlık ve dostluk havalarına düşmüş, fakat hayat eninde sonunda kendi gerçeklerini onlara da kabul ettirmiştir.

Bu romanda, Prof. Aysel Dereli: “Aydın İntiharları ve Geleceğin başkaldırısı” adlı bir inceleme yapmaktadır. İntihar’a varan bu başkaldırı, uyuşmazlık ve ümit­sizlik konusunu, Ağaoğlu, kahramanı Aysel’in ağzından şöyle anlatmaktadır:

“….. Ben, tarihteki bütün aydın intiharlarını, hatta aydın olsun olmasın, düşün­sel bir eylemi bulunsun bulunmasın, intihar etmiş bütün roman kahramanlarını ele alıyorum, çünkü nihayet onlar da roman yazarının düşünsel eyleminin birer sonucudurlar. Kısacası, Kleist, Zweig, Woolf, Yesenin, Mayakovski, Van Gogh, Beşir Fuad, Cem Sar ve daha birçoklarıyla birlikte, Kirillov’u, sonra tabiî Stavrogin’i, Anna Karenina’yı, işte ne bileyim, Emma Bovary’yi, bizim Bihter’imizi, daha ayrı bir konuda olmak üzere Turgut Özben’imizi. Bir anlamda Mersauit’yu…. Zebercet’i, bir anlamda da hem Antigone’yi, hem de Edward Bond’un Early Morning oyunundaki çağdaş kahramanı göz önünde tutarak, bütün bu kişilerin değişik za­manlarda, farklı koşullar altında, çeşitli düşüncelerle çeşitli biçimlerdeki intihar­larım araştırıyorum. Bunlardan hemen hemen hiçbirinin kendilerini öldürmele­ri an’lık edimler değildir. Bazılarınınki öyle görünse bile… Araştırmamın amacı, hangi koşullar, hangi düşünce gelişimleri, hangi iticiler altında, gerçek anlamda sonsuz özgürlük neden seçilmiş, gelecekte böyle bir seçimin koşulları ve anlamı ne olacak, bunu bulgulamaktır. Öyle ya, acaba gelecekte, yani insanın kendi var­lığı üstünde bilinci daha yükseldikçe, bugün güncel özgürlükler adına bildiri im­zalayanlar kadar da intihar edenler olacak mı? Bunu araştırmaktayım. Bana öyle görünüyor ki, insanda bilinçlilik durumu geliştikçe, varoluşu sorgulama, kimlik­lere saldırıya karşı başkaldırma ve sonsuz özgürlüğü seçme oranında yükselecek­tir, Velev ki dünya, herkesin kendi adına karar verdiği bir dünya olsun.”

Ruh Üşümesi – Adalet Ağaoğlu Romanları

Ağaoğlu’nun 1991’de çıkan bu romanı da, “erotizm” diyerek “porno”yu yazma­sı özellikle “pornografi’ ile “erotizm”i birbirine karıştırması bakımından yankılar yapmıştır. Ağaoğlu ise “Bu romanı, erotizme yeni bir dil getirmek, romanımızda mevcut olmayan “erotik üslüb’u bulmak” amacı ile yazdığını” açıklamıştır.

Ruh Üşümesi’ni “Oda romanı” alt başlığı ile yayımlayan Ağaoğlu, bu “Oda ro­manı” ayırmasını şöyle açıklıyor:

“Oda Romanı’nın perdeleri çekilmiş yatak odasına bir çağrışımı olursa bunun da hiçbir sakıncası yok. Hatta buna sevinirim. Çünkü romanım zaten baştan başa çağrışımlarla yüklü değil mi? …İnsanın bir odada tek başına, kendisiyle ve kendi kaçamaksız içerisiyle baş başa kalarak okuyacağı bir roman. ”

Aslında yazarın, erotizm üzerinde fazla bir kaygısı olmadığı gibi “Oda romanı “ sözünü koyarken, bunu niçin yaptığını bildiği de söylenemez. Yukarıdaki açık­lamalarından bunu sadece “reklâm için” koyduğu anlaşılmaktadır.

“Ruh Üşümesi” yazarının öteki eserlerine kıyasla dahi iyi bir roman sayıla­maz. Bazı yeni yazarlar söylem ve anlatı adı altında “tutarlı veya tutarsız” olduğunu düşünmeden art arda dizilmiş cümlelerle uzun sayfalar yazıyorlar. Ruh Üşü­mesi, işte onlardandır. Kendisi, bu romanla ilgili olarak, ayrı ayrı yaptığı üç “söyleşi”de eserinin doğuş sebebi olarak, şunu söylüyor:

“Yaz Sonu” romanımdaki bir cümle: “Hiçbirimiz bu kan ve çürümüşlük koku­sunun yatak odalarımıza kadar daldığının, sevişmeleri doğrayıp pörsüttüğünün bilincinde değildik” cümlesi, benden hep kendi romanımı yazmamı istiyordu. Üs­telik bunu ancak erotik anlatımla söyleyebileceğimi de hissediyordum (?) ne var ki uzun süre kaçtım bundan, neden kaçtım? Çünkü edebiyatımızda “erotizm” adı altında çok kötü kullanılmış şeyler vardı. İster istemez onlarla karıştırılmaktan çekiniyor insan. ”

Böyle diyen Ağaoğlu’nun “Ruh Üşümesi’’romanında neler yaptığını, bahsetti­ğimiz üç mülakatından seçilmiş paragrafla, kendi ağzından nakledelim:

“Türkçe erotik bir anlatım için tuzaklarla dolu bir dil. Son kerte erkek sözcük­ler, erkek deyimlerle dolu. Dilde, erkek ve kadın durumlarım, birini diğerinin al­tına ya da üstüne çıkarmadan yeniden kurmak gerekiyordu. Önümde duran bir örnek yoktu Türkçe’de. Bu durum bir sürü tehlikeyi gizliyordu gerisinde. İlk baş­ta Türkçe’yle müstehcenliğe kayma tehlikesi var.

…Ancak, özel bir kadın söylemi, erkek söylemini bastıracak bir kadın söylemi geliştirmemeye özellikle özen gösterdim. Çünkü benim için aslolan insanlık duru­mu. İçi titreyen sadece kadın değil ki… İçi titreyen, ruhu üşüyen insanlara gözü­nü dikmiş bir yazar olarak erkek söylemiyle başa çıkmaya çalışırken, kadın söy­leminin benzer bir role soyunmasını benimseyemezdim.

–            Yine çarpıcı bir başlangıcı var romanın, tıpkı diğerleri gibi. Bir kadın, kendi­ni hiç sakınmadan, ilk kez gördüğü bir adama, “Sakın bademli tavuk yemeyin, çok acı!” diyor. Peki ama hangi kadın bu kadar doğal olabilir ki?

Ağaoğlu: Ben bu kadar doğal olabilen bir insanı özlüyorum ve genellikle özle­diğim dünyayı yazmaya çalışıyorum. Böyle özgür olabilen kadınlar var ama tabii tekil durumlar pek fazla bir şey ifade etmiyor. Belki de o kadının artık burasına gelmiş, duyargalarını içine çekmekten bıkmış belki de. Kadın gerçekten yadırga­nabilecek bir doğallıkla söylüyor bunu. Ama söylediği andan itibaren de iyi mi, kötü mü yaptığı konusunda geri çekilmeler başlıyor. Bir bakıma, söylediği sözün hesabım soruyor kendisine. Çağların biriktirdiği denetimleri aşmak elbette kolay değil. (Nokta dergisi, sayı: 84, Şubat 1991)

Dediğim gibi, başka dillerde erkek ağırlıklı; ama cinsel hayat, sevişme dili de­diniz mi, Türkçe gibisi az bulunur! Erkek dil olma açısından demek istiyorum. Burada artık ‘maço dil’ demek de az gelir. (Rumlar, güzel güzel konuşurken, cin­sel küfür savurmak dedin mi, hemen Türkçeye sığınırlar bilirsiniz.)……….

Fakat insan üstüne varırsa, erotizmi çeşitli göndermelerle eşitleyici biçimde dile getirebiliyor; metaforlar, simgeler ses uyumları, ses bozmaları (prangalar al­tından -prangalar altında- altın yumurtalar vb. gibi….) yoluyla da…. Diyelim, gir­mek, erimek, birleşmek… Bunlar aynı zamanda şiirsel tınlamaları da olan sözcük­lerimiz.

Ama bir de kavramlar sorunu var. Bunları aşmanın da birtakım yeni gönder­meler yoluyla alt edilebileceğini gördüm. Çağrışım yüklü sözcükleri kullanarak, bunlarla yeni söz dizimleri yaparak…

Dil ucu, çene çukuru, kadife kutu, kılıç kalkan, süngü, kuşlar, kanat çırpışlar, dişsiz timsah başı, nemli kestane, ovalar, tepeler, koyaklar, çimli yamaçlar, kuy­tuluklar, mağara, mağaralar, uğultu, ballıbaba, kadeh boynu ve tabiî deniz kesta­neleri….

Daha sayısız olanak var. “Biz de şişe açtıralım”, “Biz de her gün şişe açtırmı­yoruz ya?” vb. ilk aklıma gelenler.

–            Siz erotizmi ana izlek olarak seçip romanı bunun üstüne kurmuşsunuz. Bu, edebiyatımız için yeni bir şey. Türkçede cinselliğin anlatımı için *pornografik”, “argo” ya da “tıp dili” kullanıldığı, dolayısıyla erotizmi anlatmanın çok zor oldu­ğu söylenmiştir çeşitli yazarlarımızca. Siz bunun altından başarılı bir şekilde kal­kıyorsunuz. Ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

“-îlkin, benim de ötekiler gibi Türkçe’yle bu iş olmaz, diyen oto sansürümü aş­mam gerekiyordu. Bunu aşmak zorundaydım, çünkü Yaz Sonu’nun o cümlesi ora­ya yazıldığı günden beri benden kendi romanının böyle, erotik bir anlatımla ya­zılmasını istiyordu, bunda diretiyordu. Ancak, “Olmaz, diye bir şey yoktur,” deyip kendi duvarımı aştığımda, önümde pisliklerle çamurlarla dolu uzun bir yol oldu­ğunu daha somut gördüm. Bütün kötüye kullanımlar, erkek yüklemeler, çeşitli dil ve bayat hastalıklarıyla dolu bu yolda kendime adım adım yer açmam gereki­yordu. Başlayınca, cazibesine bile kapıldım, bulmaca çözer gibi sanki, ilerle­dim… ” (Cumhuriyet Kitap, sayı: 54)

“Günümüz insanı, kendi mağarasında kaybolmuş. İçine kapandığı en derin mağara da cinsellik mağarası. Orada artık kendine bile değemiyor, kendini dahi hissetmiyor. Ruh Üşümesi de bunu sorgulamayı hedefliyor. Artık ne olsa oradaki buradaki çarpışmalar, vurulan adamlar, suda boğulan çocuklar, görüntüleriyle yatak odalarımıza kadar girmiş durumda. Eros bu odalarda nereye nasıl konar acaba? Bize kendini nasıl anlatır? Ruh Üşümesi buna benzer şeylerle meşgul. Kimsenin kuşkusu olmasın.

Türkçe’de erotik anlatımın önünde tuzaklar olduğunu belirtiyor, bunu da dar ha çok sözcük ve deyimlerin erkek olmasına bağlıyorsunuz.

Özellikle son yıllarda, yine özellikle kadın yazarlar cinselliği sorgulayan yapıt­lar verdiler. Bu tuzağa düştüler mi sizce?

Ayrıca, erkek söylemini bastıracak bir kadın söyleminden de kaçındığınızı, önemli olanın insan durumu olduğunu belirtiyorsunuz. Romanınızda arzulan, cinsel organları, sevişmeyi çağrışımların yardımıyla vermeniz, simgeler kullan­manız bu kaçınmadan mı kaynaklandı? Yazıya geçmese de bu tutumu gereksiz bir utangaçlık olarak niteleyenlerin bulunduğunu bildiğim için soruyorum bu so­ruyu.

–             Kadınların son yıllarda yazdıklarım, özellikle cinsellik izleği çerçevesinde yazdıklarını çok iyi izleyebildiğimi söyleyemem. İzleyebildiğim kadarıyla şunu gördüm: Kadının cinsel özgürlüğünü savunurken, genelde erkek değerler kulla­nıyorlar. Yani, onun gibi yaşamaya bir eğilim gösteriyorlar. Ama asıl, cinsel haya­tı yansıtırken, Türkçe’nin kirlenmişlik tuzağından kurtulmak için İngilizce çevi­rinin tuzağına düşüyorlar. Erkeklik organına kendileri kendilerince bir ad vere­bilirler, çağrışımla bunu anlaşılır kılabilirler, ama ille “penis” diyorlar meselâ, böylece de tıbbî bir dil kullanmış gibi oluyorlar. Ya da “uçmak” dan söz ediyorlar ‘orgazm’ yerine. ‘Orgazmı’ kullandıkları da oluyor, bu da gazete tadı, ya yine tıp dilinin ilaçlı tadını bırakıyor damakta.

Benim organları, eylemleri adlı adına kullanmayışımın utangaçlıkla ilgisi yok. Ben bu konuda bir dönem utangaç oldum. Ruh Üşümesi’ni bu biçimde yaz­madan önce epey kıvrandım; ya çirkinliğe kaçarsa dil, ya düşündüğüm erotik di­li tutturamazsam, diye… Ama sonra bunu aşmak zorunda kaldım. Utangaçlığımı yendim M, bu kitabı böyle yazdım. Simgeler kullanışım, her şeyi adlı adına yazmayışım, çok kötü sevilmişliğin ve çok kötü sevmişliğin iyi bir dili olamayacağı görüşünden kaynaklanıyordu. (Varlık, sayı: 1019, Ağustos 1992)

Ruh Üşümesi “Söylem”inden – Adalet Ağaoğlu Romanları

“Yine de hâlâ şu, dilini kadının sol çenesindeki çukurlukta dolaştırma isteği. Oysa karşısındaki artık gülümsemiyor. Az önce “Ah evet” derken de gülümseme­di. Sadece parmaklarında engellemeye çalıştığı bir kıpırtı. Körmendi’ymiş de, pi­yano çalmayı artık reddediyormuş gibi…

Ona fısıldamalı mı? – Adalet Ağaoğlu Romanları

Bir tanem, bütün sorun senin ne isteyip ne istemediğini tam olarak bileme­mem. Parmaklarım tenimin üstünde dolaştırmaktan hoşlanıyor musun, hoşlan­mıyor musun, bilemem. Bir defasında, çıldırıyorum, diyorsun; bir başka seferin­de elimin üstündeki kıllara bile değmenin içini buz gibi ettiğini söylüyorsun. Açıkça da söylemiyorsun, gövdenin diliyle öyle demeye getiriyorsun. Artık oyun­lara sığınmak, onların içine kaçmak da yok; çok ciddileştik. Siyah ve beyaz olduk; renkler tekler ve çiftlerden ibaret. Tekler ve çiftler; yorumlama ve çözümlemeyle, bir sonuca varma çabalarıyla geçip giden geceler, hiç yaşamadan ölmeler, hiç se­vişmeden yorulmalar; ne hakkımız var, diye sora sora, nasıl olur da o kadar du- , yarsız kalabiliriz ki, diye diye duyarlıklarımızı törpüleyerek; acı çekiyorlar, acı çe­kiyoruz, onları unutabilecek edepsizlerden olsak neyse; değiliz işte, o anlamda ce­sur da değiliz zaten, diye diye… Fakat, biliyor musun, ağzım beni dinlemiyor, kar­nım zil çalıyor, dilim rahat durmuyor, uzun süredir uyuşup kalmış hücrelerime kan hücum ediyor, nasıl farkında olmazsın? Farkmdasın da, onları unutacak mı­yız peki, diye, işkence çekenleri işkenceden kurtaramadan ikimize de işkence mi ediyorsun? İşkence ediyorsun, evet! Unuttun mu, bizi unutanları bizi yok sayan­ları, bugünü yok sayanları, hayatı yok sayanları, hayatı unutturanları ve unutanları unuttun mu? Herkes herkesi unuttu sevgilim, anımsamıyor musun? En çok şimdi üşüyorum bir tanem, ısıt beni.

Bu kaçıncı sonbahar, kimsenin kimseyi ısıtmadığı.

Üstelik yatılıyor. Hep yatılıyor.

“Üç Beş Kişi” üzerine – Adalet Ağaoğlu Romanları

Adalet Ağaoğlu’nun “Üç Beş Kişi” adlı romanının geniş bir özeti ile özlü, kısa bir değerlendirmesi, Alemdar Yalçın tarafından şöyle yapılmıştır:

“Adalet Ağaoğlu’nun bu yıl piyasaya çıkan Üç Beş Kişi isimli romanı çevre ola­rak 12 Eylül öncesi anarşi ortamını ele alır ve işler. Ağaoğlu daha önce yazdığı Öl­meye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi isimli romanlarında sürdürdüğü tekniği bu son romanına da uygulamıştır.

Roman Eskişehir’in tanınmış ailelerinden birinin fertleri üzerine kurulmuş­tur. Murat hafif müziğe meraklı şahsiyeti gelişmemiş bir delikanlıdır. Arkadaşla­rının büyük bir kısmı devrin ideoloji hadiselerine katılmalarına, rağmen o kendi dünyası içinde müzikle uğraşır. Daha, sonra Eskişehir’de tanıştığı bir hafif müzik sanatçısı olan Selmin’e âşık olarak onunla birlikte İstanbul’a gitmiştir.

Murat’ın ablası olan Kısmet, kız meslek lisesini bitirdikten sonra mutsuz bir evlilik yapmıştır. Eşi sonradan görme bir insandır. Kısmet aslında evlenmeden önce ilişki kurduğu Ufuk isimli devrimci bir genci hâlâ sevmektedir. Birlikte bü­yüdükleri çocukluk arkadaşı Kardelen, onu tanıdığı bir avukata götürmek ister.

Babası fakir bir işçi olan Kardelen önceleri Murat’a âşıktır. Daha sonra Ufuk’la ilişkisi olmuş, bir kır gezisi sırasında zorla iğfal edilmiştir. Kardelen yük­sek okulu bitirdikten sonra tanıştığı dürüst bir gençle evlilik hazırlığı içindedir. Genç kız bir yandan gelinliğini dikerken, öte yandan da hayatından geçen her üç erkeği farklı farklı sevdiğini anlar.

Kardelen’in küçük kardeşi Özgür ablasının devrimci arkadaşları tarafından kirletildiğini bildiği için onlardan intikam almak üzere karşı grupla ilişki kur-

muştur. Buna çok kızan ablası iki bira ile sarhoş olup kusan Özgür’ün kafasını kusmuğun içerisine bastırır. Böylece yazar da ateşli devrimciliğini göstermiş olur.

Romanın kahramanlarından bir başkası da Ferit’tir. Güçlü bir şahsiyeti ve kendine güven duygusuyla Ferit çevresindeki bütün kadınların ilgisini çekmek­tedir. Eskişehir ticaret odası başkanıdır. Öğrenimini yurt dışında yapmıştır. Ser­best rekabet esasına dayanan bir piyasa ekonomisine inarır. Çoğunluğu devrim­ci olan arkadaşları kültürlü olduğu ve şiiri sevdiği için ona kızmazlar. Böylece burjuvazi ile devrimcilik arasındaki sentezin yolunu öğrenmiş oluruz. Ferit’e ay­nı zamanda devrimci arkadaşlarının kanlan da ilgi duyarlar. Ferit’e göre 12 Ey­lül öncesi devrimci gençleri birer “keloğlan”dır. Ferit’in görüşlerini anlatırken yazar yüksek ekonomi kültürünü göstermek istemiş ve maalesef Fethi Naci’nin de Gösteri dergisinde temas ettiği gibi birçok bilgi hatalarına düşmüştür.

Ferit yeğeni Murat’ı âşık olduğu Selmin’den kurtarmak için İstanbul’a gider. Murat’ı kurtarmak için gittiği İstanbul’da yeğeninin sevgilisini yine onun gözlen önünde elde eder.

Selmin üçüncü sınıf bir hafif müzik sanatçısıdır. Çevresindeki bütün erkekler­le düşüp kalkar. Ankara’da cinsî sapık ve eroin müptelası insanlasın pençesine düşmüştür. (Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, 1984, s.262-264)

Ağaoğlu’nun romanlarında kullandığı teknik, son derece zor bir yoldur. Çün­kü insan yalnız ve boş kaldığı süre içerisinde gözlerini şuuraltının ve hafızasının mahzenlerine çevirerek buralarda gezdirmektedir. Bu gezi düzenli yani belirli bir olay ya da tarih seyri içinde olabildiği gibi düzensiz de olabilir. J. Joyce, Huxley ve benzeri yazarlar işte insanın bu gerçeğinden hareket ederek yer ve zaman kav­ramına yeni bir boyut kazandırmışlardır. Ancak bu gerçeğin de kendisine has bir mantığı vardır. O mantığı aşmak romanı anlaşılmaz hale getirir.

Yazarın romanlarında insan, düşünen, geçmişe ve şuuraltına eğilen insandır. Ancak bu insan tiplerinin hemen hemen tamamı bunalımlı ve şizofren tiplerdir.

Üç Beş Kişi’nin kahramanlarının tamamının ciddî seksüel problemleri vardır.

Bu seksüel problemlerin hemen tamamının bir roman içerisinde bir araya gelme­si Ağaoğlu’nun bizim insanımızı hiç tanımadığının en önemli göstergesidir. Ya­zar en iyi bildiğini sandığı devrimci gençleri bile başarılı bir şekilde anlatamaz. Ancak 40 yaşının üstünde, halkından kopmuş ve kendi fildişi kulelerinden dışa­rıya çıkamayan aydınları anlatırken kısmen başarılıdır.

Romanın yıkıcı yanlarından biri sanki Türkiye’nin sıradan olayları gibi anlatı­lan ahlâk düşüklükleridir. Meselâ Kardelen aynı anda üç erkekle bir arada yaşar. . Ailesinin şuuraltına yerleştirdiği namus kavramından hemen hemen hiçbir eser yoktur. Kardeşinin kendi namusunu kurtarmak için tuttuğu yolu kısmen de olsa mazur görmez. Kısmet’le Murat kardeştir. Ama Murat kardeşiyle berabar yattığı geceleri hatırladığı zaman karışık hisler duyar vs. vs. Hele hele evin seksen yaşın-

daki dedesi ölmek üzeredir. Can çekişirken Kur’andan âyetler okur ama Türkçe meallerini!.. Bu hayalî dede can çekişmeleri sırasında hovardalık da yaparak, öz torununa sarkıntılık eder.

Böyle bir insan kadrosu içerisinde insan mutlaka kendisinden iğrenecektir. Seksenlik hiçbir Anadolu ihtiyarı Kur’anı kerim’i Türkçe meali ile okuyarak can çekişmez… “

Ağaoğlu’nun çoğu romanında olduğu gibi, burada da zaman, karıştırılmış hal­dedir. 24 saatte geçiyor gösterilen vaka, geri, dönüşler ve hatırlayışlarla 30 yıllık bir zamana yayılmaktadır.

Diğerlerine göre olay, bu eserde daha belli çizgiler üzerine kurulmuştur. Baş­langıçtan sona doğru bir olaylar plânı, kâh gerçekte kâh tasanda, kâh da rüyada gösterilerek çoğaltılmaktadır.

Ağaoğlu’nun başlıca romanları gibi burada da şahıs bolluğu göze çarpıyor. An­kara’da, Eskişehir’de, İstanbul’da yaşayan insanların birlikte ve tek tek, hayalde ve gerçek yaşayışları, güçlü gözlemler ve hayal ilâveleri ile anlatılmaktadır.

Adalet Ağaoğlu için olayların ve kişilerin “gerçekten olmuş ve yaşanmış bu­lunması” değil “yaşanılabilir” ve benzerlerine rastlanılabilir olması önemlidir. Esasen postmodern teknik icabı düşle gerçeği bilerek karıştırmaktadır. Başından geçen şahıslara göre, aynı olayın, ayrı bakışlarla birkaç kere anlatıldığı, bunların hepsine de hakikat rengi verildiği görülüyor. Yani olaylara, kişilere birkaç yön­den bakarak, onları başka başka değerlendiriyor.

Bu romanda, öbür eserlerinden daha çok “telkin”lere, açık tartışmalara ve bil­gi vermelere rastlıyoruz. Bu telkinler bazen düşler ve taşanlarla güçlendiriliyor.

Bu romanın başlıca kişileri: Ferit Sakarya, Kardelen, Murat, Kısmet, Türkân, Neval, Selmin, Ufuk, Sedat, Azra, Füsun vs.dir.

Romanda, işe yaramaz, kınamaktan başka bir şey bilmez, dili uzun, kıskanç, olumsuz, uzlaşmasız bürokrat, “kentsoylu” aydın tipi kıyasıya tenkit edilmekte, alaya alınmaktadır. Her romanında olumsuz, ruh ve kafa illetli kişilere ağırlık ve­ren Ağaoğlu, burada, özellikle Ferit Sakarya gibi “Kısmet” gibi yapıcı tiplerden yana, açıkça tavır almaktadır. Bu durum, onun ve çoklarının anladığı “modem ro­man” ilkelerine aykırıdır.

Yine her romanında görülen ölçülerde, Ağaoğlu’nun, ahlâk kaygısı gütmeyen kişileri özenle ve kasıtlı olarak yaşattığı dikkati çekiyor. Ahlâksızlıkları ve sapık­lıkları isteyerek abarttığı, dünya romanındaki modalara da uyarak, “eşcinsel, seks manyağı, açık saçık konuşmadan zevk alan, isterik, çok kocalı, çok metres- li, evliliğe düşman ve çoğu da anormal tipleri” istekle seçtiği görülüyor. Zaman zaman “iffetli kadınları” gösterişçi ve yapmacık bularak alay bile ediyor. Kimisi­nin iffetliliğini de “40 yaşını geçmiş” olmasına bağlıyor.

Romanda “kedi ile sevişen” anormal kızlara kadınlara “rüya” bahanesiyle yer veriliyor. Daha ötesi: Bazı kişiler, kızları, babaları, anneleri ve kız kardeşleri ile se­vişiyor. Yahut onlarla “cinsel ilişki düşleri” kuruyorlar.

Aralarında Ağaoğlu’nun da bulunduğu bazı kadın romancılar, satış rekorları uğruna, insanları yalnız “cinsellikten” yalnız “porno” dan ibaret ve porno’nun da anormal, müstehcen, çirkin yaratıkları imiş gibi teşhir ediyorlar.

“Üç Beş Kişi”den – Adalet Ağaoğlu Romanları

Bu romanda, bahsettiğimiz olumlu ve yeni tip, sevimli ve yapıcı, başarılı ve kendine güvenir vasıfları ile Ferit Sakarya’dır. 12 Eylül’e yol açan dönemde, bir gece, Ankara Kavaklıdere’de, kimisi eski arkadaşı olan, kadın ve erkek “aydınlar”la geçirdiği bir gece, onun düşüncelerini ve öbürlerinin, işe yaramazlıktan doğan kıskançlıklarını elle tutulurcasına görürüz.

«Dışarda hâlâ silâhlar patlıyor. “Azra’nın bu gece toplantısında, tutarsız bir ka­labalık . Şu köşede bir Mao’cu, bu köşede bir Allende’ci, beride Mitterand diye in­leyen biri….” Prof, arkadaşı Sedat: “Bir kapitalist bile bizden daha yararlıymış bu topluma” diye Sakarya’ya lâf atıyor. Kendisi, nazarî bilgilere dalmış bir ekonomi Profesörü olarak Ferit Sakarya’nın “millî ekonomi” görüşlerini küçümsüyor.»

Hayat ve memleketle kendi bilgileri arasında hiçbir bağ kuramamış olan bu “aydınlar”, “feminizmin çeşitlerini” türlü doktrinleri kadınların çocuk doğurup doğurmamasını, “cinselliği” evde pasta yapmanın, modem bir kadına yakışmaya­cağını vs. tartışırlar.

Aşağıya aldığımız parçalar, Ferit’in “kentsoylu aydınlar”la buluştuğu o gece, yapılan konuşmaları, yorumlan, görüşmeleri ve hareketleri anlatmaktadır. Bu parçalar Üç Beş Kişi’nin Remzi Kitabevi, 3. bs. 236-254 sayfalan arası gibi geniş bir bölümünden çıkarılmıştır.

Anlaşamıyorum. Azra’nın bu gece toplantıları. Çoğu kez bunlar da tutarsız bir kalabalıktır. Şu köşede bir Mao’cu, bu köşede bir Allende’ci, beride Mitterand di­ye inleyen biri…. Ferit de çevresini hep böyle geniş tutar, yine de bu genişlikte ga­rip bir tutarlılık sağlayabilir. Tutarlılık bizde, çevresinde değil, kendi içinde.

……. “Polis, jandarma denetiminde ders vermek kolay olmamalı Gündüz? Özel­likle senin için…”

Ferit, içten bir ilgiyle bakıyor arkadaşına.

“Sorma,” diyor Gündüz, bezginlikle. Öğrencilerin derse aranarak, yoklanarak girmesi… Doğru dürüst ders de yapılamıyor ya…”

Gündüz, her zaman alçak sesle konuşur. Şimdi, sesini daha da alçaltıyor: “Biliyor musun, aldırmıyorum bile artık. Bıktım.” diye ekliyor. “Şu günler tek isteğim seninle yine bir ava çıkabilmek. Kafamın içi karmakarışık. Ne olacağız,. nereye gidiyoruz; söyleyebilir misin?”

Ferit, sevildiğini, hoş görüleceğini bilmenin rahatlığı içinde takılıyor arkadaşı­na:

“Canım, sen nasıl olsa tarafsızsın. En yukardasın. Karşında tek öğrenci de kal­sa, dersini en iyi bildiğin şekilde verir çıkarsın.”

Gündüz’ün bakışlarında ansızın, kendisini tanıyanların hiç alışık olmadıkları bir öfke ışığı çakıyor:

“Olayların üstünde ya da dışında kalmak!. Bu ülkede, bu mümkün mü? Bir seçme yapmaya zorlanıyoruz. Hiçbirine inanmadığım politik kümelenmelerden birini seçmek… Neyi seçeceksin

Susuyor. Gerisini bir solukta içinden sürdürüyor: Halkının yanına inip orada mı debeleneceksin? Kansız sosyal demokrat mı, kanlı ülkü devrimcisi mi olacak­sın? Hücre, yeraltı. Oralara mı sokulacaksın yoksa, ne yapacaksın? Bıraksınlar, en iyi bildiğimi yapayım. Uzmanlık alanımda yararlı olayım…. Yok… Buna izin yok. Hiçbir yandan…

Sonra, sesini yine usulca yükseltiyor. Gözleri yerde:

“Bize; bana ve benim gibilere burada yer kalmadı artık Ferit. Çıkıp gitmekten, dışarda bir yere kapılanmaktan, iş bulmaktan başka yol göremiyorum

‘Kapılanmak, iş bulmak vb..’ dediği için üzgün, kutsadığı bilimi böyle küçült­tüğü için yıkkın; ekliyor:

“Kaldıysa nerede, nasıl, söyleyebilir misin?”

Ferit Sakarya, Gündüz’ün çoğu insana pek sevimsiz, soğuk gelebilen o ünlü serinkanlılığını yitirişine ilk kez tanık oluyor Bence bunda bir canlılık belirtisi bile var. Sevindirici bir belirti. Yine de ülkemde, bir bilim adamının şu anda oldu­ğu gibi debelenişini, umut tıkanıklığı….

Ferit, bu bulaşıcı hastalığa yakalanmaktan kaçarcasına hemen silkiniyor, de­rin bir soluk alıyor:

“Söylerim,” diyor, beyaz dişlerini en güzel biçimde gösteren en cana yakın gü­lüşüyle. Gözlerini salondakiler üstünde şöyle bir dolaştırıyor…

“Kardelen’inki çok güzel bir düğün olsun isterim. İçine tek keder bulutu ka­rışmasın.”

“Bugün içine keder bulaşmayan şey kaldı mı peki?”

Ülker. Bönlüğün kimi kez kamında bir gerçeklik pırıltısı da barındırdığım kanıtlarcasına, Ferit’in sözünü böyle diyerek kesiveriyor.

Jale, Ülker’i destekliyor:

“Öyle ya, yollarda, şurda burda gençlerin yüzüne hiç dikkat etmiyor musun? Hepsi öfkeli, gergin, bezgin.. En azından kederli.”

Füsun da Jale’yi desteklemeye koşuyor:

“Kederle kalsa, yine iyi!..”

Kadehindeki içkiyi sonuna dek içiyor: Oğlum bizden ne istiyor? Babası mü­hendis. Devletin bir memuru önünde sonunda. O şantiye senin, bu şantiye benim;

canı çıkıyor. Ben de İsveç Sefaretinde işte.. Ferit gibi servet üstüne servet yığmı­yoruz, fabrika üstüne fabrika kurmuyoruz. Neden bizi suçlu görüyor? Bir kapita­list bile bizden daha yararlıymış bu topluma, öyle diyor.

Gözlerini dikip gizli bir düşmanlıkla Ferit’e bakıyor. Ferit’in aklında hâlâ o ‘köşebaşı esnafı kılıklı’ adamlar: Şu Ortak Pazar uzantıları… Şu, şuu… serbest eko­nomi düzeni… Sonra silah, silah… peki bu silahlar neyin karşılığı? Hangi ihraca­tımızın? Ama Azra, Jale’yi yanma çekmiş, ona şimdi, yakında açacağı ‘Akşamüs­tü Yeri’nin nasıl bir yer olması gerektiğini anlatıyor. “Başta kocam, karamsarlı­ğa düşmüş bütün aydınlarımız buyursunlar,” diyor. Ortak Pazar, mortak pazar; ar­tık kimse düşünmek istemiyor. Yok. Bu karamsarlık, hiç hoşuma gitmiyor.

Ülker’e dönüyor nedense:

“Fakat yaşıyoruz. Henüz ölmedik “ deyiveriyor.

Elini gömlek yakasına götürüyor; kravatını çözmek istiyor: Oooo, kravatı RV’den çıkar çıkmaz çözüp cebime tıkmıştım ben. Herkes susuyor, içkisini içiyor. Demek, artık küçük bir sohbette bile buluşamama tehlikesi de baş gösteriyor.

“Sıcak burası!”

Yüreğinde bir daralma duyuyor. Gömleğinden bir düğme açıyor. Terasa yürü­yor.

Terasta Sedat’ı buluyor.

Sedat, Ferit’e kenti gösteriyor:

“Bak, bitti işte… Caddelerde, sokaklarda kimseler kalmadı. Tam bu saatlerde sokaklara bakarım hep. Böyle tepeden, uzak bir noktadan bakacaksın ikiye çey­rek kala tamamdır. Hepimiz ölürüz. Aşağıda, dört yol ağzında birkaç araba, ışık yanar yanmaz kaçışan karafatmalar gibi bir o yana, bir bu yana seğirterek geçer­ler, sonra hepsi biter.

…İçerden bağrışmalar yükseliyor.

İkisi de dönüp bakıyorlar.

Sedat:

“Azra, sonunda kapışacak birini buldu neyse, ” diye homurdanıyor. “ Bu tartış­malar artık iyice bıktmcı oldu Ferit. Biz caydık, kadınlar yılmıyor, yorulmuyor. Azra, daha dünkü aşkı, bütün umutlan mahveden bir adama bağlılığı üstünden iki ay geçmeden bu kez de Tito, diye tutturdu. Hoş, ondan önce de, ne varsa Mao’da var, diye tutturmuştu ya..”

Sedat, sözünü bitiremeden, içerden Azra’nın sesi:

“Elbette Enver Hoca! Elbette Enver Hoca!” diye çmlıyor.

Ferit, gülüyor:

“Değişime yetişemiyorsun Sedat. Bak, Enver Hoca diyor ama…”

Sedat, sabrının sonu gelmişçesine, açık bir sıkıntıyla pofluyor:

“Bunu ilk duyuyorum işte! Bu gece, belki de senin onuruna, yeni bir gerçek buluvermiştir. Senin ulusal sanayi yoluyla kalkınma önerilerin çağrıştırmıştır belki de Enver Hoca’yı ona. ”

“ Ne kadar ciddîsin! Ne ilgisi var?”

Sedat, bir sigara yakıyor. Çakmağı tutan eli titriyor: “vardır, vardır… aramızda daha sık bulunsan, her gün yeni bir şey olduğumuzu görürdün. Onu dinleriz, o oluruz, buna bakarız, bu oluruz; sana rastlarız sen…”

* …Kendini yine kürsüde sanıyor. Terliyor. Gözlerini kentin ses ve sır vermez karanlığına dikiyor. Kendi deyimiyle ‘köşebaşı esnaf kafasının’ bu karanlık perde gerisinde, içine düştüğü bunalımdan çıkmak için ne kadar acımasız olabildi­ğini bir bir görüyor sanki. Aynı anda Sedat’ın alaycı sesini işitiyor:

“Sen de gerçekte, daha çok bu işlerin lâfını seviyorsun!”

Ferit sarsılıyor: Sedat’ı bile, kendi çapında böyle acımasız kılan ne? Alaycılığı yoktu. Her zaman kıyasıya tartışırdık. Aramıza bu soğuk uzaklık girmezdi. Bu ge­ce hepimiz eski dostlukları bir beton kiriş desteğiyle, zorla ayakta tutmaya çaba­lıyoruz.

…Ferit kendini bir türlü bu konuşmaların içinde, bu toplantının bir parçası olarak duyamıyor. İlk kez, bu türden şakalaşmalarda bir tatsızlık, anlamsızlık; da­yanılması güç bir yüzeysellik buluyor. Aynı anda nedense kulaklarında karısının, Deniz’in sesi: Bir işe yaramak, bir şeyler yaratmak istiyorum. Akademi’nin desen bölümüne boşuna gitmedim ya? Hem sana bir şey söyleyeyim mi, yaratıcı olma­yan, bir yere ulaşmayan gevezeliklerden de bıktım usandım! İstanbul’daki bütün arkadaşlarımdan, Ankara’dakilerden…. Çan, çan, çan!… Bir şeyler yaratmak isti­yorum? Başarsam da, başarmasam da… aramak istiyorum. Bulsam da, bulmasam da…. (Üç Beş Kişi, 3. bs. s. 236-253)

“Gece Hayatım”dan – Adalet Ağaoğlu Romanları

Adalet Ağaoğlu, Gece Hayatım adlı son romanında (1993) erotik rüyalara da­yalı “bir çeşit kabusname” olduğunu söylüyor. O kitaptan “Romantik Bir Viyana Yazı” adlı bölümü, yazarın açıklamasıyla birlikte aşağıya alıyorum.

“Çeşit çeşit name vardır: Mektup dışında, seyahatname, sefaretname, itimat­name, vekaletname, şahname, emirname, kararname vs. Hepsinin de anlatım bi­çimleri, biçemleri birbirinden ayrıdır, dili kendine özgüdür. Ben de rüya ve kara­basanlarımdan bazılarını anlatan bir namecik, bir kitapçık denemek istedim. Rü­ya anlatımının da kendine has bir dili, bir biçemi var çünkü. Öteki birçok name­den ayrılan yanı ise edebiyat içi oluşu. Başlı başına bir anlatı türü.”

1990yazwda Viyana Operası’nda Sihirli Flüt’ü seyretmiş, tekniğin sahnede ya­rattığı harikalardan ötürü müziğin tadına varamamış, ikinci balkonun en gerile­rinden boynumu uzata uzata aşağıdaki giyimli kuşamlı zengin turistlerle Mozart dönemi soylu sınıfını karşılaştırmaya koyulmuştum. O tarihte, coğrafyası Viyana olan bir roman üstünde çalışıyordum; çalışmamla bağlarım çok yoğundu.

Viyana Operası’nda, localardan birinde oturmaktayım. Saraydan Kız Kaçırma’yı izliyormuşum. Locayı Kara Mustafa Paşa tutmuş; Opera’ya ben onunla gel­mişim.

Sol yanımda, bir karış gerimde oturan Paşa’nın orkestraya eşlik ederek uver­türü mırıldandığını işitiyorum; içimden: Bu adam kaplıcalarda değil miydi? Keş­ke dönüp gelmeseydi, burada yalnız olsaydım, diye geçiriyorum. Çünkü Kara Mustafa Paşa’nın sesi gitgide yükselmiş. Opera’daki tuvaletli, fraklı insanlar da başlarını bizden yana çevirmiş, bakıyorlar.

Paşa’ya “Susunuz diye fısıldamak için dönüyorum ki, locada benimle birlikte olan o değil, Mozart!

Mozart bana sapı kınk solgun bir gül uzatıyor; bir yandan da arsız arsız güle­rek beni sıkıştırmaya başlıyor. Onu bir sümüklü böcek gibi yapışkan, kaygan buluyorum; öyle bulduğum için de koskoca Mozart’a saygısızlık ettiğim duygusunu yaşıyorum, ama adamın kirli elleri oramda buramda çocuk gıdıklar gibi dolanıp duruyor.

Kendimi o kadar aşağılanmış hissediyorum ki; lanet olsun, Mozart’sa Mozart! diyerek elimdeki soluk pembe gülle birlikte locadan aşağı atlıyorum; Mozart deh­şet içinde kalıyor!

Niyetim intihar etmekmiş, fakat uçmaya başlıyorum.

Uça uça geldim, Katedral’in, Stephansdom’un dibine kondum; sözde Graben yönünde değil de, Rotendurm Caddesi’ne açılan yönündeymişim; sıra sıra dizil­miş eski zaman at arabalarından öyle anlıyormuşum. Bir yandan da bakıyorum, bunlar daha çok Büyükada’nın atlı arabalarına benziyor. Ben beyaz harmaniler içindeyim mevlevi gibi bulunduğum noktada dönüp duruyorum. Başımda defne dalından taç. Tacım eğrilmiş de, onu düzelteyim derken anımsıyorum: Aman eli­ni sürme, defne dalı değil o; an oğulundan bir hâle!

Ah, demek bu anlar beni hâlâ bırakmadılar, diyor, bir yandan da katedralin çevresinde dönüyor, dönüyorum. İçimden: İşte sonunda emekli tarih öğretmeni gibi ben de çıldırdım; diye geçiyor. O zaman yüreğim ağzıma geliyor: Sakın ben de birini öldürmüş olmayayım?

Hem dönüyor, hem kimi öldürdüğümü bulmaya çalışıyorum. Bir opera loca­sında Kara Mustafa Paşa’yı öldürmüş olabileceğim hayal meyal aklımdan geçi­yor; Opera’ya gidip baksam, diyorum ama dönüp durmaktan başka bir şey yapa­mıyorum.

Derken kendimi. şka bir yerde buluyorum. Sözde Sallzburg’da, Mozart’ın doğduğu evdeymişim. Fakat ev gerçektekine hiç benzemiyor. Burası daha çok, Arap dönemi İspanyol evlerine benzemekte. Beyaz duvarları, düz çatısı, küçük mazgallarıyla bodur iki kulesi de var, ama işte Mozart’ın doğduğu evmiş!

Yan gölgeli bir avluda içi suyla dolu bir tekne var. Meğer bu bir küvetmiş; yak­laşınca bakıyorum. Kanlı suyun içinde bir çocuk yatmakta. Embriyo hâlinde bir şey. Teknenin başında, Mozart dönemi giysileriyle birkaç hizmetçi kadın durmuş, içine öyle merakla bakıp durmaktalar… Birden: “Demek ben Mozart’ı öldürdüm!” diyorum; çıldıracak gibiyim: “Mozart’ı öldürdüm demek? Demek Mozart’ı öldürdüm?.. Şimdi bütün dünya peşime düşecek!”

Aynı anda hafif kanlı bulanık suyla dolu tekne başındaki kadınlardan biri, an­sızın hoplamaya başlıyor: “Doğdu! Doğdu!…” Sonra bana sarılıyor, birlikte polka oynar gibi hoplayıp dönüyoruz

Teknedeki su, meğer bir cinayet sonucu kanlı değilmiş, doğumdan kanlanmış!

Şimdi yine, Katedral’in çevresinde yaptığım gibi, dönüp durmaktayım, ama bu kez hizmetçi kılıklı kadınla ve teknenin çevresinde. Biz dönerken bebek suyun içinden başını çıkarıyor. Bakıyorum, bu bebek Man değil; yazmakta olduğum Ro­mantik Bir Viyana Yazı adlı romanımın baş kişisi, emekli tarih öğretmeni. Günü­müz giysileri içinde, ceketli, pantolonlu, kravatlı olarak küvetin içinden çıkıp kar­şıma dikiliyor. Ortalıkta kanlı su falan yok. Sadece önümüze pat pat at kestanele­ri düşüyor.

Adam, nasılsa ağzı kafesli kocaman bir buldok köpeğini tasmasından tutmak­taymış . Köpek üstüme ha saldırdı, ha saldıracak. Mozart dönemi giysileriyle ora­da olduğunu sandığım kadınları aranıyorum, yoklar. Adam, köpek ve ben yalnı­zız; üstelik de park gibi bir yerde, ıssızlıktaymışız.

Dost olduğumuzu sandığım emekli tarih öğretmeni tam karşıtı bana düşman düşman bakıyor. Hani neredeyse köpeği üstüme saldırtmaya hazır: “Alma Mali­leri gördünüz mü?” diye soruyor.

Ben de bir yandan at kestanelerini köpeğin önüne önüne itiyor, bir yandan da içimden: “Vay hınzır, Alma’yı Venedik’te öldürdü, gondoldan Büyük Kanal’a attı, şimdi numara yapıyor; cinayeti üstüme yıkacak, ” diye geçiriyorum.

Emekli tarih öğretmeninin rahatsız edici bakışları hep üstümde, sanki, hadi bakalım itiraf et, der gibi yeniden yeniden sormakta. “Alma Mahler’i gördünüz mü? Alma Mahler’i gördünüz mü?”

Mozart locada beni sıkıştırırken başlarını çevirip bize bakan bütün bir Opera kalabalığının arasında Alma Mahler’i seçer gibi olmayayım mı? Fakat bu perukaı insanlar arasında Alma’nın işi ne? Hem onlar Mozart’la bana bakmıyorlardı ki, Kara Mustafa Paşa’nın “Osmanlıyız, OsmanlIyız…” diye uvertür söyleyişine bakı­yorlardı.

Köpek hırlıyor, her şey birbirine karışıyor. Delirecek gibiyim. Bir yandan da, uyan, uyan, uyanırsan delirmekten kurtulursun, diyorum kendi kendime.

Çıldıran sen olmayacaksın, emekli tarih öğretmeni olacaktı; bak yine şaşırdın, bak yine romanı içinden çıkılmaz hale getirdin. Bir kere locada Alma Mahler, Gropius’la oturuyor olacaktı, Kara Mustafa Paşa kaplıcalarda karpuz kesiyordu hani, unuttun mu? Çabuk ol, koş git, onu orada bul, çabuk gelsin, opera bitiyor, imparator gidiyor; haritalar Konya’ya gönderilemeyecek! diye bir şeyler sayıklaya sayıklaya, telâş içinde uyandım.

Uyanmış mıyım, bilemiyorum ki?

Sakın rüyadakiler gerçek gerçektekiler rüya olmasın?

Sanki Arap dönemi o İspanyol evinde ben daha önce bulunmuştum. Kara Mus­tafa Paşa’yı Baden kaplıcalarında, bir kameriyenin altında karpuz keserken de görmüş gibiyim. {Varlık, sayı: 1020, s. 14-15)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler