Abdülhak Şinasi Hisar kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi
Abdülhak Şinasi Hisar kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: İstanbul’da doğdu (1883). Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladı (1905). Paris’te Ecole Libre des Sciences Politique – Siyasal Bilgiler Okulu’nda okudu. Ülkeye dönüşünde (1908) bir Fransız şirketinde memurluk etti. Kozlu, Kilimli madenlerini işleten Stines Şirketi’nde hükümet adına genel sekreterlik yaptı (1913-1920). Bir süre Reji îdaresi’nde çalıştı (1924- 1925). Balkan Birliği Cemiyeti Umumî Kâtipliği (1928-1931) ve Dış İşleri Bakanlığı Danışmanlığı görevlerinde bulundu (1931-1945). Hastalığı nedeniyle İstanbul’a yerleşti. Ölümünden (3 Mayıs 1963) önce kimi banka ve şirketlerde yönetim kurulu üyeliği yapıyordu.
Mütareke döneminin İleri, Yarın, Medeniyet, Dergâh (1921-1922) gibi önemli dergi ve gazetelerinde yayımladığı şiir ve eleştirileriyle tanınan Abdülhak Şinasi, Cumhuriyet döneminde Türk Yurdu, Ağaç, Ülkü, özellikle Varlık (I. ciltte 22 yazı) dergilerinde yazdı. Çocukluk ve ilkgençlik yıllarına değin anılarıyla, tanıdığı edebiyat adamlarının kişiliklerini, yaşam özelliklerini yansıtan yazılardı bunlar, ilk romanı Fahim Bey ve Biz’in (1941) büyük ilgiyle karşılanmasından sonra da bu tür yazılarını “İstanbul” (1953- 1957) ve Varlık (1962) dergilerinde sürdürdü.
Sanatı
Abdülhak Şinasi’nin sanatının belirleyici gücü; ilkeleri kendi bireysellik sınırları içinde oluşan geniş bir öznelliğe dayanır. Görgüsü, izlenimleri, sınırlı ilişkileri içinde yaşadığı zamanların en etkili kesitleri öznelliğinin başlıca kaynakları olarak görünür. Toplum yok, tek tek insanlar vardır onun için. Tek insanın durumundan çoğula ulaşmak da ne amacı, ne sorunudur. Bu nedenle Fahim Bey ve Biz’in daha ilk satırlarında, kendi kişisel özelliklerini insanlara özgü özellikler sanmanın güveni içinde genellemeler yapar.
İnsanlar, birbirlerinden uzak mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler birşey duymaz. (3. bas., sf. 7-8)
Bu yalnız ve uzak dünyaya egemen olan da geçmiş zamandır. Çocukluktur, gençliktir; anneannelere, büyükbabalara kadar uzandıkça genişleyen, gerçek zaman nitelikleri kazanmış gibi, yaşamın o andaki sorunlarıyla özdeşleştirilmek istenen bireysel bir kavramdır.
Geçmiş zamanı çoğu bir masal dünyası havasında vermeye çalışır Abdülhak Şinasi. Kimi de yaşarlık kazandığına inanmak ya da inandırabilmek için bu soyut dünyayı zenginleştirecek yollara başvurur. Çünkü “mazi”, onun için anımsayabildiği oranda tekrar tekrar yaşayabildiği hayat biçimidir, içine kapandıkça anılara gömülmenin, anıları yaşadıkça gününden kopmanın ustası, daha doğru deyimle “profesyoneli” olmuştur. Bu nedenle kapalı bir dünya ve nihayet anne, baba, hala, teyze, enişte gibi yakın çevre insanlarından oluşan romanları çökme halindeki Osmanlı aristokrasisinin kümelendiği Boğaziçi, Çamlıca, Büyükada çevrelerinde geçer.
Yıllar sonra da kendi soyut evreninde yaşarlığını sürdüren öğelerdir onlar. Köşk, yalı, eşya ile koşullanmış olan çocukluğundan kurtulamaz, kurtulmayı istemez gibidir: “Boğaziçinde doğarak ve büyüyerek onun hususî şivesini ruhuyla duymuş olmayı hayat için bir talih biliyorum” (Boğaziçi Yalıları, sf. 24) diye yazarken, ayrıcalık gibi öne sürdüğü, doğaya bağlı güzelliklerin bilincine varma alışkanlığını belirtmek olmalıdır.
Geçmiş zaman alışkanlıklarına bağlı beğenilerin yazarı olan Abdülhak Şinasi, teknik yönden de kendisini klasik roman kurallarıyla bağımlı görmemiştir.
Roman şudur, halbuki bu değildir, yollu izahların hiç biri onu anlatmaya yetmez, zira daima böyle tayin edilen hudutların dışında kalan birçok kıymetli eserler bu sözlerin kâfi bir ihatası olmadığını gösterecektir. (Ulus, 5 Eylül 1943)
Bu sözleri, biraz da yapıtlarının tanımlaması olarak kabul edebiliriz. Kendisinin “hikâye” olarak sunduğu üç yapıtı da gerçekten klasik roman anlayışının gerekleri dışındadır. Fabim Bey ve Biz’in de, Çamlıca’daki Eniştemiz ve Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği’nin de tek kişilerin tipleştirilmesi amacına bağlı olarak yazıldığı söylenebilir. Ne var ki bu üç yapıtın kişileri (hangi sınıfsal kökenden gelmiş olurlarsa olsunlar) yereldirler. Birinci özellikleri, ancak İstanbullu ve çökme evresindeki aristokrasinin bireyleri oluşlarıdır. Değişme halindeki toplumda uygun bir yer bulamamış gibidirler. Hep bir şeyler yapmak, hep bir şeyler olmak isterler.
Fahim Bey ve Biz: Ender rastlanan bir hayal adamı olan Fahim Bey, sürekli bir tasan dünyası içindedir. Bunları gerçekleştirmek için olmadık girişimlerde bulunur. Toplumdaki değişmenin farkındadır ve değişen koşullar içinde kendine bir yer edinmek ister. İngiliz, Fransız kapitalistlerine yatırım alanları bile göstermeye kalkışır (sf. 71-75). Ama hep soyut, hep eksik, hep gerçeğe varacak bütünlükten yoksun durumdadır. Yeni çağa özgü gelişmeler, onun soyut plandaki tasarılarını çoktan uygulama alanlarına geçirmiştir. Hareketlerinde acılı bir gülme duygusu uyandırması, tarih sahnesinden silinmekte olan aristokrasinin bireylerinden biri olduğu için değildir elbet. Kendine özgü kimliği, tutarsız eylemleriyle sınıfı, dünya görüşü bakımından bile (büyük şirketler kurma tutkusu delilik çizgisine yükselen bir adamdır çünkü) gözümüze batacak bir kişiliğe sahip olamayışındandır (sf. 138-141). Tanıdıkça onu yalnız kendini yaşayan bir insan halinde düşündürmesi, Abdülhak Şinasi’nin, Fahim Bey’i tipleştirmedeki başarısından ileri gelir.
Romanın her biri ayrı başlıklar taşıyan 22 bölümünde, yaşamının değişik evrelerinde ilişkileri, tutkuları, olağan ve olağanüstü yanlarıyla beliren Fahim Bey’in kişiliği, daha önce tanıdığımız kimi roman kahramanlarını düşündürür. Ama o, ne girişimleriyle Don Kişot’u anımsatan Ömer Seytettin’in Efruz Bey’i gibi tasarılarını hayata geçirmek adına, her tehlikeyi göze alan kapkaççı bir eylem adamıdır, ne îvan Gonçarov’un (1812-1891) Oblomov’u gibi düşüncelerini kendi dünyasında yaşayan, ruh güçleri az gelişmiş bir yarım adam, ne de Duhamel’in (1884-1966) Salavin’i gibi kişiliğinin tuhaf yanları dış etkilerle ortaya çıkan mutlak bir hasta. Fahim Bey, yer yer onlarla yakın akraba olabileceği sanısını uyandırmasına karşın, kendine özgülüğü yaşadığı çevrenin koşulları içinde belirir; bu çevrenin kişilerinden de soyutlanmaz. Onu yabancılaştırmayan, yerlileştiren de budur. Bu özelliği kimi bölümlerde kolayca saptayabiliriz:
Saffet Hanım, ufak tefek yapılı, küçük ve yumuk gözlü bir kadınmış. Daima üşüyen ayaklarını kısa boyuna rağmen giydiği ökçesiz aba terlikler içinde ısıtarak, bütün İstanbul evlerine benzeyen hasırlı, keçeli, halılı, mangallı, sobalı evinde biteviye ellerini uğuştura uğuştura, sessiz sessiz bir odadan bir diğerine dolaşırmış. En büyük zevki avuçlarını mangalın üstüne uzatarak ısıtma ve mangal kenarında birbiri üstüne sigara ve kahve içmekmiş. (Fahim Bey ve Biz, 3. bas., sf. 39-40)
Küçük bir kesimini okuduğumuz IV. bölümde Saffet Hanım çizilirken Fahim Beyi yerlileştiren öğeleri de kendiliğinden ortaya çıkmış buluyoruz: … Saffet Hanım’la bir müddet mangal başında tatlı tatlı görüşürler ve bu suretle üst üste birkaç kahve içmiş olan ve uykusunu da pek seven Saffet Hanım’ın beklediği an nihayet gelmiş olur, uyuşmuş, gözleri süzülmüş bu karı koca kalkarlar ve memnun, sakin, yatmaya hazırlanırlarmış. Fahim Bey, günün zahmetlerinin üniforması olan esvaplarını çıkararak rahat, beyaz gecelik entarisini giyer ve başına da küçücük beyaz gecelik takkesini geçirirmiş (sf. 43).
Fahim Bey’in yerlilik özelliğini yitirmeden tipleştirilmesindeki önemli bir etken de Abdülhak Şinasi’nin belli bir zaman (Osmanlı Imparatorluğu’nun son yılları) ve çevre (İstanbul) özelliklerini yansıtmaya özen göstermesidir.
Çamlıca’daki Eniştemiz: Abdülhak Şinasi’nin bu yapıtı da ayrı başlıklar taşıyan 27 bölümden oluşur. “Kadrini Bilmediğimiz Deliler”, “Deli Eniştemizin Resmi”, “Eski Çamlıca”, “Çamlıca’daki Eniştemizin Kökü” vb.. Her bölümde çağımızın başında yaşadığını düşünebileceğimiz, kendi düşkünlüğü çıkarcılık düzeyine ulaşmış bir bürokrat olan romanın kahramanı Vamık Bey’le karşılaşırız. Tiryakilikleri, huysuzlukları evinin içindeki ve dışındaki tutarsızlıklarıyla deli olarak kabul edilen Vamık Bey, daha önce Fahim Bey ve Biz’in IV. bölümünden tanıdığımız bir kişidir. Yazar ilk romanında Fahim Bey’le birlikte onu da anlatarak kişiliğinin genel bir çizimini yapmıştır.
… Fahim Bey’e hiç tahammül edemeyen Çamlıca’daki eniştem, bu ailenin hususiyetleri hakkında en ağır ithamlarda bulunmaktan çekinmezdi. Eniştem Fahim Bey’in adet ve tabiatlerini tezyif ediyordu. Kendisi etrafına hep bir allame tesiri yapmak isterken, onun için “Malûmat paralamadan konuşamaz. El-fünûnu cünûn,” diyordu. Kendisi Arabistan’dan getirdiği janjan renkli birtakım ipekler, canfesler ve kumaşlarla giyinirken onun esvaplarını fazla alafranga bularak “Züppeliği kıyafetinden belli” diyordu. Kendisi türlü türlü birçok yemeklere düşkünken onun sadece kokulu birtakım peynirleri sevmesini gizli ve günah bazı temayüllere, maksatlara atfediyordu. Kendisinin en hatır ve hayale gelmez hizmetçilerle birçok münasebetsiz münasebetleri duyulduğu ve bunlar ikide bir zavallı halamı çileden çıkardığı halde, onun her akşam Fransızca gazeteleri okumak bahanesiyle Beyoğlu’ndaki Gambrinüs birahanesine gitmekteki maksadının oradaki hizmet eden bir kıza “kur yapmak” olduğunu söylüyordu. (Fah i m Bey ve Biz, sf. 59-60)
Çamlıca’daki Eniştemiz’i okudukça her iki tipin de olağandışı adam niteliklerine bağlı olarak kimi benzer yönlerinin bulunduğu ortaya çıkar. Va- mık Bey ev adamıdır. Yemek pişirmekten, bahçe işleriyle uğraşmaya kadar değişik işler yapmaktan hoşlanır. Kadınperesttir. Yazar, köşkün dar çevresi içindeki yaşamının özelliklerini sergilediği için onu anlatırken ailenin öteki bireylerini ve çevresini de yansıtır. Burada çevre Çamlıca ve Osmanlı soylularının oturduğu köşklerdir. Fahim Bey’de dar ölçülerde verilen dış- dünya, bu romanda genişlemiş, kimi eleştirmenlerde “Vamık Bey bahane edilerek İstanbul’dan birçok nefis tablolar çizildiği…” yolunda izlenimler bile uyandırmıştır. (Reşat Nuri Darago, İstanbul dergisi, sayı 26, 1944.)
Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği: Fahim Bey’i batının, Vamık Bey’i doğunun beğeni dünyasından kalmış kişiler olarak sunan yazar, Ali Nizami Beyin yaşamını kalın çizgilerle ayırmıştır. 3. romanının kahramanı zenginlik dönemlerinde giyime kuşama, eğlence âlemlerine düşkünlüğü, çapkınlıkları ve hevesleriyle alafrangadır. “Cercle d’orient”da sabahlara kadar poker oynar; çeşitli kurumların tahvillerine, hisse senetlerine sahiptir. Büyük Ada’daki köşkünün misafir salonunda batılı ressamların yapıtları sergilenmiştir. Çiçeğe, kuşlara, balık avına, alafranga musikiye düşkün, kullanma değerini düşünmeden “müzelik bir baston koleksiyonu” ve kırk çiftten fazla ayakkabısı olan (sf. 57) bu aristokrat kalıntısı yaşamayı seven, ölüm düşüncesini çağrıştıran her şeyin uzağında kalmaya çalışır. Gösterişçiliği, hoppalığı, har vurup harman savurmayı ikinci bir kişilik haline getiren Ali Nizami Bey, parasız kalınca, Çamlıca’da bir “hamkâh” açarak şeyhliğe özenir. “Mülkiyet hakkındaki fikirlere adamakıllı karışarak” (sf. 82) “zenginliğinde aradığı, fakat bir türlü elde edemediği sükûna, rahata ve saadete” (sf. 94) kavuşur.
Nedir ki tek müridi olan tekkesinde dört yıl kadar yaşadıktan sonra dengesi büsbütün bozulmaya başlamış, giderek de çılgınlık belirtileri göstererek ölmüştür.
Abdülhak Şinasi’nin üç romanında karşılaştığımız tipleri birleştiren en belirgin özellik, kişiliklerindeki olağandışılıktır. Yazar, çökmeye başlayan imparatorluğun son bireylerinden olduğu anlaşılan Fahim Bey, Vamık Bey ve Ali Nizami Beylerin kimliklerinde hep bir eksikliği, yanlış yaşamayı, tutarsızlığı göstermek istemiş, az çok ayrımlarla üç kahramanını da birbirlerine benzer yanlarıyla vermekte sakınca görmemiştir.
Romanlarının Öteki Özellikleri: Abdülhak Şinasi’nin romanları, belli bir olaya dayanmadığı için, konunun gelişme süreci içinde bir gerilim ya da merak uyandırma durumları yoktur. Yapıtlara adlarını veren kişilerin çevresinde dönen ufak tefek olaylara dayanır. Yazar, kişilerini bu olayların geçişi sırasında göstermez; çoğu kez geçmiş bir durumu beirtmek için anlatır. Anlattığı şeyin acısına, sevincine, ya da mizahına kapılmaz pek. Olsa olsa yer yer kendisi ortaya çıkarak felsefe yapmayı sever.
Aynı gün içinde saatten saate değişiriz. Kaygısız bir çocuk, hırslı bir genç, uslanmış bir yaşlı adam ve biçare bunayan bir ihtiyar olabiliriz. Aynı yirmi dört saat içinde yalnız kalmaya susar, başkalarıyle görüşmeye acıkırız. Mevsimlere göre değişen tabiat kadar hislerimize göre de yüzümüz değişir, biz değişiriz. (Fahim Bey ve Biz, si. 130) Kitapların iyileri ve ruhumuzda takdis ettiğimiz faziletler, insanları da zor beğenmeye bizi mecbur ediyor, (sf. 131)
Hepimiz gözlerimizle ancak etrafımızı, başkalarını görmeyi umarız. Nadiren hatırlarız ki, gözlerimizle, asıl kendimizi göstermiş oluruz. Gözlerimiz bizim görmemize yaradığı kadar başkalarına da kendimizi göstermeye yeter. (A l i Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, sf. 78)
Zaten dikkat edilse, hayat, nâdir olarak basit bir mantığın icap edeceği yollarda geçer, (sf. 105)
Kimi yerde de kahramanının tutumu üzerine açıkça yorum yaptığı bile görülür.
Binaenaleyh düşünün. Onun şimdi, tabii bir surette kibirlenmesi iktiza etmez miydi? (Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, sf. 101)
Romanlarında kimi ayrı bölümler, kimi ayrı kesimler halinde İstanbul hayranlığı, sevgisi genellikle şairce betimlemeler düzeyine ulaşmış olarak karşımıza çıkar. (Fahim Bey ve Biz, sf. 135; Çamlıca’daki Eniştemiz, sf. 72- 73 vb.)
Toplumsal sorunlara uzaktan olsun değinilmediği halde Çamlıca’daki Eniştemiz’de ve Ali Nizami Bey’de II. Abdülhamid yönetiminin belirgin özelliği olarak bilinen baskı ve korkudan söz edildiği görülür:
Zavallı Ali Nizami Bey’de, şuur altına işlemiş Sultan Hamid korkusu bozulan zihninin emniyet kapağı kalkınca, artık heyecanım ifadeye ve şiddetli itirazlarını serdetmeye koyulmuş. Öyle ki, o devirde Sultan Hamid idaresine yapılabilecek tenkitlerin bir kısmı, bu delilik sayesinde, umumî yerlerde yüksek sesle, bir deli ağzından söylenmiş olur, fakat bu bile, okuyup yazma bilenleri, doktorları, belediye memurlarını, hastabakıcıları fena halde korkutmaya kâfi gelirmiş. O, “Ben, size demedim miydi?” diye haykırınca, biçarelerin akılları başlarından gider, “Felâket, eğer hafiyeler bizim vaktiyle onunla görüşmüş olduğumuzu sanırlarsa, kime dert anlatırız?” diye ödleri koparmış, (sf. 115-116)
Bütün yapıtlarında, aldığımız parçalarda da görüldüğü gibi, dili eskidir Abdülhak Şinasi’nin. Uzun tümceler kullanmayı sever. Vedat Günyol’a göre, Barres’ten esinlenerek “Fransızca düşünülüp Türkçe yazılmış hissini veren tümcelerdir.” Betimlemelerinde Yahya Kemal şiirinde bolca rastlanan “rüya, hülya, zaman, âşinâ, nice” gibi sözcükler sık geçer. Çağdaşlarının düzyazı dilinde gördüğümüz Türkçe karşılıkları kolay bulunabilecek “alâkalı, lâkayt, mütesanit, yekpare, vasıf” gibi sözcüklerden kopmamıştır. Yer yer Fransızca sözcükleri Türkçenin yazımına uydurarak yazmakta sakınca görmez. Ender olarak da kendi dil beğenisine uymaması gereken sözcüklere rastlanır.
Herkes memnun, gülümseyerek, birtakım belirtilerden yaklaştığı duyulan sevinçli bir OLAYI tasvibe hazırlanmış bir hal alır, hizmetçilerin hepsi de birer pencere ile çerçevelenerek bu hâdiseyi seyre koyuluyorlardı. (Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, sf. 39)
Bu örneklere de bakarak Abdülhak Şinasi’nin kendi deyişiyle “fikirlerin şiirle ifadesi” görüşüne bağlı olan üslup anlayışının da dili gibi eskidiğini söyleyebiliriz.
YAPITLARI:
Yazarın bütün yapıtları, ilk ciltte Yaşar Nabi’nin önsözüyle, yeniden yayınlandı:
KAYNAKLAR: Edebiyatçılar Geçiyor (1953); Sermet Sami Uysal, Abdül- hak Şinasi Hisar (1961); Vedat Günyol, Dile Gelseler (1966); Ahmet Oktay, Papirüs (Aralık 1966); Murat Belge, Yeni Dergi (Nisan 1968); Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hâtıraları (1969); Asım Bezirci-Refika Taner, Seçme Romanlar (3. bas. 1983).
ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR’DAN ÖRNEKLER
FAHİM BEY VE BİZ’den
“Teşebbûsi Şahsî” Aleminde
Bu, Meşrutiyetin ikinci ilânıyle başlamış bir “teşebbûsi şahsî” modasının devam ettiği, o vakte kadar devlet kapısına bağlanıp bir maaşla geçinmeyi dileyen birçoklarının bu, havaya uydukları ve artık refahlarını devlet kapılarının dışında aramaya heves ettikleri zamanlardı.
Halbuki Fahim Bey, daha ne kadar önce, tâ Meşrutiyetin ikinci ilânından evvel, bir nevi kahraman gibi meydana çıkarak, bu “teşebbûsi şahsî” âlemine ilk girmek isteyenlerden biri olmuştu. Onun, hayatının ehemmiyetli bir hâdisesini teşkil eden, bu ikinci defa Londra’ya gidişinin hâtırası babamda canlı olarak kalmıştı. Fahim Bey, Londra’da Sefaret Kâtibi bulunduğu zamanlarda tanıştığı maliye muhitinde nüfuz sahibi bir zatın kıymetli tavsiyesini teminle bir Ingiliz malî müessesesine mühim bir iş teklifinde bulunmuş. Günün birinde de, gelip projesini anlatmak üzere davet edilmiş. Bu daveti alınca Fahim Bey talihinin değiştiğine kanaat getirerek gayet heyecanlı günler geçirmeye başlamış. Programı şu olmuş: Bütün dostlarının himayeleriyle Londra’ya gidiş iznini koparmak, seyahat masraflarını tedarik etmek, İstanbul’dan Orient Express’le Paris’e, tekrar şimendiferle ve sonra vapurla nihayet Londra’ya randevusundan bir gün evvel varmak. Bu yolda her şeyi düşünmüş her şeyi hesap etmiş. Ancak, işte aksi gibi, hep hatır ve hayale gelmeyen birer kaçar saatlik teehhürlerle tam bir gün kaybolunmuş. Manş Denizinin meşhur fırtınalarından birine de tutulduktan sonra nihayet Londra’ya varınca, randevusuna, bir gün yerine ancak bir saat evvel muvasalat edebildiğini görmüş. Ve Fahim Bey yine de: “Oh, kurtuldum!” demek üzereyken, her işi bir aksi tesadüf olan bu günde hiç akla gelmeyen bir vaziyet hâsıl olmuş. Her zaman hazır odası bulunan Hyde Park Otelinde o sabah tek bir boş oda verilemeyeceğini bildirmişler. Fahim Bey aklını kaçıracak gibi olmuş. Bir başka otel arasın ama ya derhal bulunmazsa? Ve hele, kaybedilecek zaman yüzünden ya traş olmaya ve temizlenmeye vakit kalmazsa? İnsan, traş olmadan, İngilizlerin karşısına çıkamaz. Bu İngilizler traş olmamış bir adamla görüşmektense onunla yapacakları işten vazgeçmeyi tercih ederler. Randevularına geç kalınmasını ise hiç affetmezler. Bu işlerin ehemmiyetini düşünerek Fahim Bey o kadar rica ve ısrar etmiş ki, bu bildik otelde kendisine bir banyo odası vermişler. O da, çabuk çabuk traş olmaya, çabucak gömleğini ve yakalığını değiştirmeye muvaffak olmuş.
Fahim Bey telâşla giyinirken aklına
birtakım düşünceler gelirmiş: Kendisi için hayatî olan bu işini, randevusunu kaçırmak ihtimali yüzünden tehlikeye koyduğu bu sırada bir nezafet ve medeniyet vazifesini yapmakta olduğunu bilmekle eğer randevusuna yetişememesi yüzünden işi reddolunursa kendisi yine bir medeniyet vazifesini kahramancasına yapmış olacağından, takdir edilmelidir. İnsan, hayatta, bazen medeni bir vazifeyi vakti olmadığı halde dahi yapmak zorunda kalabilir. O zaman, görülecek iş değil de, feda edilmeyecek medeniyet icabı yerine getirilmelidir. Ne olsa, insan hayatında yine başka bir fırsat bulabilir, işte Fahim Bey böyle düşünür ve işini tehlikeye düşürmek bahasına da olsa vazifesini yapmakla memnun olurmuş.
Nihayet Fahim Bey o gün randevusuna tam vaktinde yetişmiş. Onun çektiği müşkülâttan hiçbir haberi olmayan müessese kâtibi, vaktinde gelmesini pek tabii bulmuş. Kendisini büyük bir nezaketle kabul ederek, müessese erkânının toplantı halinde bulunduklarını, projesinin ise, daha evvelden görüşülmemesine karar verilmiş bulunduğundan, kendisinin izah vermesine lüzum kalmadığnı söylemiş. Öyle ki, bütün bu hikâyenin zaten lüzumsuz ve manasız gözüken, bir randevuya vaktinde yetişebilme helecanı içinde İstanbul’dan Londra’ya nihayet vaktinde varılıp gelir gelmez de bütün seyahatin nafile yapılmış olduğunun aynı zamanda anlaşılmasına ve hep aksi tesadüflerle başlayarak bu en mühimi olan sonucu aksi tesadüfle bitmesine rağmen, asıl şaşılacak ciheti şu oluyordu ki, Fahim Bey böyle birçok heyecanlar geçirdiği halde işinin reddolunmasından büyük bir sükûtu hayale uğrayarak ümidini kaybetmiyor ve hep aynı yerde, hep vazifesini yapmış, tecrübesini çoğaltmış, hep aynı vaziyette kendini takdir etmiş kalıyordu.
Babamın Fahim Bey’den bahsettiği bu senelerden nice sonra ben de, altın madenleri keşfetmek ister gibi, temsil ettiği sermayeye yüksek kârlı işler ariyan, bir Fransız işadamının yanında çalışıyordum. Ve şimdi, kimbilir, kaç sene geçtikten sonra Fahim Bey’in de takibettiği -o zaman herkesin dilinde dolaşmaya başlayan- mühim bir iş varmış: Bursa ovasında pamuk zeriyatı işi.
Babam bana bir akşam, itina ettiği şeyleri söylemek için kullandığı üslûbuyla, gözlerini aça aça, herhangi bir teşebbüsün sağlamlığının iki şarta bağlı olduğunu söylemişti: “Evvela iş sahibinin ciddiyetine, sonra da işin ciddiyetine!” ve işte bu itibarla bana başka tekliflere ehemmiyet vermemek lâzım geldiğini, fakat münasebette bulunduğum sermayedara dünyanın en ciddi adamı olan Fahim Bey’in bu mühim işini tavsiye etmeyi tenbih etti. Zira bu yalnız kâr bakımından kıymetli değil, fakat memleketin hayrı namına da en evvel ileri sürülecek bir işti.
Fahim Bey’i, sermayedar Baron Lormais ile görüşmek üzere davet ettik. O, sarı renkte kalın İngiliz kumaşı bir esvap giymiş, berberden henüz çıkmış, memnun Perapalas’ın gıcırdayan parkeleri üstünde seke seke yürüyen ümitli bir kuş haliyle geldi. Kırk yıllık bir dost, hele bu işte yıllanmış bir şerik gibi konuşuyordu. Tasavvur ettiği, yalnız müteşebbislerine büyük bir servet kazandıracak bir iş değil; aynı zamanda oranın fakir halkını ihya edecek İçtimaî faydası mühim olan bir iyilikti.
Bu müsahabemizden birkaç gün evvel ben garip bir yat gezintisine davet edilmiştim. Birçok hevesli davetlilerin doldurduğu bu motörlü ve gösterişli yat Tarabya’dan büyük bir neş’eyle açılmış ve doğruca karşı sahile geçerek, bütün maksadı bundan ibaretmiş gibi, büyük bir gürültüyle karaya oturmuştu. Ben, ister istemez, tuhaflığı daha üzerimden geçmemiş olan bu hâdiseyi hazırlıyordum. Zira bu defa da aynen böyle sanki pupa yelken açılan müsahabemiz de çok geçmeden sanki bir kumluğa saplandı. Fahim Bey’in elinde bir imtiyazı yoktu. Toprakların sahipleri ayrı ayrı kimseler ve çok yerde köylülerdi. Pamuk ekmek serbest bir teşebbüstü. Bütün bu adamlar toplanmış, kendisini vekil tayin etmiş değillerdi. Onlara bu fikir nasıl kabul ettirilecek, hangi teminata mukabil sermaye dağılacak ve müşterek pamuk zeriyatı nasıl tanzim ve idare edilebilecekti? Kendisinin bu işte sermayedara ne getirdiği anlaşılamıyordu. Hülasa bir fikir vermiş oluyordu. Fakat daha kolay ve sağlam görünen işler pek çok değil miydi? O, bu tereddütler, bu sualler karşısında derdini anlatamayan bir insan gibi, ilk önce hayli üzüldü, çırpındı. Esmer yüzüne kan sıçradı. Fakat nazik bir adam olan bu Baron, mahza tatlı bir tarzda ayrılmak için, ona yeni bir randevu tayin edeceğini söyleyince, tasavvurunu o zaman anlatabileceği kanaati yerine geldi. Ümidinden hiç bir şey zail olmamışa döndü ve ayrılırken, halinde muvaffakiyetsizlikten eser kalmadığı gibi, gariptir, onu belki de bizim teselli etmemiz lazım gelirken sanki kendisi bize, “Gönül isterdi ki, daha işgüzar ve mâlûmatlı olasınız da işimi derhal kabul edesiniz! Fakat zarar yok, hiç üzülmeyin, işimi gelecek defa anlar ve kabul edersiniz,” diye ümit vermek isteyen bir tavır almıştı. Sanki o bize teselli veriyor gibiydi. Bu mağlûp bir muzaf- ‘ fere benziyordu.
Halbuki o gider gitmez Baron bana: “Bu kadar methettiğiniz bu Beyle yapılabilecek hiç birşey yok. Kendisi nazik bir adam ama, bir iş adamı değil ki, hayalperestin biri!” dedi.
(Fahim Bey ve Biz, 3. bas. 1955)
FAHİM BEY VE BİZ’den ESVAPLAR
Sonraları da kaç kere görmüş olduğum gibi, Fahim Bey’den bahsederken babam hep bir haz ve huzur duyardı. Onu hem metheder, hem için için güler ve böylece, onu methettiği sıralarda bile, görünüşte biraz eğlenir gibi olurdu. Fakat hakikatte bu bir istihza değildi. Gençliğinde bu arkadaşıyle pek çok gülmeye alışmış olduğu için onun hatırası kendisinde tebessümlerin ve kahkahaların hemen hemen şuursuzca nüksetmesine sebep oluyordu. Onunla eğlenmek şöyle dursun bilâkis gülünç bulduğu hikâyelerini anlatırken bile hep kibar ve yüksek taraflarını duyuramamak, yahut, yanlış duyurmak endişesiyle üzüldüğü anlaşılıyordu.
Yine Fahim Bey’e ait, babamın böyle anlatırken çok güldüğü, fakat neticede onun ahlâkının üstünlüğüne bağladığı garip bir terzi ve esvap hikâyesi vardı.
Fahim Bey, daha sonraları, sefarethanenin üçüncü kâtibi olarak gittiği Londra’da yeni girdiği hayat için hangi esvapları yaptırmak lâzım geleceğini tahkike başlamış. Kendisine: “Üzülme, iyi bir terziye gidersin, (Habillez-moi) dersin. Sana lâzım gelecek bütün esvapları yaparlar,” demişler. O da sefirin tavsiyesiyle Londra’nın en büyük terzilerinden olan Pool’e gitmiş kendisine bir sefaret kâtibine iyi giyimli olmak için ne lâzımsa yapmasını söylemiş. Fahim Bey mahcubiyetle devam ettiği uzun süren çok provalardan sonra, nihayet bir gün sefarethaneye kapılardan içeri sığmayan bir ambar gelmiş. İşte bu ambarın Fahim Bey’in hayatında senelerce süren bir tesiri olacakmış. İçinden kocaman bir dolaba sığmayacak bir sürü esvaplar çıkmış:
İnce ve kaim, açık ve koyu her türlü ve her renk kumaştan ayrı ayrı her mevsime göre mevsimlik ve her mevsim arası yarı mevsimlik çeşit çeşit kompleler, düz siyah ve tüylü şöviyottan ve gümüşî jaketler ve redingotlar, fraklar, smokinler; esvapların her nevi: beyaz ketenden olanlar, krem sadakurdan olanlar, pantalonu beyaz, vestonu lâcivert olanlar, sıra düşmeli vestonlar, tek sıra düğmeli yuvarlak vestonlar, seyahat esvapları, koşu esvapları, golf esvapları, tenis esvapları, av esvapları, şehir esvapları, ev esvapları, nerede ve ne zaman giyilecekleri pek kestirilmeyen esvaplar, birtakım fantezi kumaşlı, süslü düğmeli, beyaz pike yelekler, çizgili kumaşlı müteaddit pantalonlar, siyah ve beyaz küçük kareli pantalonlar, yakalan kadife veya kumaştan pelerinler, kaputlar, pardösüler, makferlanlar, redingot gibi cepleri arkada emperyal paltolar, kloş paltolar, kadife yakalı koyu resmi paltolar, kadifesiz yakalı açık paltolar, siyah kadife yakalı gece paltoları, kukuletalı seyahat paltoları!
Fahim Bey bütün bu esvapların odadaki tekmil iskemle, koltuk ve kanapeleri kapladığını seyredip bunların tutarını da faturada görünce yeisle karışık bir hayret içinde kalmış; “Aman Yarabbi! Bu ne çok esvap! Aman Yarabbi! Bu ne müthiş borç!” diyormuş. Sonra: “Ben bu borcumu ömrümce ödeyemem!” diye ümitsizliğe kapılmış. Bu hâdiseye kahkahalarla gülen arkadaşları ona:
– İlâhi Fahim Bey! demişler, ödeyemeyecek olduktan sonra neye kahırlanıyorsun a birader? Verebileceğin borçları düşün, yoksa, veremeyeceklerini ne merak ediyorsun?
Fahim Bey bütün bu elbiseleri tevekkülle kabul etmiş ve böylece, bir taraftan, aylık taksiti bütçesinde büyük bir rahne açan bu borcu senelerce ödeye ödeye bitirememiş, diğer taraftan da bunları senelerce giye giye eskitememiş. Öyle ki hep bir sandıktan çıkan bu esvaplar onu yıllarca yeni bir esvap yaptırıp giymek zevkinden mahrum ettiği gibi nihayet modası çoktan geçmiş şeyler giymeye de mahkûm etmiş. Zira Fahim Bey’in bütçesinde terzinin borcunu ödemekten yeni yapılacak esvap için para bulmak imkânı kalmamış!
Babamı her nedense her zaman kahkahalarla güldüren bu maceraya ben o kadar gülemiyordum. Zaten, sonraları, ben Fahim Bey’le biraz daha tanışarak, yavaş yavaş bu hadiseyi başka türlü tefsire koyulmuştum. Fahim Bey’in arkadaşları gülmekten katılırlarken dikkat edememiş olacaklardı. Ciddi bir terzi bu kadar büyük mikyasta bir yanlışlık yapamazdı, Fahim Bey bütün bunları ısmarlamayı kendine bir vazife saymış olmalıydı. Terzihane belki biraz mübalağa ederek bu ısmarlama emrini üç beş takım ilâvesiyle tefsir etmiş olabilir ve onun da sesini çıkarmayarak kabul ettiği ancak bunlar olacaktı.
Fakat bütün bu esvaplar yapılıp kocaman bir sandık içinde hep beraber gelince o kadar yer tutmuş ve başkaları bu hale o kadar gülmüş olacaklardır ki, Fahim Bey de, fazla gösteriş meraklısı görünmemek lüzumunu kabul ile, içinden tabii ve haklı bulduğu bu israfı onlarla birlikte tenkid etmeye koyularak, terzinin kendi sözünü yanlış anlamış olduğu hikâyesini uydurmuş ve bu hâlin bir kurbanı diye gözükmeyi tercih etmiş olmalıydı. Yoksa Londra Sefaret Kâtibi tayin olunmasının hayalinde açtığı ufuk o kadar geniş ve ruhunda hasıl ettiği tesir de o kadar şiddetli olacaktı ki talihin bu cilvesine karşı o elbette böyle kocaman bir esvap sandığını doldurmakla mukabele edebilirdi. Rûhu hülyalarla şişkin olan Fahim Bey vücudu üstünde böyle büyük bir terzinin esvaplarım duymaya muhtaç olmalıydı. Bundan sonra mesleğinde muvaffak olacağını daha ziyade ummuştur.
(Fahim Bey ve Biz, 3. bas. 1955)
ALİ NİZAMİ BEYİN ALAFRANGALIĞI VE ŞEYHLİĞİ’nden
… Ali Nizami Bey giyim kuşam meraklısıydı. Bütün esvaplarını Mir’den ısmarlar, bütün boyunbağlarını da Mir’den alırmış.
Hele bastonlarının bazıları sokakta kullanılmayacak kadar kıymetli maddelerden yapılmış olur, yahut, böyle sapları bulunurmuş. Bazı yekpare fildişinden yontulmuş olduğundan daha kıymetli sayılırmış. Bazısının topuzları çeşm-i bülbülden, bazısının bir elma büyüklüğüne yakın altındanmış. Bazılarının kıymeti tarihte meşhur bazı şahsiyetlere ait olmalarından gelirmiş. Yine bunların bazısı çocuk yahut cüce bastonlarına benzer, o kadar ince ve kısa olur, bazısı baston gibi başlamışken bir kırbaç gibi biter, bazılarının uçlarında ele veya kola takılmak için renk renk kordonlar bulunur, bazısının saplarından fiyongalı kordelalar sarkarmış. Bunlar da “travesti” ve maskeli balo bastonlarıymış. Böyle onun sokakta kullanılmaktan ziyade evde teşhir edilecek, müzelik bir baston kolleksiyonu varmış. Ancak, bu merakına rağmen, bazan, hiddetini yenemiyerek, bu tarihi bastonlardan birini kendisini öfkelendiren adamın sırtında kırdığı da olurmuş.
Fakat Ali Nizami Bey’i bütün bu muhtelif merakları içinde galiba en çok saran ve bütün ötekilerini bastıran merakı, her nedense, ayakkabı, yani her türlü kundura, potin, iskarpin, çizme ve terlik merakıydı. Hep Beyoğlu’nun meşhur kunduracısı Herald’e yaptırdığı, şıklığı dillerde dolaşan bu ayakkabılarından, hanımlar, âdeta, hususî serinde yetiştirdiği orkidelerinden bahseder gibi söyleşirlerdi.
Hiç unutmam, onun büyük yatak odası da bir duvarı yarı yarıya kaplayan kocaman bir esvap dolabının kapağı önümde ilk açıldığı gün, alt rafında, iki sıra olarak, yan yana belki kırk çift, belki kırk çiftten de fazla ayakkabının sıralanmış olduğunu hayretle görmüştüm.
Bunlar çeşit çeşitti. Bazısı büsbütün yeni, bazısı biraz eskimişti. Kimisi küçük, kimisi büyük gözüküyorlardı. Bazısı yandan sıra düğmeli ve yarım çizme gibi yüksek potinler, bazısı ayak hizasına varacak kordelalı, kordonlu açık iskarpinler, bazısı hemen dizkapaklarına yaklaşacak, ötekilerin yanında dev gibi görünen çizmeler, bazısı topuksuz ve arkalan basık ev terlikleriydi.
Bunların hepsi de başka başka derilerden, meşinlerden yapılmıştı. Kimi ruganî, kimi lustrin. Hepsi de ayrı ayrı kumaşlarla kaplıydı. Kimi podüsüet, kimi kadife. Bazısının üstleri kadınların giydikleri canfes gibi ince bir kumaştandı. Bazısının üstünde fantezi yeleklerde görülen sedef ve renkli düğmeler, bazısında fiyong olmaya hazır kordelalar, bazısında ince kordonlar, bazısında kemerlerdekileri hatırlatan tokalar vardı.
Bunların bazısı simsiyah, bazısı bembeyazdı. Ve açık sarımtırak renklerle koyu kırmızımtırak renkler arasında her çeşitten olanları vardı. Bir tanesi şamfıstığının içi gibi açık fıstıkiydi. Bir tanesi de yemyeşilmiş ama bunu Ali Nizami Bey, bir kere giydikten sonra annesinin hatırı için bir daha giymeye tövbe ederek kaldırtmış. Bazısı da yanındakilerin hepsinden ayrı kalan menevişli renklerdeydi, şanjandı.
Belliydi ki, bütün bu ayakkabılar her an değişen isteklerimize, niyetlerimize, hesaplarımıza, hüviyetlerimize hizmet edebilmek üzere bütün mevsimlerin günleri ve geceleri için ve bu günlerin, gecelerin de ayrı ayrı zamanlan ve saatleri için hazırlanmıştı. Hepsi de kendi vakitlerinin sırasını bekliyor gibiydi. Bu, üstleri açık, sağlam yapılı iskarpinler uzun yollarda yürümek için, bu yandan düğmeli potinler, yol halıları üstünden resmi ziyaretlere gitmek için, bu ruganî iskarpinler danslı suarelere iştirak için, bu çizmeler ata binerek ava gitmek için ve bu ökçesiz terlikler de bütün bu şeylerden vazgeçerek hepsini terk edince akrabalarımızın müsamahalarına benzeyen evlerimizde, talihimizin yuvalarına benzeyen bizimle yüzgöz olmuş odalarımızın rahatına kavuşmak içindi..
Bunlara uzaktan bakılınca çokları bir şahsiyet ve hüviyet sahibi görünüyordu. Bazısı, vücutları ince, kıvrak gençlere, bazısı artık yaşlanmış, yıpranmış, burkulmuş ihtiyarlara benziyor, bazısının okumuş, hatta çok bilmiş, bazısının beceriksiz, pısırık bir halleri oluyor; bazısı zarif ve gösterişli insanlar gibi hazır ve yerli yerinde duruyor, bazısı hödük insanlar gibi küt bir eda ile kalıyordu. Bazısı hamarat, yürümek, koşmak arzusuyle neşeli, bazısı tembel, yorgun ve dinlenmek ihtiyacıyle mıhlanmış görünüyor; bazısı resmi, kibar, sadakatli, vefalı yüzler taşıyor ve bazısı ise mutavassıt ve âdi insanlar gibi, birbirinden farksız ve şahsiyetsiz gözüküyorlardı.
(Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, 19 52)
ÇAMLICA’DAKİ ENİŞTEMİZ’den
DELİ ENİŞTEMİZ VE YEMEKLER
Yemeğe o kadar aşık olan eniştemizin içkiye karşı hiç düşkünlüğü yoktu. Bir kere rakı içtiğini görmedim. Yalnız, bazen sofrasında bir şişe kırmızı şarap bulunur ve o zamanlarda, hele bir sofu evinde, içki ve hele şarap o kadar aykırı bir şey sayılırdı ki herkes buna: “Beyefendinin ilâcı” der, kendisi de biraz şarap içecek olsa “İlâcımı getirin!” derdi. Sözde şaraba katılan kınakına onu ispirtolu bir içki olmaktan tasfiye ederek ve günahını gidererek içilmesi mübah bir içki haline getirdiğinden eniştemiz de bu şaraba biraz kınakına atarmış. İçerken bu hilesini bir İkincisiyle tamamlardı. Şarabını ağzına götüreceği sırada, biz, dudakları arasından, yavaşça: “ilaç niyetine!” diye söylendiğini duyardık.
Yemeğe her zaman bu kadar ehemmiyet veren bu adam için yenilen ve içilen şeyler böylece bazen haram, bazen mübah, bazen da sevap olurdu. Muayyen günlerde kurban eti ve aşure dağıtmak sevap olduğu gibi belki bunları bizzat pişirmenin de bu sevabı artıracağını düşünürdü.
Zavallı halamsa asıl onun ortalığı kirleten, evin alt katını mutfak kokusuna bulaştıran, tatsız bir üzüntü ve dedikodu mevzuuyla komşuların diline düşen bu yemek pişirmek âdetinden ıstırap duyardı. Bu yaşlı karı kocanın aralarını açan ve birçok kavgalarına sebep olan hep bu meseleydi. Kendi merakının, geçen zamanlara rağmen, halamın kayıtsızlığını hâlâ yenemediğine, aksine olarak, onun bıkkınlığının arttığına şaşan ve bunu bir türlü hazmedemeyen eniştemiz halama en evvel serzeniş eder: “Hanım, zaten ben her ne yapsam sen beğenmezsin!” derdi. “Benim pişirdiğim yemekleri âlem beğeniyor, söylemekle bitiremiyor!” Halam da: “Yemek pişirmek sanki iş mi?” derdi, “Beğenilecek bir iş yap da beğenelim! Alemin ne düşündüğünü ben bilirim! Sen nafile yere, istediğini söyle!..” O zaman eniştemiz sarih bir haksızlık saydığı bu sözlere öfkelenir: “Hanım, demek sen artık ağzının tadım bilmiyorsun! Demek senin hiç bir zevkin kalmamış! Demek sana yemek olsun da ne olursan olsun!.. Tuh, yazıklar olsun!..” diye köpürürdü. Halam, sesini, kanaatinin kuvvetiyle yükselterek: “Yemek pişirmek sana düşmez, adamakıllı erkeğe, senin gibi bey olacaklara yakışmaz!” diye cevap verirdi. “Ahçının işi o, sen kendi işine bak, ahçıyı da kendi işine bırak! Sana ne oluyor? Sanki ömrümüzde bir gün yemek mi bulmadık, aç mı kaldık?.. Sen ahçı çırağı mısın, yoksa ahçı başı mısın? Mutfağa girmek senin ne üstüne lâzım?..”
Bu sözleri duyunca beşer aklının kifayetsizliği ve bazı ehemmiyetli hakikatleri kavramaktaki aczi eniştemizi merhametle karışık bir isyana sevkeder: “Lâhavle velâ kuvvete illâ billah!.. Hay, şimdi üstüme fenalık gelecek, hanım!” diye bağırırdı, “Aman Yarabbi! Senin hiç aklın, izanın kalmadı mı? Hiç yemek pişirmek kabahat olur mu? Sevaptır, berekettir, Allah eksik etmesin, fazla gelirse fakir fukaraya dağıtırsın, hayır işlemiş olursun!..”
Halam ona duyurmaya bile lüzum görmüyormuş gibi: “Pişir, pişir de yine ekşisin, yine dökülsün!..” diye söylenirdi. Eniştemiz de onu duymamış gibi devam ederdi: “Hiç insan yiyeceği yemeklerin lezzetli olması için elinden geleni esirger mi? Elbette beri de marifetimi göstereceğim!..” Ve o zaman halam her zamanki saffetine bürünerek: “Ahçı pişirsin de ne olursa olsun!” derdi, “Herkes gibi biz de Allah ne verdiyse, ahçı ne pişirdiyse onu yer de şükrederiz!” Senelerden beri başlamış olan bu çatışma böylece hiç bitmeden devam ederdi.
Bu kadar itina ile pişirilmiş bu yemekler aynı zamanda o kadar bollukla yapılmış olurdu ki güya korkulan bir kıtlığa karşı gelmek ve lüzumunda bir kalabalığı doyurmak için hazırlanmışa benzerdi. Bunlar mutfağa ve hariçteki tel kafesli dolaplara sığmadığından hizmetçiler ellerini sürmesinler ve sinekler üstlerine üşüşmesinler diye, camları, perdeleri daima inik, kapısı da çok kere kilidi duran- ve bir nevi açık kiler haline girmiş olan bir misafir odasına yerleştirilmeye başlanırdı. Tepsilere, tencerelere, sahanlara ve o zamanlar daha çok kullanılan büyük orta ve küçük boyda kayık tabaklara konmuş bütün bu yemekler: Börekler, dolmalar, zeytinyağlılar, tatlılar, helvalar, sütlüler ve kompostolar evvelâ bir masa hizmetini gören açılır kapanır bir sehpa üstündeki kocaman bakır siniyi kaplar, sonra, mutfaktan, teldolaplar- dan, kilerlerden taşmakta devam ederek, yavaş yavaş yerlerden yukarılara doğru yükselir, odada, hatıra gelmez eşyalar üstünde yer alır, önce kapıya en yakın noktaları, sonra orta masanın üstünü donatır, sonra daha yükseklere çıkarak, yavaş yavaş kanapelerin, koltukların hizalarına yaklaşır ve odanın içinde bizim bulunmadığımız sıralarda ilerleyen garip mahluklar gibi, esrarlı bir seyahate koyularak, yer değiştire değiştire köşedeki ayaklı ve abajurlu lambanın yuvarlak mermer pervazına tırmanırlardı. Bütün bu tabaklar böylece kendi istekleriyle öteye beriye konmuş ve odaya girdiğimiz bir anda duraklamış da bulundukları yerlerde demirlemiş gibi, güya biz karşılarında bulunduğumuz için kıpırdamayan ve sanki oralı görülmek istemeyen bir hal takınırlardı. Meselâ kayık bir tabakta, üstü beyaz kaymaklı bir güvez ayva kompostosu yahut menekşe gibi mor bir vişne ekmeği tabağı yalnızca başını almış da en önde, buraya, aynalı konsolun mermerine çıkmış ve ancak bizi görünce seyahatinde muvakkat olarak durmuş bir kayığı, bir yelkenliyi andırırdı. Öyle ki bunları gördükçe yemek değil, belki gülmek hatıra gelirdi.
Yine, bunu da kaç defa sezer gibi olmuştum ki böyle her tarafa serilen yemekler, güya deli eniştemizin ikide bir bahsettiği birtakım cinler, periler, Yecüc Mecücler yahut bizce meçhul birtakım insanlar için hazırlanmış gibi, hepsi de, için için sanki daha saati çalmamış bir ziyafet zamanını bekleyerek, esrarlı bir hal alırlardı. Öyle ki bütün bu yemek tabakları şimdi hâlâ hafızamda bilmem hangi büyük ziyafetlerin daha gelmemiş davetlilerini, kırk yıldır, bekliyor gibi görünüyorlar!
Fakat, yazık değil mi ki, her şey gibi, yemekler de fanidir. Yenilmezse benizleri solar, tatları kaçar, tabii kokularıyle değil, ekşi ekşi, fena fena kokarlar. İşte bu lüzumsuz yemekler de böyle solar, güzel renkleri uçar, bazen üstleri, paslanır, âdeta küf tutardı. Böyle bozuldukları görülenler derhal dökülürdü. Odanın bu hali halamın asabına dokunuyordu. Kocasının yemek pişirmek merakı kendisinde hazmedilememiş yemeklerle bütün bu sahanların, tabakların doldurduğu ve kokuttuğu, camları açılmayan misafir odasının nahoş hatıralarını uyandırırdı. Eniştemiz ısrar ettikçe halam tecrübeli bir itimatsızlıkla bunları hatırlamaya bile tahammül edemez ve hayalinde canlanan bu manzarayı görmemek için, onu eliyle iter gibi, kolunu uzatarak gözlerini yumardı. Artık sabrı tükenmiş ve tahammül kabiliyeti kalmamıştı.
Ancak, garip değil mi ki, eniştemizin yemek pişirmek merakını senenin üç yüz altmış gününde bu kadar acı acı çekiştiren halam, beş altı gününde de, bütün bu sözleriyle tezata düşerek, onu taklide, ona nazire yapmaya kalkışmışa benzerdi. Bugünler, köşk içinde büyük birer ehemmiyeti olan meşhur reçel kaynatma günleriydi. Her sene yazın, meyveler bollandıktan sonra, hiç olmazsa vişne, çilek, ayva, kayısı, frenk üzümü ve bir de gül reçeli olsun, mutlaka kaynatılırdı. Bunlar okkalarla alınır, temizlenir, ayıklanır, hazırlanır; büyük tencerelerde şeker eritilir; meyveler bu şuruba atılır ve tekrar uzun uzun kaynatılır; üstleri köpürdükçe, yassı bir kepçeyle, bu köpükler alınıp çıkarılır; reçelin kaynaya kaynaya kıvamına geldiği anlaşılmak için güvez pembe, kırmızı veya sarı sathına hafif hafif üflenerek renkli bir billur gibi mücellâ bu sathın üstünde hâsıl olan buruşukluklara, kabarcıklara, habbeciklere bakılır; kaynayan bu şuruba, bizim hayretli bakışlarımız karşısında limon sıkılarak kestirilir; tekrar bir iki taşım kaynatılır ve nihayet, reçel kıvamına gelince, tencereler indirilir, soğuyunca da büyük cam kavanozlara ve daha ufarak billur kâselere aktarılırdı. Halam, hiç bir şeye elini sürmeden, bütün bunlara o kadar itina ile nezaret ve kumanda ederdi ki, zihni karışmasın diye, bu sıralarda bizim bile yanında bulunmamızı, dolaşmamızı ve bu işle meşgul ettiklerinden başka kimsenin kendisine bir söz bile söylemesini istemezdi. Eniştemiz de, reçel kaynadığı müddetçe, onun bu ciddiyetini takdir ve bu titizliğine riayet ederdi.
Eniştemizin, beğendiği için tekrar etmesini pek sevdiği bir fikri daha vardı: insan eğer hiç bir iş göremez de çaresiz kalırsa, başka bir şey aramaya hacet yoktu, her teşebbüse tercihan bir lokanta açmalıydı. Zira bunun faydası şuydu ki işlerde ticaretiniz yolunda gitmezse aç kalırdınız. Halbuki bu işte, ticaret olmasa bile, hiç olmazsa bu arada insanın karnı doyardı. Yemekleri, eğer müşteriler yerlerse ne âlâ, para kazanırdınız..
Fakat, onlar yemezlerse, oturur, kemali afiyetle siz kendiniz yerdiniz! Bu da mühim bir kârdı. Eniştemiz bu fikrini pek beğenir; “Ahçı dükkânının-malını, eğer satılmazsa, kendim çimlenirim ama, diğer dükkânların atılmayan mallarını ben sanki ne yapayım?” diye gevrek gevrek gülerek kendi kendine hak verirdi. Fakat garip değil mi ki boğazına bu kadar düşkün olan bu adam, tam şarklı olduğu ve bizim göreneklerimizde lokantalara gitmek pek âdet olmadığı için, evinde yemek zamanlarında o kadar keyifli iken, zaten nadir olarak gittiği; lokantaları hep yadırgar ve buralarda çok kere yüzünü ekşitirdi. Zira daima evinde yalnız kendi sofrasıyle meşgul olanlar tarafından hizmet görmeye alışmış olduğundan bir lokantanın umuma bakan yavaş ve sıra bekleten usullerine ve birkaç masaya birden bakan garsonların hesaplı hizmetlerine bir türlü alışamıyordu.
Böyle yerlerde şaşırır, biraz bekler beklemez acıkmış ve aç kalmış bir hal alır, keyfi kaçar ve yanındakilerin, yani bizim de zevkimizi kaçırırdı. Öyle yersiz bir telâşa düşerdi ki yüzüne kendisine bakılmak istenilmeyen bir zavallı düşkünün hüznü çöker, gözleri onun perişan bakışlarına dönerdi. Yapılacak tek şey kendi masasına bakan garsonu bilerek hep ona hitap etmek ve getireceklerini biraz sabırla beklemekten ibaretken o kendi masasına bakanı diğerlerine hizmet edenlerden ayırt etmek lüzumunu kabul etmeyerek, etrafından geçtiğini gördüğü herhangisini kendisine hizmetle mükellef ve ne beklediğinden de haberdar sayar ve garsonlar başkalarına bakmak için yanından geçtikçe, kendisinin ihmal olunduğuna kanaat getirirdi. İtikadınca onların hepsi kendi sofrasıyle meşgul olmalıydılar. Bu inancının neticesi olarak, onlarla arasında sinirlere dokunan tatsız tuzsuz bir konuşma başlardı.
Eniştemiz o anda geçen ve bizim masamıza bakmadığı için bir faydası dokunmayacak olan bir garsona hitapla, mesela: “Oğlum! Hani bana su getirecektin, hâlâ gelmedi!” derdi. O da bir cevap olsun diye: “Şimdi!” diyerek geçer ve kendi işine giderdi. O zaman eniştemiz, önümüzden geçen bir başkasına hitapla: “Oğlum! Bir kadeh su getirsenize, ne olur? Sevaptır!..” diye yalvaran bir eda alırdı. Yemek böyle müşkülatla başlar, ötekilerini masamıza bakan garsondan ayırt etmek lüzumunu bir türlü duymayan eniştemiz, bunlar kendi işleri için geçerlerken kendilerine hitap etmekte devamla meselâ: “Oğlum! Hani bana salata getirecektin, hâlâ gelmedi!” derdi. Fakat yemeğin sonuna kadar sabrı tükenir, bu “Oğlum!” hitapları kesilir, yemek müşkülat ile yenir ve bu defa öfkesi son haddine gelmiş olan eniştemiz o aralık oradan geçen ve bütün bu sabırsızlıklardan haberi olmayan bir başkasına: “Garson! Haniya kahve nerede? Bir saattir bekliyorum, hâlâ gelmedi!.. Yoo!.. Siz artık işi azıttınız gayri. Şimdi kafanı patlatırım, ha! Bak, sana haber vereyim!” diye bağırırdı.
Eniştemizin neslinden olanlar Fransızcayı Farisî gibi birtakım imalelerle çekerek telaffuz ederlerdi. Kendisi Fransızcayı bilmez denecek kadar az bilirdi. Marsilya kelimesi yerine dört elif miktarı imalelerle: “Mâr-i silyâ” dediğini bir duysaydınız muhakkak bu şehir ismini değil, fakat bu terkiple, “silyanın yılanı” demek istediğini sanırdınız. Öyleyken bir gün bana, vaktiyle, o Fransızca metinden Don Ki- şot’u tercüme etmiş olduğunu söyleyince buna şaşmıştım. Bilmediği bir lisandan nasıl tercüme etmişti? Yoksa başkasına mı ettirmişti? Bunları bilemiyorum. Deli eniştemiz kendini normal bularak ve Don Kişot’la arasında bir akrabalık sezileceği- ni hiç düşünmeyerek, çocuk gibi, onun pek hoşuna gittiğini söylerdi. Ancak eniştemiz, olanca ehemmiyetine rağmen, bu kitabı seçmekle asıl tercüme veya adapte edeceği kitabı bulmuş değildi. Eğer izan ve irfanı müsaade etseydi de Brillat-Savarin’in meşhur Physiologie du goMi’sunu tercüme etmiş ve daha iyisi, bize göre bir naziresini yazmış olsaydı elimize ne kıymetli bir kitap bırakmış olacaktı! Yazık ki bizde ilim ve anane hiç “kitabî” değildir. Diğer milletler, bildiklerini birer mahfazada saklar gibi, kitaplarına korlar. Bizdeyse millî ananelerimiz hayattan kitaba sirayet etmeden ve hemen hiç bir kitabımızda muhafaza edilmeden havalanıp uçuyor. Eğer Türk sofrasının ananelerini ve millî ahçılık usullerimizi koruyan Türk yemekleri kitabını deli eniştemiz yazabilmiş olsaydı, tabiatı ve huyları ne olursa olsun, sırf bu iptilasmın ve zevkinin kıymetli mahsulünü yetiştirip verebilmiş olmak sayesinde, millî kültürümüze mühim bir hizmette bulunmuş ve böylelikle belki bazı günahlarının bir nevi kefaretini ödemiş, bazı kusurlarım telafi veya affettirmiş olacaktı. Zaten bizim bütün yapmak istediklerimiz de kendimizi ve ismimizi böyle boyumuzdan uzun ömürlü şeylere bağlamak ve onların nisbi sağlamlığına dayanmaktan ibaret değil midir?
(Çamlıca’daki Eniştemiz, İstanbul 1967, sf. 144-152)
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı , Meşrutiyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.