Kimdir

Abbas I kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Abbas I kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1571-1628) İran Safevî şahı. 41 yıl süren saltana­tı, İran’ın en parlak dönemidir. Şah İsmail’in dördüncü kuşaktan torunu olan Abbas, büyükbabası I. Tahmâsb’ın şahlığı sırasında 1571’de Herat’ta doğdu. 1628’de Mazenderân’da öl­dü. Doğum tarihini 1557 olarak veren kaynaklar da vardır. Babası Mehmed Hudâbende, annesi Maraşlü aşiretinden Mehd-i Ulyâ’dır. Safevî gelenekleri uya­rınca mirzaların (prenslerin) Türk aşiret beylerince yetiştirilmeleri gerektiğinden Mirza Abbas da iki yaşında iken Şamlü Aşireti Beyi Ali Kulî Han’a verilerek Horasan’a gönderildi. I. Tahmâsb’dan sonra II. İsmail’in kısa saltanatı sırasında İran, önemli bir bunalım geçirdi. 1. İsmail, bütün mirzaların öldürülmesini emret­ti. Henüz yedi yaşındaki Abbas’ın eğitimcisi Ali Kulî Han, masum bir çocuğun Ramazan ayında öldürül­mesini günah sayarak emri bir süre erteledi. Abbas’ın babası da Şiraz’da öldürülmek üzereydi ki, II. ismail’ in Kazvin’de sarhoşluktan öldüğü duyuldu. Yazgı­nın bu oyunu, 1578’de Mehmed Hudâbende’ye taht yolunu açtı. Mirza Abbas da veliaht ve Horasan valisi oldu. .

Mehmed Hudâbende (1578-1587) kördü, şahlık­ta da gönülsüzdü. Osmanlı ordularının Azerbaycan’ı ele geçirmeleri karşısında bir şey yapamadığı gibi, Safevîler’in yaygın olduğu bu bölgede, Sünnîlik’in yeniden yerleştirilmeye çalışılmasına da seyirci kaldı. Öte yandan, Özbekler Horasan’ı yağmalayarak Şiiler için kutsal sayılan yerleri yakıp yıktılar. Kazvin çevresindeki Kızılbaş emirleri arasında da iktidar çekişmeleri başladı. Bu karışık durum, Mirza Abbas’ ın danışmanları olan Ali Kulî Han ile Mürşid Kulî Han’ı harekete geçirdi. Bu iki bey, görünüşte Abbas adına, gerçekte ise kendi çıkarları için ayaklandılar. Abbası başa geçirip, aşiret birlikleri ve Horasan ordusu ile Kazvin’e doğru yürüyüşe geçtiler. Fakat daha belli bir sonuç alınmadan aralarında anlaşmaz­lık çıktı. Mürşid Kulî Han, Ali Kulî Han’ı öldürdü. Ordu, onun yönetiminde Kazvin’e geldiği zaman, Mehmed Hudâbende kaçmış bulunuyordu. Böylece hiçbir güçlükle karşılaşılmadan Abbas, Safevî tahtı­na oturtuldu.

Henüz 16 yaşındaki Abbas, ilk iş olarak kendisi­ne şahlık kazandıran Mürşid Kulî’yi astırdı. Amacı, yönetime tek başına egemen olmaktı. Gerçekten de kısa zamanda devleti toparlamayı başardı. Ama, kendi ülkesini yeniden fethetme gibi zor ve uzun bir mücadelenin daha başındaydı. Osmanlılar, Şah Tahmâsb zamanında yitirdikleri yerleri yeniden almak için 1586-1587 yıllarında, Azerbaycan hanlarının desteğiyle Şirvan ve Karabağ’a seferler düzenleyerek Gence başta olmak üzere birçok kenti almıştı. Abbas, doğuda Özbek Hanı Abdullah’ın saldırıları yüzün­den, 1588’de Osmanlılarda barış imzalamak ve Azer­baycan, Gürcistan ve Loristan’ı onlara bırakmak zorunda kaldı. Bu askeri başarısızlığının yanısıra, Osmanlılar’ın “Ali dışındaki üç halifeye (Ebubekir, Ömer, Osman) resmi yazışmalarda ve dinsel törenler­de hakaret edilmemesi” koşulunu da kabul etti.

İran vilayetleri üzerinde sıkı bir denetim kurduk­tan sonra Meşhed’i, yani Şiîler’in en kutsal merkezini ele geçirmiş olan Özbekler’e karşı, büyük bir tarikat ordusunu kolaylıkla gönderebildi. 1597’de Herat yakınındaki büyük savaşta Özbekler’i bozguna uğrat­tı. Şah Abbası, Özbekler karşısında böylesine bir zafere ulaştıran güç ise, şahlığının ilk yıllarında kurduğu devşirme “Tüfenkçi” birlikleri ile geleneksel “Yedi Kızılbaş Kabilesi”nin önemini azaltmak ama­cıyla kurduğu “Şahseven”Türk Hassa Ordusu olmuş­tu. Abbas, çok iyi örgütlenmiş bu güçler yanında merkezi yönetimi güçlendirecek iyi bir bürokrat kadro oluşturmayı da ihmal etmedi. Karmaşık ama düzenli işleyen maliye örgütü ile de vergi gelirlerini artırdı. Yolsuzlukları geniş ölçüde önledi. Sonuçta, atası Şah İsmail’in izinden giderek Tarikat Şiîliği’ni yeniden gündeme getirdi. Bütün bu düzenlemelerde asıl dayanağı Kızılbaş Türkler’di. Fakat bir yandan da onların çok güçlü aşiret bağını zayıflatmaya çalışarak, şah sevgisini, aşiret törelerinin önüne geçirmeyi amaç­ladı. Avrupa devletleri ile Osmanlılar’a karşı anlaşma­yı arzulayarak sarayına bir gezgin olarak gelen ingiliz soylusu Sir Anthony Sherley ve kardeşinden askerle­rinin eğitimi konusundan yararlandı. Ayrıca kalabalık bir kurulu diplomatik ilişki kurmak için Avrupa’ya gönderdi. Özellikle İngilizler, Abbas’ın Osmanlılar’a karşı birleşme önerisini olumlu karşıladılar. Böylece, batı seferleri ve iç ayaklanmalar yüzünden hayli güç durumdaki Osmanhları yenebilmenin koşulları elde edilmiş oluyordu.

1603’te, İngilizlerin yardımı ile daha modern bir görünüm kazanan ve top kullanmasını öğrenen ordu­sunun başında Azerbaycan’a yürüdü. Dokuz yıl sürecek bu yeni savaş döneminde, Tebriz yakınındaki -Sufyan’da bir Osmanlı ordusunu yenerek Tebriz’i aldı. Bunu, Erivan (Revan), Kars kalelerinin alınışı izledi. Tutsak Osmanlı askerlerini mezhep düşmanlığı güderek korkunç işkencelerle öldürttü. Ancak, uza­yan savaşlar, askerlik deneyimi ve tekniği bakımından daha güçlü durumdaki Osmanlılar karşısında Abbası giderek zayıflattı. 1612’de, koşulları açısından yeneni ve yenileni pek belli olmayan Nasuh Paşa Antlaşması imzalandı. Buna göre, Şah Abbas, Azerbaycan, Irak, Kirmanşah ve Diyarbakır vilayetlerini alıyor, fakat her yıl Osmanlılar’a 400 balya ipek vergisi gönderme­yi kabul ediyordu. Her iki tarafı da hoşnut etmeyen bu antlaşma uzun ömürlü olamadı. İran’ın, ipek vergisini aksatması, savaşın yeniden başlamasına ba­hane oldu. 1616’da Gürcistan seferine çıkan Abbas önemli bir sonuç elde edemedi. Öte yandan Osmanlı orduları, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa komutasında İran topraklarında ilerlemeye başladı. Revan kuşat­ması başarısızlıkla sonuçlandı. Safevîler’e bırakılan Tebriz’e düzenlenen saldırılarda kent yakılıp yıkıldıysa da kale alınamadı. Murad Paşa’nın ölümü üzerine sadrazam ve İran seraskeri olan Nasuh Paşa’nın girişimleri sonucu 1618’de Serav Antlaşması imzala­narak bir önceki antlaşmanın koşulları yeniden benimsendi.

Bir yüzyıldan beri Portekiz etkisi altındaki körfezin ticaretteki önemini iyi değerlendiren Abbas, İspanya ve Portekiz kralının 1619’da, Basra ticaret şirketlerine yeni imtiyazlar sağlamak amacıyla İsfa­han’a gönderdiği elçiyi geri çevirdi. 1620’de, İran’ın en önemli ihraç ürünü olan ipeğin başka devletlerce alınmasını önlemek ve imtiyaz isteklerini zorla kabul ettirmek için, bir Portekiz filosu Kışem adasına çıkartma yaptı. Abbas’ın deniz gücü yoktu. Başko­mutan Türkmen Allahverdi Bey, İngilizler’in Hindis­tan Kumpanyası ile anlaşarak gemiler sağladı. Bu destekle sürdürülen savaşlar, Kışem adasının geri alın­masının yanı sıra İran’a, Portekiz kolonisi Kambron limanını da kazandırdı. Abbas, burada yeni bir liman ve kent kurulmasını istedi. Ünlü Bender Abbas kenti onun adını taşımaktadır. Ancak, 1625’e değin sürecek olan uzun bir mücadele sonunda Basra Körfezi’ndeki Portekiz egemenliğini alt edebilen Abbas’ın ardılları döneminde, ipek tekeli ve körfezin denetimi İngilizler’e geçecektir. Basra’daki geçici üstünlük, Şiîler için kutsal sayılan Bağdat-Necef-Kerbelâ topraklarına yö­nelme konusunda, bunu öteden beri en büyük emel edinen Abbas’a kolaylık sağladı. Karçıkay Han’ı 30.000 kişilik bir güçle Bağdat’a gönderdi. Kendisi de hızla hazırlığa girişti. Kentin ve kalenin Osmanlı Muhafızı Bekir Paşa, teslim önerisini ‘reddederek halkla birlikte savunmaya koyuldu. Şah Abbas’ın Temmuz 1623’te başlattığı kuşatma üç ay sürdü. Kalenin alınamayacağı anlaşılınca hileye başvuruldu ve Bekir Paşa’nın oğlu kandırılarak İranlı askerler içeriye sokuldu. Şiî-Sünnî düşmanlığı, Bağdat’ta yeni bir kırıma yol açtı. Bağdat’ın düşüşünü, Musul ve Kerkük izledi.

Bütün saltanatı boyunca, Osmanlı padişahlarının İslam dünyası liderliğine ve Sünnîlik’i savunmalarına karşı olan Abbas, bu güçlü komşusunun zayıf düşme­si uğruna her yola başvurdu. Anadolu’daki Celali ayaklanmalarının en çalkantılı döneminin onun şahlığı sırasında yaşanması bir rastlantı sayılmamalıdır. Büyük dedesi Şah İsmail’in yöntemlerini kullanarak Anadolu, Suriye, Irak ve Kafkasya’ya halifeler (ajan­lar) göndermiş; yoğun Şiî propogandası yaptırmış, her taraftaki Şiî halkı Osmanlılar’a karşı ayaklandır­maya çalışmıştır. Erzurum valisi iken ayaklanan Abaza Mehmed Paşa’ya yardım eli uzatma girişimi de aynı amaçla ilgilidir.

Dışarıya karşı elde ettiği siyasal ve askeri başarı­larına, ülke içindeki bayındırlık, sanat ve kültür çalışmalarına karşın, Şah Abbas korkunç denecek derecede zalim bir yöneticiydi. Oğlu Şâfî Mirza’yı, halk arasında sevilmesinden ürkerek öldürtmesi, öbür oğlunun gözlerini oydurtması, Sohum valisine, kala­balıklaşan kentin bir bölüm halkını öldürtmesi için emir vermesi, Sünnîler’e uygulattığı işkenceler, acı­masızlığına örnek gösterilebilir. Yaşadığı dönemde İslam dünyasının en büyük hükümdarı sayılan Ab­bas, ömrünün son yıllarını av peşinde geçirdi. Ülkenin her yanına yalnız başına gitmeyi alışkanlık edinmişti. Bu gezilerinin birinde, Kâşân’da avlanırken rahatsızlandı. 1628’de Mazenderân’daki Ferahabâd Sarayı’nda öldü.

Kişiliği vc başarıları ile Pers ve Sasanî imparator­larını hatırlatan Abbas’ın bir şansı da, yaşadığı yıllar­da Osmanlı Devleti’nin kendisiyle eşdeğerde bir padişahtan yoksun olmasıydı. Çağdaşı III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, I. Mustafa, II. Osman, onunla boy ölçüşebilecek yetenekte değildi. 1623’te tahta Osmanlı çıkan ve gerçek anlamda yönetime el koyuşu Abbas’ın ülkesindeki öldüğü sıralarda mümkün olan IV. Murad ise, doğu- isyanların da, Osmanlılar aleyhine bozulan dengeyi yaptığı iki- desteklenmesi seferle yeniden kurmayı başaracaktır. Kaldı ki Şah Abbas’dan sonra başa geçen ve içkiye düşkünlüğüyle, zalimliğiyle ünlenen torunu Şah Mirza Safevî ile İran, eriştiği refah düzeyinden hızla uzaklaşmaya başla­mıştır.

Şah Abbas’ın İran tarihindeki rolü ve etkinliği Bayındırlık çok büyük ve önemli olmuştur.  1599’da devlet çalışmaları merkezini Kazvin’den İsfahan’a taşıdıktan sonra bu eski ve güzel kentin yanı başında geniş ve göz alıcı yeni bir kent projesi uyguladı. İsfahan’ı modern ve bakımlı bir görünüme kavuşturdu.

Parklar, saraylar, atlı spor alanları inşa edildi. O dönemde kenti gezen bir İtalyan, gördüğü alanların, geniş caddelerin ve parkların, Avrupa kentlerini kıskandıracak bir güzellikte olduğunu anlatır. İsfa­han, kısa zamanda 600.000 nüfusla Doğu’nun en büyük birkaç merkezi arasına girdi. Şahın ve ailesinin yüceliğini, cömertliğini simgeleyen çok sayıda ve çarpıcı güzellikte cami, hastane, kervansaray, okul yapıldı. Şah Camisi, Çihil Sütun Sarayı, Nakş-i Cihan Meydanı, Alâkapı Sarayı, Çarbağ ve Zenderud üze­rindeki köprüler bunların en ünlüleridir. Başka kent­lerde de bayındırlık çalışmalarına ağırlık verilmişti. Gence ve Revan’daki Şah Abbas Camisi, Meşhed ve Rum’daki kutsal merkezler, Mazendarân’daki Cihannümâ, Astarâbid yakınında Seferâbâd sarayları bun­lara örnektir. Bu yapılar, İlhanlı ve Herat mimarlığı­nın etkisini taşımaktadır. Batı yolları üzerindeki Tebriz’le, Hind yolundaki Kâşân’a ayrı bir önem veren Abbas, bu iki kentin birer ticaret merkezi olarak gelişmesini amaçlamış, ayrıca Abbasâbâd adını verdiği yeni merkezler kurmuştur.

Tahran-Meşhed arasındaki Gürcüler’in yerleşti­rildikleri kasaba ile, Afganistan sınırındaki stratejik önem taşıyan bir başka kasaba, Abbasâbâdlar’ın başlıcalarıdır. Eski “Gazan Han Posta Yolları”nı ve “Yamlar’ı (menzilleri) onartarak ulaşım ağını geliştir­meye çalışan Abbas, yol güvenliğini de sağlamıştır. Bütün bunların sonucu olarak İran’da zengin bir tüccar sınıfı ortaya çıktı. Bir ucu Batı Avrupa’ya, öteki ucu Çin’e uzanan ticaret ilişkilerinin sürdürüle­bilmesi için her yerde temsilcilikler kuruldu. Esnaf -sanatçı toplulukları, israfa varan bir zenginlik yarışına katılarak güzel sanatların ilerlemesine katkıda bulun­du. İsfahan ve öteki merkezlerde geniş sulama proje­leri gerçekleştirilerek tarım ürünlerinde verim artışları sağlandı. Bu ise köylülerin refah düzeylerini belirgin ölçüde yükseltti. Geniş topraklar üzerinde çeşitli din ve mezheplere bölünmüş olan halkı merkezi bir yönetim altında toplayan Abbas, ilerideki parçalanmaları önleyebile­cek akılcı bir nüfus siyaseti izledi. Sünnîlik dışındaki inançlara hoşgörülü davrandı. Şah Tahmâsb zamanın­da İran’a gelen İngiliz gezginlerinin ayak bastıkları yerlere, kirlendi diye toprak serilirken o, İngiliz uzmanlarını ordusunun eğitiminde görevlendirdi. Aynı şekilde, Hollanda, Fransa, Almanya ve İspanya’dan gelen kurulları ve gezginleri saraylarda ağırladı. Müslümanlar için cami yapılan yerlere Hıristiyanlar için de birer kilise yaptırıldı. Yabancıların manastırlar kurmalarına da izin verildi. Ayaklanmalarından çe­kindiği Türk oymaklarını “Şahseven” adı altında örgütleyip kendisine bağlayarak Azerbaycan’ın kuze­yine, Moğan, Erdebil, Kazvin ve Kuzey Horasan’a yerleştirdi. Kimi Türk oymaklarını da Fars ve Irak’a yerleştirirken bir bölümünü, Afganistan’a yaptığı bir sefer sırasında Keşmir’e götürdü. Aynı dengeyi devlet düzeninde de gözetti. Ordunun çoğunluğu ve komuta kadrosu Türkler’den, dinsel kadrolar Araplar’dan oluşturulurken, İranlılar vergi ve maliye işleriyle, Hıristiyanlar ve Yahudiler ticaret ve sanatla görevlen­dirildi. Osmanlı Yeniçeri örgütünü örnek alarak devşirme yöntemiyle kurulan orduya Türkçe “Tüfenkçi” adı verilmişti. Bunlar 20.000 süvari, 12.000 piyadeden ve çok sayıda topçu bölüklerinden oluşu­yordu. Daha ileri gidilerek Tüfenkçiler’e İngiliz ünifor­malarını andıran kısa elbiseler giydirildi. Sünnî fıkhı­na (hukuk kurallarına) karşı ve Şiîlik’in bu alandaki boşluğunu gidermek için veziri ve şeyhülislamı Şeyh Bahaeddin Amili başkanlığında incelemeler yaptırdı. Herkesin kolayca anlayabileceği yalınlıkta kaleme alınan Câmi-i Abbasî adlı Şiî fıkıh kitabını yazdırdı. Bu kitap bugün de İran’ın medeni kanunu durumun­dadır.

Şah Abbas, Osmanlı Devleti’ni örnek alarak merkeziyetçi bir devlet kurmaya çalışan, her yönüyle ilginç bir kişidir. Kişiliği, İran ve Azerbaycan Türkleri’nin edebiyatında da geniş yer tutar.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansklopedisi, 1. Cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler