Kimdir

AZİZ EFENDİ ve MUHAYYELÂT

Edib, şair, mutasavvıf ve devlet adamı Aziz Efendi’nin doğum tarihi bilinmiyor. Yalnız 1777 (1211) tarihinde “mîr-i mîranlık” gibi bir payeye ulaşmış, “Büyük Elçilik” ile Berlin’e yollanmış, ilmi irfanı ve olgunluğu ile ün salmış bir insan ol­duğuna göre, (1799)’da öldüğü zaman, 55-60 yaşlarından daha genç olmadığı an­laşılmaktadır.

18. yüzyıl adamıdır. III. Selim (1789-1807) zamanında ölmüştür.

Girit defterdarı tahmisci Mehmed Efendi’nin oğlu olan Aziz Efendi, Girit’te (Kandiye’de) doğdu. Babasının ölümünden sonra kendisine kalan pek çok malla­rı sefahat âlemlerinde yiyip bitirdikten sonra burada duramayıp İstanbul’a geldi. “Hassa silahşorlarından” olarak başkente yerleşti. (Gençlik ve düşüncesizlik do- layısı ile) baba servetini harvurup harman savurduktan sonra gurbete çıkıp başı­na türlü dertler açılan delikanlıların maceraları Muhayyelât’m iki hikâyesinde yer alıyor: “Hoca Abdullah Hikâyesi” (III. Hayal) ve “Başvezir Kıvâmüddin hikâ­yesi” (III. Hayal).

İstanbul’da “Valide kethüdası” Giridli Yusuf Ağa’ya intisab etti. Bir zaman sonra Sakız adası muhassılı oldu. (Molla Emin hikâyesinde İbrahim Çelebi’nin Haleb muhassılı olduğu görülmektedir.)

Sadık bir memur olduğu anlaşılan Aziz Efendi, daha sonra “mütegallibe elin­den kurtarılmış olan” Belgrad’a gönderilip serhatte başarılı görevler yapmıştır.

Tarih sırası ile hayatını bilmiyoruz; bilhassa İstanbul’daki mevki ve memuri­yetine ve saray ile yakınlığına dair bugüne kadarki incelemelerde bilgi verilme- miştir.Yalnız “Vâridât’m bir nüshasının baş tarafında, Aziz Efendi’nin “Hâcegân- ı Divân-ı Hümâyûn” dan olarak gösterildiğine” M. Cavid Baysun (İslâm Ansiklo­pedisi, c. 2, s.154) işaret etmektedir.

Aslında Aziz Efendi’nin “Hâcegân-ı Divân-ı Hümâyûn”dan (Saltanat divanı, Di- vân-ı âli efendilerinden, yüksek devlet ricalinden) olduğu Muhayyelât’ta, İkinci Hayâl’in son cümleleri olarak, kendi kalemiyle açıklanmaktadır:

“Büyük Konstantiniye şehrinde Hâcegân-ı Divân-ı Humâyûn’dan Giridli Ali Aziz Efendi’nin diviti hokkasından çıktığını..”

Avrupa başkentlerinde üçer sene kalmak üzre elçilik usulü o zamanlar yürür­lükte idi. İşte sarayın gözde memurlarından olacak ki kendisine “mîr-i mîranlık” payesi verilen Aziz Efendi de 1796-97 (1211) Prusya devletine (Berlin) elçi olarak gönderiliyor.

İstanbul’daki Prusya elçisinin, hükümetine, Aziz Efendi’nin “büyük elçi olma­dığı şeklinde” yanlış bilgi vermesi üzerine Türk elçisi Berlin’de âdet olan törenle karşılanmamıştır. Fakat kendisinin ilgili makamları uyartması üzerine, merasim ve alay ile kral huzuruna kabul olunan Aziz Efendi, padişahın mektubunu ve he­diyelerini takdim etmiştir.

Bu elçiliği sırasında (1798-99) (H.1213) vefat eden Aziz Efendi, Berlin’de Müs­lüman mezarlığına gömülmüştür.

Aziz Efendi, Vâridât’ında, manevi bir buhran geçirdiğini yazmaktadır. (III. Ha- yal’deki kahramanlarından Nâci Billâh’m geçirdiği aynı bunalıma ustaca teşhis­ler konulduğu görülmektedir.)

Yayımlanmış bütün şiirleri tasavvuf havasında, Vâridât’ı bütünüyle tasavvufî olan Aziz Efendi’nin, Muhayyelât’ı da baştan sona tasavvufî rumuzlar, terimler, olaylar ve telkinlerle doludur.

 

Tasavvuf dâvâsı ve telkini ile şeyh’e, tarikata bağlılık, en çok “Üçüncü Ha­yal’’ de olmakla birlikte, İkinci Hayâl’de “Cevad Baba”nın şahsında ve hatta cin peri masalı gibi görünen bazı “Birinci Hayâl” bölümlerinde de yer almaktadır. Sözgelişi cinlerin padişahı Şemhâil “Câbilka” diyarının hakanıdır. Câbilka, tasavvuf sözlüğünde, Doğu’nun en ucunda, bin kapılı bir şehir adı olup, Allah’a yönelişin ilk konağı sayılmaktadır.

Aziz Efendi’nin Bektaşiliğe yakın bir tarikate mensup olduğu ve bir şeyh’e olan saygısı hikâyelerinin çoğundan anlaşılmaktadır. Hele Üçüncü Hayâl’de “Şeyh İzzeddin”e sonsuz kudret, keramet izafe etmesi tarikat mensubu olduğuna şüphe bırakmamaktadır. Nitekim Kerim İbrahim Efendi adlı bir şeyhe mensup ol¬duğunu kendi Vâridât’ından öğreniyoruz.

Aziz Efendi’nin din, tasavvuf, hikmet, felekiyât vs.den başka, simyâ, cifr, remil, tılsım, sihir, ziç, zayirce gibi “bâtıl ilim”lerde de çok geniş bilgi sahibi olduğu görülmektedir. Kaldı ki, Muhayyelât’taki kahramanların çoğu bu “ulûm-ı garibe”yi bilmekte ve uygulamaktadırlar. Bu ilimlere ait terimler, kitabın sayfalarını dol-durmaktadır. Fakat, bütün bunların bâtıl olduğunu açıklayan yazar, sihirbaz hünerlerine hükmetmenin ancak “İlâhi bilgî” sayesinde olacağını, vakalar ile ortaya koymaktadır.

Eserleri

Muhayyelât: Aziz Efendi’nin başlıca eseri olup yazılışı 1796 (1211) da, Prusya’ya gitmeden önce bitmiştir. Çok sevilen bu eser, 1852 (1268) de Matbaa-i Ami- re’de basıldıktan sonra iki baskı daha yapmıştır.

Vâridât Tasavvufî bir eser olup basılmamıştır. Yazma nüshaları bulunmaktadır.

Şiirleri

Farsçayı çok iyi bildiği, hafızasında 40 binden fazla beyit bulunduğu rivayet edilen Ali Aziz Efendi, Türkçe ve Farsça şiirler de yazmıştır. Elde olan şiirlerinde (bk. İbnül-emin M. Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 21; Sâdeddin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, II, s. 260) açık bir üslûp, tatlı söyleyiş ile İlâhî aşk terennümleri bulunan Aziz Efendi’nin bütün şiirleri yayımlanmamıştır. Sandık mecmuasında (İstanbul, 1290, nr. 2 ve 3) çıkan şiirleri arasında “Gülşen-i Sıhhat’ başlıklı bir manzum eseri de bulunmaktadır.

Aziz Efendi’nin Avrupa bilginlerinin felekiyyat vs.ye dair sordukları bahislere verdiği cevapları bir risale halinde yazdığı, Muhayyelât kitabının imzasız önsözünde belirtiliyorsa da, böyle bir eserini bilen gören olmamıştır.

Muhayyelât

Binbir Gece ve Binbir Gündüz usulü, üslûbu ve havası içinde yazılmış olan “Muhayyelât-ı Aziz Efendi”, Üç Hayâl (üç bölüm) üzerine kurulmuştur. Bağımsız olan her bölümde, yine hikâye içinden hikâye doğması esas olmakla birlikte, kişiler değişmemekte, baştan sona bütünlük havasına önem verilmektedir.

Aziz Efendi, Önsöz’ünde bu kitaptaki konuları: Süryanî ve İbranî dillerinden derlenmiş “Hülâsatü’l Hayâl” adlı bir kitaptan aldığını söylüyorsa da, bu adda bir kitabın var olduğu bilinmemekte, yazar belki de yine bir sembolden söz etmektedir. Aynı “önsöz” bu eserin “Binbir Gece” ye benzer, parlak ibretler, uyarıcı öğütler, hikmetler, manevî haberler taşıdığını da belirtmektedir.

Yapılan karşılaştırmalar, Muhayyelât’taki bazı hikâyelerin konulan ile “Bin¬bir Gündüz”dekiler arasında benzerlikler hatta tıpkılıklar bulunduğunu göstermiştir. Ancak, Muhayyelât’ta (bir kısmı da orijinal olan) konu ve olaylardan çok daha fazla, insanı hayrete düşüren “hayâF’ler, bu hayalleri çağıran buluş’lar, bunlarla verilmek istenen ibretler, ahlâk, tasavvuf, fazilet dersleri önemlidir. Zaten, eserine “Muhayyelât” (Hayaller) adım vermiş olması, müellifin özellikle hangi tercihi yapmış bulunduğunu göstermektedir.

Bu hayaller, o kadar önemli, şaşırtıcı, iç açıcı ve modemdir ki, çağdaş sinema, tiyatro, televizyon ve hareketli çizgi-resim imkânlan içine konulduğu zaman, bi¬ze Walt Disney’in dünyasma benzer fantazyalar, cümbüşler, sürprizler dolu bir dünya kazandırabilir.

Eserin değerlendirilmesinde asıl miyar olan bu hayal gücünün yanısıra, çok kuvvetli akıl, mantık, ahlâk, din, tasavvuf, aile öğütleriyle, dostluk, arkadaşlık, ve- fâkârlık, dürüstlük, namusa, iffete bağlılık telkinleri de ustalıkla verilmektedir. Bu ibretler, hikâyelerin akışı içinde eritilmektedir.

Hikâyelerde perili, cinli, büyülü, akıl dışı ve olağanüstü vakalarla kişilerin yanında müşahedeye dayalı, gerçekçi unsurlar (öncelikle Molla Emin, Sitti Emine, Hoca Abdullah, Başvezir Kıvameddin, Recep Beşe kıssalarında) da az değildir. Olağanüstü motifler içinde insan yaşayışlan esas tutulmuştur.

Aziz Efendi’nin Osmanlı sarayını, bu sarayın bölümlerini, teşkilâtını, memurlannı,harem ve selâmlık hayatını, teşrifat ve hiyerarşisini son derece iyi tanıdığı, bu teşrifat, yaşayış ve törenleri birçok hikâyelerinde padişah, şehzade, sultan kızı hayatlanna ve saray dekorlanna uygulayışı ile görülmektedir.

Aziz Efendi, önsözünde:

“İşbu hikmetli kitap her ne kadar “muhayyelât” gibi görünüyorsa da, içe doğuş vâki olan saatlerde yeteri kadar okunursa, gönüldeki gamı dağıtma özelliği mutlaka görülecektir. ” diyerek değerlendiriyor. Gerçekten de bu mutluluk verme gerçeği, Muhayyelâtta fazlası ile mevcuttur. Trajedide üzücülükte, meraklandırmada asla aşın gidilmeyerek olaylar ve sözler tatlıya bağlanmaktadır. Okuyana saadet ve huzur vermek Aziz Efendi’de başarılmış amaç olmaktadır.

Üslûpta, ifadede hiç bir zaman basitliğe ve çirkinliğe düşmeyen Aziz Efendi, konuşturmalarda, tahkiye (olay anlatma) bölümlerinde “dervişler usülü üzre” dediği sade bir dille yazmıştır. Fakat, hikmet, fen, ilim, tasavvuf telkinleri yaparken ve özellikle simyâ, cifr, sihir vs. “garip ilimlerin tekniklerini, uygulanmalannı anlatırken, “münşiâne” denilebilecek ağır bir ifade kullanmıştır. Tasvirlerde bol kelime bulunması, seçtiği terim ve unsurlann, (bugün iyi bilinmeyen) büyük Osmanlı medeniyetine dayalı bulunması da bazı bölümlerde anlatışını ağırlaştıran sebepler arasındadır.

Her hikâyesinde ayrı ayrı karşımıza çıkardığı kız ve erkek güzellerin hepsini mübalağa ile fakat başka başka sıfatlarla tasvir etmeğe çalışan, böylece basmakalıptan kaçma endişesi gösteren Aziz Efendi’in üslûp konusunda hiç de kaygısız olmadığı dikkat çekmektedir.

Birinci Hayâl’de “Şehzade Nesil”, Üçüncü Hayâl’de “Naci Billâh’la Şahide” ve “Recep Beşe” hikâyelerinde kâhya kadınları, cariyeleri ve işçi kadınlan ustalıkla konuşturan Aziz Efendi, Ahmet Mithat Efendileri ve Hüseyin Rahmi’leri müjdelemektedir.

Yer yer Evliyâ Çelebi’yi andıran mesire, bayram, alay, tören, peri köşkü tasvirleri, bazı konularda tâbir, terim, kelime bolluğu, iki yazarımızla ortak Osmanlı medeniyeti ile saray âşinalığının ve devlet büyüklerine yakınlığın bir sonucu olarak düşünülebilir.

Ayrıca eserin çoğu yerinde yazann konuyu keserek araya girmeleri görülüyor. Bu daha sonraları A. Mithat Efendi’de, “romantik”lerde görülecek müdahaleleri andırıyor. Esasen halk hikâyelerimizde mevcut olan bu araya girme, bize çağdaş “epik tiyatro” oyunlarındaki “uyan’lan da hatırlatmaktadır. Anlattığı şeyin olmayacak hayallerden bulunduğunu Aziz Efendi, meselâ:

“Bre karı, bu da yeni, başka bir rüya” diye okuyucuya haber vermektedir.

Tanzimat yazıcıları ve daha sonrakiler, Muhayyelât’ı pek çok okudukları ve faydalandıkları halde nedense onu hafifsemiş, küçümsemişlerdir. Oysa, Muhayyelât’ın etkileri, edebiyatımızda, bugüne kadar sürüp gelmiştir. Muhayyelât’tan tesir, motif veya ilham olarak başka eser ve yazarlarda görülen unsurları şöyle sı¬ralayabiliriz:

1-      Ahmet Mithat Efendi, Çengi’de akimı cinler ve perilerle bozan kahramanına ısrarla Muhayyelât’ı okutmaktadır.

2-      îkinci Hayal’in “Şapur’la Hümâ” hikâyesinde, Şâpur Şah, bir büyücü cadı ile karıştırdığı karısını ayırdedebilmek için, “gizli yerinde ben” arıyor. Namık Kemal’in İntibah’mda da, Dilâşub’un “gizli yerindeki ben”in Mehpeyker tarafından görülmesi, entrikaya sebep olmaktadır.

3-      Yine İkinci Hayâl’in “Hoca Abdullah” hikâyesinde çok güzel vezir kızının yırtık pırtık elbiselerle gelip Abdullah’ı baştan çıkarmak (böylece definenin yerini öğrenmek) istemesi ile Recaizade’nin “Çok Bilen Çok Yanılırında, kaymakamın kızı Lütfiye Hanım’ın Tiryaki Hasan’ın sümüklü Ayşe kılığında Maraş Na- ibi’ni baştan çıkarması arasında yakınlık vardır.

4-      Aynı hikâyede, Mısır sarayında Sultan’dan nefret ederek kurtuluş duaları içinde esir yaşayan Dürdâne’nin Nil’e atılmaya ramak kalan macerası ile, Sâmi- paşazâde’nin Sergüzeşt romanı kahramanı Dilber’in Mısır’daki son günleri arasında benzerlik kurulabilir.

5-      Asıl adı Ömer olan ünlü şairimiz Muallim Nâci, Muhayyelâtn Üçüncü Hayâlindeki Nâci Billâh’ı beğenerek, bu ismi kendisine mahlâs seçtiğini anlatmak¬tadır,

6-      Ahmet Hamdi Tanpmar’m “Abdullah Efendi’nin Rüyâlan” ile “Aziz Efendi’nin Hayalleri” arasında isim benzerliği ve hayâl arayışta yakınlık düşünülebilir,

7 – Behçet Necatigil’in “kısa oyun” lanndan birinin konusu da İkinci Hayâl’deki Ebû Ali ve Cevad motifinden alınmıştır.

Yazısı ve dili dolayısıyla, uzun zamandır nesillere kapalı bulunan “Muhayyelât-ı Aziz Efendi”yi, edebiyatımızın büyük eserlerinden birisi olarak yeni bakışlara bir sevinç, ibret ve ilham kaynağı gibi sunmaktan sevinç duyuyorum. Bu eser üzerinde uzun zaman ve çetin çalışmalarımdan çok da zevk almış olduğumu söylemeliyim.

Türk Edebiyatı Dergisinin Temmuz ve Mayıs 1987 sayılarında, Müslüman Al¬man yazar, H.Ahmet Schmiede’nin, Giritli Aziz Efendi’nin Almanya’daki hayatı üzerinde iki ayrı önemli inceleme yazısı çıkmıştır.

Bu yazılarda H. Ahmed Schmiede Prusya kaynaklarına dayanarak Aziz Efen¬di’nin elçi olarakkabul edilişi törenini şöyle anlatmaktadır:

“Gelelim Prusya kaynaklarına. Prusya hanedanının baş teşrifatçısı Madam Von Vob (Neunundsechzig Jahre am Preubischen Hof, yani Prusya Sarayında alt¬mış dokuz yıl) adını verdiği hatıratında, yeni Türk sefirinin 4 Haziran 1797’de in¬tikal ettiğini kaydettikten sonra, 15 Haziran tarihli kayıtlarında sefirin sarayda kral ve bütün hükümet erkanı tarafından büyük bir merasimle kabul edildiğini şöyle anlatmaktadır:

“Türk Orta Elçisi kral tarafından kabul edildi. Adı Aziz Efendi imiş.. Saat 12 sıralarında elçi, 6 atm çektiği bir saltanat arabası ile vasıl oldu. Sefirin arkasındaki arabada Kont R. geliyordu. Onun arkasında (şeref nişanesi olarak) kralın has atlarından bir tanesi, dizgininden çekilerek getiriliyordu. Daha sonra 6 atlı bir saray arabası ve onun ardından (sefirin) maiyetini taşıyan bir kaç tane çift atlı fayton geliyordu. Kont Podewils sefiri takdim etti. Bütün nazırlar ve generaller, Şövalyeler Salonunda tahtın yanında sıralanmışlardı. Kral kendisi, başında şapka olduğu halde, taht sayvanının altında duruyordu, prensler de yanında yer almışlardı. Türk (sefiri) hitap konuşmasını yaptı, konuşma tercüman tarafından çevrildi. Konuşmaya Kont Finkenstein cevap verdi. Bunu müteakiben (sefir) iki kez derinden eğilip itimadnamesini sunup gitti”

17 Haziran tarihi altında ise şöyle enteresan bir kayda rastgeliyoruz: “…Yemekten sonra Türk (sefiri) evvela veliahd tarafından, daha sonra veliahdın hanımı tarafından kabul olundu. Bu kabul “güzel oda” (tabir olunan salonda) yapılmadı. Veliahd orayı istemedi. Yanlarında tercümandan başka kimse yoktu…” Görüyoruz ki, Ali Aziz Efendi’nin ilk işlerinden bir tanesi, Prusya’da cereyan eden çirkin olayların şiddetli muhalifi Veliahd Prens Friedrich ve müstakbel kra liçe Luise ile görüşmek oldu. Gerçi büyük bir devleti temsil eden sefirin, kraldan sonra veliahdla görüşmesi bir yere kadar olağandır. Enteresan olan nokta, bu gibi protokoldan olan görüşmelerin yapılageldiği odada (“güzel odada”) veliahdın konuşmak istememesi ve gerek veliahdın, gerekse prenses Luise’nin sefirle tek olarak, sadece tercüman yanında konuşmakta ısrar etmeleridir.

En büyük entrikaların çevrildiği saraylarda belli yerlerde gizli dinleme terti¬batı bulunduğu bilinen bir gerçek ve veliahdın da bu durumdan haberdar olduğu muhakkatır. Bu tip bir odada görüşmek istememesi, arada tercümandan başka kimselerin kulak misafiri olmasının arzu edilmemesi konuşma mevzuunun gizli kalmasını istemesine açık delildir. “

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 1 CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, 2006, İSTANBUL

İlgili Makaleler