Kimdir

21 Madde ile Ortaçağ Felsefesi ‘nin Genel Özellikleri

21 Madde ile Ortaçağ Felsefesi ‘nin Genel Özellikleri: Ortaçağ  felsefesi ‘ni  belirleyen  çok  sayıda  temel  özellik  arasından  bazıları  biraz  daha  öne çıkartılabilir:  Buna  göre,

1-  İlkçağ  Yunan  felsefesinin  belli  bir  halkın,  Antik  Yunan  ya  da  Atina halkının, modern  felsefenin  ise  farklı uluslara mensup ayrı bireylerin  felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi,  bireylerin  ve  halkların  karakteristik  özelliklerinin  üstünde  olan  dini  bir  topluluğun,  bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam  toplumunun veya Yahudi cemaatinin felsefesidir. Buna göre, Yunan felsefesi, belli bir toprak parçası üzerine yerleşmiş, üyeleri arasındaki ilişkilerin belli birtakım örf, âdet ve yasalara göre düzenlendiği bir  toplumun ya da halkın felsefesidir. Oysa Ortaçağ felsefesi, bir dine inananların,  bir  peygamber  etrafında  toplananların  felsefesi  olarak  karşımıza  çıkar  ve bu  durum  söz konusu felsefenin Ortaçağ kültürü içindeki yerini ve mahiyetini belirlemede çok etken olur.

2-  Buna  göre,  felsefenin  Antik  Yunan’da  bütün  disiplin  veya  bilimlerin  anası  veya  kraliçesi, modern dönemde  ise bilgi ağacının kökü olduğu, her  ikisinde de bilimlerin ve  sanatların üstünde bir yere  sahip  bulunduğu  yerde, Ortaçağda  felsefeye  bilimler  ve  sanatlar  arasında,  vahyi  veya Tanrının kelamını  konu  edinen  teolojinin  altında  bir  yer  verilir.  Ortaçağda  bu  bağlamda  teolojiyle  felsefe arasındaki  ilişki Tanrının  inayetiyle doğa, evin hanımı  ile hizmetçisi arasındaki  ilişkiye benzer. Buna göre, Ortaçağda hemen bütün  filozoflar  felsefi  bir  tarzda  konuşmak  ile hakikate  göre  ve  teolojik  bir tarzda konuşmak, salt merakı gidermek amacıyla yapılan felsefe ile yanlışın nedenlerini araştıran, bunu hakikatin  aşikâr  hale  gelebilmesi  için  yapan  ve  böylelikle  teolojik  araştırmaların  hizmetine  koşan felsefe  arasında  bir  ayrım  yapmış  ve  bunlardan  birincisinin  sadece  yararsız  fakat  açıkça  zararlı olduğunu da öne sürmüşlerdir.

3- Gerçekten de Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olmasından başka, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hâkim  olduğu bir  felsefedir. Başka  bir  deyişle, Yunan’da  insanın  temel  probleminin  bu  dünyada  ve kent-devleti sınırları  içinde mutluluğa erişmek olduğu kabul edilmişti; Yunan’da,  insanın bu problemi çözebilecek  güce  sahip  bulunduğuna  ve  kendi  çabasıyla  iyi  ve  mutlu  bir  hayata  ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağda problemler, yeryüzündeki hayattan ziyade, bu dünyadan sonraki hayatla ilgili olan problemlerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutluluk değil ebedi bir saadettir. Bundan dolayı, Antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik çok büyük ölçüde teolojiye tabi hale gelir.

4- Başka bir  deyişle, Yunanlı  filozoflar  temel  görevlerini  insanın doğayla  olan  ilişkisini  ve  bir toplum içinde kendini gerçekleştirme hedefine nasıl erişeceğini gözler önüne sermek diye belirlerken, Ortaçağ  filozofları  gerçekten  önemli  olan  yegâne  şeyin  insanın  doğaüstü  varlık  alanıyla,  aşkın  ve mutlak olarak yetkin varlıkla olan  ilişkisi  olduğunu  öne sürmüşlerdir. Bu da  doğal olarak Ortaçağda felsefenin  mahiyetini  ve  konu  alanını  baştan  sona  değiştirmiştir.  Buna  göre  Antik  Yunan’da doğabilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşımaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çıktılar. İnsanların, Âdem örneğinde olduğu gibi, hata yaptıklarını,  “ezeli-ebedi  ve  kurtarıcı  hakikati”  kendi  başlarına  asla  bulamayacaklarını  gören  Tanrı, teolojinin konusunu onlara vahiy yoluyla bildirmiştir.

5- Yine  Yunanlının  temelde  bir  olan,  baştan  sona  bir  birlik  sergileyen  evrende,  yani  bir mikrokozmos  olarak  kendisinin  bir  parçası  olduğu  özde  anlaşılabilir  olan  makrokozmosta  yaşadığı yerde,  yaratıcısından  ayrı  düşmüş  bir  varlık  olarak  Ortaçağ  insanı  kendisine  yabancı  bir  evrende yaşamak  durumunda olmuştur. Buna  göre, Ortaçağda  insan,  doğal  ve  akli  bir  varlık  değil,  öncelikle Tanrı tarafından yaratılmış fakat ilahi özünden ayrı düşmüş bir varlıktır. Bu insan için bir tarafta aşkın, yaratıcı  Tanrı,  diğer  tarafta  ise  kendisini  Tanrıdan  her  geçen  gün  biraz  daha  uzaklaştıracak,  özüne yabancı  bir  varlık  alanı  bulunmaktadır. Bundan  dolayı, Ortaçağ  felsefesi  için  problem,  teorik  ya  da bilimsel  bir  problem  olmayıp,  özde  veya  tümüyle  pratik  bir  problemdir:  Yaratıcısına  bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği problemi.

6- Ortaçağ  felsefesi,  söz  konusu özellikleriyle  İlkçağ  felsefesinden  öncelikle  bir  kopuşu  gözler önüne  serer.  Kopuş,  sözünü  ettiğimiz  başkaca  hususlar  yanında  temelde,  İlkçağ  felsefesinin,  dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip kendisini öne sürmek suretiyle oluşan ve gelişen özerk bir  felsefe olduğu yerde, Ortaçağ  felsefesinin özerkliğini yitirip  tümüyle dine, dini dogmaya veya  teolojiye  tabi olan  bir  felsefe  olmasından  kaynaklanmaktadır.  İlkçağ  felsefesinin  bütünüyle  rasyonel  ve  seküler yapısından farklı olarak Ortaçağ felsefesi ‘nde, felsefe inanca, inanç da vahye tabi olmak durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır. Örneğin Skolastik felsefede, vahyin temel ya da en azından aklın  vazgeçilmez  yol  göstericisi  olduğuna  inanılmıştır.  Skolastik  dönemin  filozofları,  akıl  ile  iman arasında  bir  ayrım  yapmış  ve  zaman  zaman  da  felsefenin  göreli  bağımsızlık  ya  da  özerkliğini vurgulamış  olmakla  birlikte,  Ortaçağın  dünya  görüşünde,  bilimde  ve  felsefede,  bir  çözüme kavuşturulacak  problemlerin  çözümü  de  dahil  olmak  üzere  hemen  her  şey  teoloji  tarafından belirlenmiştir.

Süreklilik ise Ortaçağ felsefesi ‘nin hem Doğu’da ve hem de Batı’da, kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruya  İlkçağ  felsefesine dayanmasından meydana gelir. Nitekim Ortaçağ  felsefesi dine  dayalı,  din  temelli  bir  felsefe  olsa  bile,  kavram  ve  kategorilerini,  terminolojisini  kendi  başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ felsefesi, vahyolunan  ilahi hakikatleri anlamak, dine anlaşılır bir çerçeve kazandırmak amacıyla ihtiyaç duyduğu yöntem, kavram ve kategoriler için doğrudan doğruya Yunan  felsefesine  yönelmiştir.  Ortaçağ  felsefesinin  temelinde  bulunan  Yunan  felsefe  geleneği  ise öncelikle ve  temelde Platon’la Plotinos’un ve Aristoteles’in felsefelerinden oluşur. Bu noktada İlkçağ felsefesi  ile  Ortaçağ  felsefesi  arasındaki,  onları  birlikte  modern  felsefeden  bütünüyle  farklılaştıran sürekliliğin  temel  unsurunun,  her  iki  düşünceye  de  damgasını  vuran, modern  çağın mekanik  dünya görüşünün kendisinin yerini alacağı teleolojik dünya görüşü olduğu söylenebilir.

7- Ortaçağ  felsefesi,  yine  aynı  bağlamda  Yeniçağ  felsefesinin  doğanın  ve  doğadaki  dinamik sürecin,  matematiksel  olarak  belirlenebilen  içkin  yapısıyla  ilgilendiği  ve  fail  nedensellik  üzerinde yoğunlaştığı  yerde,  teleolojik  bir  anlayışla  doğayı  Tanrı  tarafından  bir  amaca  göre  yaratılmış  ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan niteliksel bir açıklamayı, nedensellikten de büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ filozoflarına göre, maddi dünya, ilahi gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir.

8- Ortaçağ  felsefesi,  kabul  ya  da  önkabulleri  olmayan  düşünceden  pek  söz  edilemeyeceğine göre, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise Ortaçağ düşüncesine esas Platon ve bu arada varlığı ayüstü evren ve ayaltı âlem diye ikiye ayırırken, ayüstü âlemi sadece tek bir değişme türüyle seçkinleşen kusursuz bir evren, saf form olarak Tanrıyı  da  bütünüyle  gerçekleşmiş  varlık  diye  tanımlayan Aristoteles  felsefesinden  intikal  eden,  en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli  varlık  olduğu  kabulüdür.  Buna  göre,  en  yüksekte  olan  sadece  en  yetkin  varlık  değil  aynı zamanda varlığın, değerin ve hatta iktidarın kaynağıdır.

9- Demek  ki  Ortaçağ  felsefesi  dini  temellendirme,  ilahi  hakikatleri  anlama  ve  anlaşılır  kılma çabasında,  ana  düşüncelerinde,  problemlerinde  ve  bu  problemlere  getirdiği  çözümlerde,  hemen  her zaman Yunan  felsefesine bağlı kalmıştır. Bu  felsefede yapılan  iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek, onun yöntemini kullanmak ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek olmuştur. Ama Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirdiği felsefeyi  genellikle  olmuş  bitmiş,  yetkin  bir  sistem  olarak  görmüştür.  Buna  göre  Antik  Yunan felsefesinin dinamik bir yapı  sergilediği yerde, Ortaçağ  felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir.

10- Yine,  İlkçağ  felsefesinin merkezinde  doğanın  ve  insanın, modern  felsefenin merkezinde  ise bilginin ve insanın bulunduğu yerde, Ortaçağ felsefesi ‘nin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ  felsefesi  teosantrik  ya  da Tanrı merkezli  bir  felsefedir. Dolayısıyla  bu  felsefenin  ilk  ve  en temel  konusu  Tanrıdır;  Tanrının  varoluşunun  kanıtlanması,  Tanrının  sıfatlarının  açıklanmasıdır. Ortaçağda metafizik  de  yine  bu  eksen  üzerinde  belirlenir;  buna  göre,  varlık  söz  konusu  olduğunda, temel problem Tanrı-dünya ilişkisi, Tanrının yaratma tarzı ve kötülük problemidir.

11- Buradan hareketle, Ortaçağda,  İlkçağın ontoloji olarak metafizik görüşü yerine,  teoloji olarak metafizik anlayışının zuhur ettiğini söyleyebiliriz. Buna göre Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrıyla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizikten meydana gelir. Ortaçağda gelişen metafizik,  ayrı,  değişmez  ve  ezeli-ebedi  bir  varlığa  ilişkin  araştırmadır.  İstisnasız  tüm  Ortaçağ filozofları,  sistemlerinde  Tanrıdan  yola  çıkar  ve  önce  Tanrının  varoluşunu  kanıtlayarak,  varlığı yaratan-yaratılmış  ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en  iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrının varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaüstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçeveyle açıklama çabası vermiştir. Aynı  şey  İslam  dünyası  filozofları  için  de  geçerlidir,  şu  farkla  ki  Fârâbî,  İbn  Sînâ  ve  İbn Rüşd’de, Aristotelesçi  bir  kavramsal  çerçeve,  Plotinos’tan  gelen  bir  sudur  ya  da  türüm  öğretisiyle tamamlanmıştır.

Ortaçağ  düşüncesinin  teoloji  olarak metafizik  anlayışının  temelinde  ise  varlığın  ancak  ve  ancak onun  kaynağı  olan  yaratıcı  Tanrı  aracılığıyla  açıklanabileceğini  ve  Tanrının  varlığının  akıl  yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur.

12- Ortaçağ  felsefesindeki söz  konusu  teoloji  olarak metafizik  anlayışı, doğal olarak hemen her Ortaçağ filozofunda bir örneğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır. Böyle bir  varlık  hiyerarşisi,  varlıkları  hiyerarşideki  yerlerine  göre  sınıflar  ve  onlara  varlık  ve  ahlak bakımından belli bir değer yükler. Ya da tersinden söylendiğinde, bir değer hiyerarşisini bir gerçeklik hiyerarşisi haline getiren ve dolayısıyla varlık derecelerinden söz eden bu anlayışa göre, bir şey daha değerli  olduğu,  daha  yüksek  bir  değere  sahip  olduğu  sürece,  varlık  hiyerarşisinde  daha  yüksekte  bir yerlerde bulunur. Söz konusu varlık hiyerarşisinin en tepesinde, doğallıkla Tanrı yer almaktadır. Madde ya da fiziki nesneler bu hiyerarşinin en altında bir yerlerde ortaya çıkar; insan ruhu ise bu ikisi arasında kalır. Buna karşın, akıllar veya melekler, insan ruhunun üzerinde, Tanrının altında bir yer işgal ederler.

Başka  bir  deyişle  Ortaçağ  felsefesi,  varlığı  en  yüksek  düzeyi  Tanrı,  en  aşağı  düzeyde  şekilsiz madde olacak şekilde, hiyerarşik bir tarzda düzenlenmiş bir evren, Tanrıdan maddeye kadar uzanan bir büyük varlık zinciri olarak tasarlamıştı. Büyük ölçüde Platon ve Plotinos’tan miras alınan bu hiyerarşik evren görüşüne, Ortaçağda dini bir renk ve anlam verildi.

13- Ortaçağ  felsefesi,  yine  tıpkı  İlkçağ  felsefesi gibi ve özellikle  ilk dönemlerine  epistemolojik idealizmin  damgasını  vurduğu  modern  felsefeden  farklı  olarak  bütünüyle  realist  bir  çizgi  boyunca gelişmiştir.  Yani  Ortaçağ  filozofları,  Skolastiğin  son  ya  da  gerileme  döneminde  çok  etkili  olan Ockhamlı William  bir  kıyıya  bırakılacak  olursa,  tümeller  konusunda  benimsedikleri  realist  tavırdan başka,  zihinden  bağımsız  bir  gerçekliğin  var  olduğundan  asla  kuşku  duymadılar.  Başka  bir  deyişle, Ortaçağ  filozofları,  ontolojik  realizm  bağlamında,  tıpkı  İlkçağ  filozofları  gibi  gerçekliğin  zihinden bağımsız  olduğunu  öne  sürmüşlerdi.  Bununla  birlikte,  Ortaçağ  düşüncesinde,  zihinden  bağımsız  bu gerçeklik,  gerçekten  ve  mutlak  olarak  var  olanın  ezeli-ebedi  ve  değişmez  Tanrı  olması  anlamında, tümüyle  manevi  bir  yapı  sergiler.  Buna  göre,  realizmi  tamamlayan  yaklaşım,  aynen  Platon  ve Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir. Öte yandan, Ortaçağ felsefesi, metafiziksel bir anlam içinde de en azından son dönemine kadar, realist bir görüş benimsemiş, tümellerin insan zihninden bağımsız bir varoluşa sahip olduğunu savunmuştur.

14- Ortaçağ  felsefesinin  teosantrik  bir  felsefe  olduğu  gerçeği,  epistemoloji  bakımından  da geçerlidir. Buna göre, Ortaçağ düşüncesinde bilginin konusu her şeyden önce Tanrıdır, ilahi hakikattir. Burada,  insanın Tanrıyı ve  ilahi hakikati ne duyular ne de akıl yoluyla bilebileceği, bunun  için  insan zihnine  yukarıdan  gelecek  bir  ışığa  ihtiyaç  duyulduğu  temeli  üzerinde,  ilk  ve  en  çok  başvurulan epistemolojik öğretinin bir  tür “aydınlanma öğretisi” olması bir rastlantı değildir. Gerçekten de Tanrı, Ortaçağda  hem  bilginin  konusu  hem  sağladığı  ışık  dikkate  alındığında,  kaynağını  ve  hem  de  insani araçların sağladığı delillere biçilecek değerin ölçüsünü oluşturur, sınırlarını belirler.

15- Metafizik ve epistemoloji ya da varolan ve bilgi ilişkisi veya sıralaması söz konusu olduğunda ise  Ortaçağ  felsefesi  varlığın  bilgi  konusundan  ya  da  ontolojinin  epistemolojiden  önce  geldiği  bir felsefedir. Buna  göre Ortaçağ  felsefesi,  özneden  hareket  eden,  bilimin  gelişimine  koşut  olarak  önce bilgi  konusunu  ele  alan  ve  varlığı  bilimin  taleplerine  göre  sınıflayan  ya  da  yorumlayan  modern felsefenin  tersine,  önce  zihinden  bağımsız  bir  gerçekliğin  varoluşunu  teslim  edip,  bu  gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır.

16- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Ortaçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak  ikiye ayıran modern felsefenin düalizminin  tersine, baştan  sona monist olan bir felsefedir. Bu hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrının, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye  bölünen  insanın,  her  ne  kadar  madde-form,  beden-ruh  analizine  tabi  tutulabilse  de  birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir  töz olması ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında,  resmi görüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir. Aynı ontolojik  çerçeve  içinde, Ortaçağın doğal dünya görüşünün, Newton’un Pascal’ı dehşete ve şaşkınlığa sevk eden sonsuz mekânıyla kıyaslandığında, kapalı, hiyerarşik ve nispeten küçük bir yerden oluştuğu söylenebilir.

17- Tanrının  Ortaçağ  felsefesinin  merkezinde  bulunduğu,  Ortaçağ  felsefesinin  teolojinin hizmetine girmiş bir  felsefe olduğu, bu  felsefenin Tanrıdan sonra  en önemli konusunu oluşturan,  adı zikredildiğinde neredeyse Ortaçağ ile özdeşleşen ünlü “tümeller kavgasından” da bellidir. Buna göre, tümeller  meselesi,  felsefenin  bizatihi  kendisinde  hem  ontolojik  ve  hem  de  epistemolojik  bakımdan önemli  olmakla  birlikte, Ortaçağ  felsefesi  söz  konusu olduğunda  çok  daha  büyük  bir önem  kazanır. Çünkü,  örneğin  tikellerin  ya  da  somut  bireylerin  tümellerden  daha  az  gerçek  olduğunu,  ilk örneklerinden pay almak suretiyle varlığa geldiklerini dile getiren realist hatta radikal realist bir görüş, Hıristiyanlığın  veya  İslamiyetin  ya  da Museviliğin  içinde  yaşadığımız  dünyanın  tam  anlamıyla  ve gerçekten  varolmadığı,  gerçekten  varolanın  öte  dünya  olduğu  tezini  anlaşılır  hale  getirir.  Başka  bir deyişle,  değişen  bireylerin  gerçek  olmadığı,  gerçekten  varolanın  yalnızca  tümeller  olduğu  görüşüyle kavram  realizmi, bütün dinlerin  içinde yaşadığımız bu dünyanın gelip geçici olduğu, asıl gerçekliğin aşkın bir öte dünya veya ahiret olduğu inancını güçlendirir. Yine aynı görüş, Ortaçağ felsefesi ‘nin konu alanını  tanımlar  ve  dikkatleri  aşkın  bir  gerçek  alanına  yöneltirken,  sözgelimi  Kilise’nin  dini  ve kurumsal otoritesini pekiştirmeye yarar. Buna  göre,  özellikle Ortaçağ  Hıristiyan  filozoflarının  bu  felsefenin  daha  kuruluş  ya  da  oluşum aşamalarından itibaren dört elle sarıldıkları radikal realizmin onlara sağladığı esas büyük avantaj, onun ortodoks Hıristiyan  dogmasının,  başkaca  tümel  görüşleri  tarafından,  örneğin  nominalizm  tarafından açıklanması  imkânsız  olan,  kimi  unsurlarını  anlaşılır  hale  getirmesidir.  Nitekim,  bu  dogmaların  en önemlilerinden  biri  olan  “İlk Günah”  dogması  söz  konusu  olduğunda;  nominalizmin  söylediği  gibi, tümellerin hiçbir gerçekliği olmayıp, gerçekten varolan bireyler ise yani her birey kendi başına ayrı bir gerçeklik  ise  bütün  Hıristiyanların  nasıl  olup  da  Âdem’in  şahsında  veya  günahında  günah  işlemiş olabileceklerini,  onların  Âdem’in  günahına  neden  dolayı  ortak  olacaklarını,  nasıl  olup  da  onun günahının sonuçlarına katlanabileceklerini anlamak ve açıklamak gerçekten de oldukça güç olur. Yani, yalnızca  bireysel  olan  gerçek  ise  gerçek  olan  yalnızca  tek  tek  bireylerin  bu  dünyadaki  yaşantıları sırasında işledikleri günahlardır ve ilk günahın hiçbir gerçekliği yoktur. Fakat realizmin söylediği gibi, gerçekten  var  olan  insan  bireyi  değil  de  tümel  insan,  genel  olarak  insanın  kendisi  ise  bu  takdirde tümelin  başına  gelen,  onu  etkileyen  her  şey,  onun  altında  yer  alan  tikelleri  ya  da  bireyleri  etkiler, kavram realizminin terimiyle bireyler de ondan “pay alırlar.” Aynı durum, hiç kuşku yok ki Hıristiyan  inancının olmazsa olmaz bir diğer dogması olan Kutsal Üçleme  için  de  geçerlidir.  Bu  inancı  örneğin  nominalizm  hiçbir  şekilde  açıklayamaz.  Çünkü söz konusu  tümel  görüşünün  öne  sürdüğü  gibi,  eğer  gerçekten  varolanlar  yalnızca  bireyler  olup, Platon, Sokrates ve Aristoteles, sadece onlar  için aynı insan adının kullanılması anlamında bir  iseler, buradan Baba, Oğul ve Kutsal Ruhun aralarında ortak hiçbir noktanın bulunmadığı, onların yalnızca kendilerine aynı Tanrı adının verilmesi anlamında bir oldukları sonucu çıkar. Bu yüzden, yalnızca bireylerin gerçek olduklarını öne  süren  bir  nominalist, Tanrının hem  bir  ve  hem  de  üç olduğu  dogmasını  reddederek, Tanrının bir olduğunu öne sürmek durumunda kalır.

Tümeller konusu Ortaçağ düşüncesinde, Tanrının evrene ilişkin bilgisi ve Tanrı-evren ilişkisi veya kader  meselesi  açısından  da  önem  taşır.  Burada  dezavantajlı  duruma  düşen  ise  bu  kez  realizmdir. Çünkü  realizmin  doğru  olması,  yani  bireylerin  hiçbir  gerçekliği  olmayıp,  esas  varolanın  tümeller olması ve dolayısıyla, Tanrının, tek tek olanları değil de türleri ve cinsleri bilmesi durumunda, Tanrının dünya  ile  ilişkisi ve Tanrının dünyaya müdahale  edebilme  imkânı zayıflar. Gazâlî’nin söylediği gibi, Tanrı bireyin kendisine olan yakarışlarını duymaz olur.

Fakat realizmin esas büyük güçlüğü, onun bir şekilde panteizme yol açması veya en  iyi durumda panteizme  açık  kapı  bırakmasıdır.  Çünkü  kavram  realizminde  tümellerin  tikellerden  daha  gerçek olduğu  tezi,  zorunlulukla  daha  genel  tümellerin daha  az  genel  olan  tümellerden  daha  gerçek olduğu sonucuna  yol  açar. Bu  ise  insan,  akıllı  hayvan,  hayvan,  canlı  varlık  ve  varlık  diye  yukarı  çıktıkça genelleşen  bir  gerçeklik  hiyerarşisine  götürür.  İşte  bu  bağlamda,  bir  üstteki  tümel  kendisinden  bir şekilde  türeyen  ve  dolayısıyla  kendisine  bağımlı  olan  altındaki  bütün  tümelleri  ve  en  sonunda  da tikelleri kapsar. Buna göre, en yüksek ve en genel varlık olarak Tanrı kendisinde bütün bir evreni ihtiva etmektedir; evren O’ndan türer ve O’nda varolur. Bu ise Ortaçağda dinin bakış açısından, varlığı hiçten yaratması ve evrene bütünüyle aşkın olması gereken Tanrıyı dünyaya taşıdığı, fiziki evrene dahil ettiği için yasak bir öğreti olan panteizmden başka hiçbir şey değildir.

Tümeller  konusu,  Ortaçağ  düşüncesinde  yine  değerlerin  varoluşu  bakımından  da  vazgeçilmez önemi  olan  bir  mesele  olarak  ortaya  çıkar.  Buna  göre,  Tanrı  örneğin  on  emir  başlığı  altında, Hıristiyanlardan belli birtakım eylemleri yerine getirmelerini istemiştir. Acaba Tanrı onlardan bunu söz konusu  eylemler  her  koşul  altında  iyi  olduğu  için mi  istemiştir? Yoksa  bu  eylemler  Tanrı  onların yapılmasını  istediği  için mi  iyi olmak  durumundadır? Kolaylıkla  fark  edileceği üzere, bu  sorulardan birincisine verilecek olumlu bir cevap tümeller bağlamında realist bir bakışı, yani değerlerin Tanrının iradesinden  bağımsız  bir  varoluşa  sahip  olduğu  görüşünü  gerektirir.  Buna  karşın,  ikinci  soruya verilecek olumlu yanıt, hiç kuşku yok ki nominalizmle ilişkilendirilmek durumundadır.

Tümeller kavgası, nihayet insani bilgi problemi ve bilime Ortaçağda verilen değer  ile  ilgili olmak durumundadır. Nitekim doğabilimlerinin Ortaçağda en küçük bir gelişme kaydedememesinin en temel nedeninin  tümeller konusunda benimsenen realist görüş olduğu hemen herkes  tarafından söylenmiştir. Çünkü  tümeller  konusunda  benimsenen  realist  bir  görüş,  dikkatleri  akledilir  bir  dünyaya,  aşkın  bir varlık ya da özler alanına yöneltirken, duyu dünyasının yalnızca görünüşten ibaret olduğu anlayışından ayrılmaz;  değişenin  veya  görünüşün  bilgisinin  olamayacağı  gerekçesiyle,  akla  ve  deneye  dayalı bilimsel  bilginin  imkânını  ortadan  kaldırır.  Mutlak  hakikat  duyu  dünyasına  bütünüyle  aşkın  hale getirilince de bu hakikate ilişkin bilgiye, insani yollarla değil fakat insanüstü yollarla, ilahi aydınlanma sayesinde erişilebileceğini söylemek kaçınılmaz olur.

18- Ortaçağ  felsefesinin bir başka  temel ve önemli problemi de  iman akıl  ilişkisi problemiydi. Bütün bir Antik Yunan  felsefesinde, hatta Roma  felsefesinde bile,  felsefe varolan her şeyin bilgisine erişmeye  muktedir,  akla  dayalı  bir  faaliyet  ya  da  disiplin  olarak  görülmüştü.  Cicero  gibi  septik eğilimleri de güçlü olan bir filozof bile, felsefeyi “ilahi ve insani her şeyin bilgisiyle” özdeşleştirirken, aklın var olan her şeyin bilgisine erişebileceğini kabul etmişti. İmanın  ortaya  çıkışı  ya  da  Hıristiyanlığın  doğuşuyla  birlikte,  Ortaçağ  felsefesinin  en  önemli problemi, oldukça nazik bir problem olarak inanç-akıl ilişkisini doğru tanımlama problemi haline geldi. Problem  nazik  bir  problemdi,  zira  kısa  bir  başlangıç  ve  felsefeye mutlak  bir  karşı  çıkış  döneminin ardından,  onu  dini  hakikatleri  ifade  etmek  için  rahatlıkla  kullanabileceğini  gören Ortaçağ  filozofları açısından  akıl  ve  felsefeden  vazgeçmek  kolay  gibi  görünmüyordu.  Üstelik  akla  ve  felsefeye  karşı çıkmak bile, Gazâlî örneğinde olduğu gibi, felsefi tartışmaya girmek anlamına gelmekteydi.

Din  ile  akıl  arasındaki  ilişki  söz konusu olduğunda, Ortaçağda üç ana konum  ya da  tavırla  karşı karşıya  gelinir.  Bunlardan  ilki,  iman  ile  aklın  birbiriyle  bağdaşmaz  olduğunu  öne  sürer.  İman ile anlatılmak  istenen,  elbette  genel  anlamıyla  dindir.  Bu  durumda  iman  Tanrının  en  gerçek  varlık olduğunu, dini öğretilerin doğruluğunu kalben ve  tamamen onaylamak anlamına gelir. Oysa akıl, esas itibariyle  gördüğüne  bel  bağlar;  o,  sadece mantık  kurallarına  uygun  olana,  kanıtlanabilene,  birtakım deliller  yoluyla  desteklenebilene  inanır.  Böyle  olduğunda  iman  ile  akıl  birbiriyle  hiçbir  şekilde bağdaşmaz. Din  veya  iman  yolunda,  aklın  yapabileceği  hiçbir  şey  yoktur;  o,  insanı  dini  hakikatlere götüremediği gibi, dikkati buradan uzaklaştırabilir.

Bağdaşmazcılığın  İslam  düşüncesindeki  en  kusursuz  temsilcisi  Gazâlî’dir.  Gerçekten  de Gazâlî, “akıl  gözü”  ile  “gönül  gözü”nü  birbirinden  ayırmıştı.  “Akıl  gözü”  insana  sadece  gelip  geçici  olanı, yüzeyde  bulunanı  verir;  oysa  “gönül  gözü”,  ona  varlığın  kaynağını,  en  gerçek  varlığa  gösterir. Bağdaşmazcılık tavrı, Batı felsefesinde daha yoğun bir biçimde yaşanmıştır. Bunun en önemli nedeni, akla sığmaz  inançlardan Hıristiyanlıkta daha çok olmasıdır. Söz konusu bağdaşmazcılıktan genellikle fideizm olarak bilinen görüş çıkar. Fideizm her koşulda inanç tutumunu ifade eder. Bu tavrın en önemli temsilcisi  Hıristiyan  filozofu  Tertullianus  (MS  160-220)  olmuştur.  Nitekim  o,  şöyle  demekteydi:

“Saçma olduğunu bile bile inanıyorum.”

İman  ve  akıl  ilişkisi  söz  konusu  olduğunda,  iman  ile  aklın  birbiriyle  çatıştığını  öne  süren “bağdaşmazcılık”  tutumunun  tam karşısında akıl  ile  imanın çakıştığını  savunan “birlik  tezi” bulunur. “Birlik  tezi”,  dinin  tamamen  rasyonel olduğunu,  akılla  tam olarak anlaşılabildiğini öne  sürer. Bunun nedeni  ise  iman  ile  aklın  aynı  hakikatin  farklı  görünümleri  olmasıdır.  Bu  birlik  tezine  İslam düşüncesinde “çifte hakikat anlayışı” adı verilmektedir.

“Çifte  hakikat  anlayışı”  İslam  felsefesinde  meşhur  filozof  İbn  Rüşd  tarafından  geliştirilmiştir. Gerçekten  de  o,  bir  ve  aynı  hakikat  veya  doğrunun  felsefede  başka,  dinde  başka  bir  biçimde  ifade edilebileceğini öne sürmekteydi. Buna göre bir ve aynı hakikat felsefede açık ve seçik bir biçimde ve akıl  temeli  üzerinde  anlaşılır;  söz  konusu  doğru,  dinde mecazi  terimlerle  ve  daha  çok  hayal  gücüne dayanılarak ifade edilir. Bu yaklaşım aslında din ile felsefe, filozof ile de peygamber arasında bir ayrım yapmaz. Nitekim  İbn Rüşd’e göre,  “Felsefeyle din aynı yolun yolcusudur.” Aynı hedefe giden yolda yürüyen  bu  disiplinler,  sadece  farklı  araçlarla  farklı  söylemleri  kullanırlar.  Aynı  hakikat  felsefede bilimsel bir tarzda, dinde ise hitabet yoluyla ifade edilir; onlar yalnızca aynı hakikati farklı şekilde dile getiren  disiplinler  veya  söylemlerdir.  Bundan  dolayı,  “felsefe  dinin  ikiz  hemşerisidir;  ya  da  onlar birbirlerini tabiatları gereği seven iki arkadaş gibidir.”

İman ve akıl ilişkisi bağlamında gündeme gelen üçüncü görüş, iman ile aklın birbiriyle ne çatıştığı ne de çakıştığı ama bu ikisinin birbirini tamamladığını öne sürer. Bu görüşe İslam felsefesinde olduğu kadar Hıristiyan  felsefesinde de  rastlamaktayız. Bu  anlayışı  benimsemiş  olan  filozoflar,  kendi  inanç sistemlerine ek olarak Yunanlı filozoflar Platon ve Aristoteles’ten etkilenmiş kimselerdi.

Tamamlayıcılık  anlayışını  benimseyenler  arasında  İslam  dünyasından  Fârâbî  ve  İbn  Sînâ  gibi büyük  filozoflarla Hıristiyan  dünyasından Aquinalı Thomas  bulunur. Bu  üç  filozofun  ortak  noktası, onların Aristoteles’ten etkilenmiş olmalarıydı. Üçü de Aristoteles gibi vahiyden habersiz, Hıristiyanlık ve  İslamiyet  gibi  semavi  dinlerle  tanışmamış  bir  filozofun  dini  doğrulara  çok  yaklaşmış,  tek  Tanrı inancına erişmiş olmasından etkilendiler. Bu yüzden aklın, insanları Tanrı hakkında doğru bilgiyi elde etme yolunda bir yere kadar götürdüğünü öne sürdüler. Demek ki din-akıl  ilişkisinde  tamamlayıcılık, öncelikle aklın bildirdiklerinin  iman ya da vahiy  tarafından  tamamlanmasını  ifade eder.  İkinci olarak, iman ya da vahyin bildirdiklerinin bu kez akıl tarafından tamamlanması durumuna  işaret eder. İşte bu ikincisinde akıl, inancın dinden veya vahiyden aldığı şeyleri doğrular ve temellendirir.

19- Ortaçağ  felsefesinin  yöntemi  söz  konusu  olduğunda,  bunun  bir  otorite  yöntemi  olduğunu söylemek gerekir. Başka ve daha genel bir söyleyişle, bu felsefede belli bir gelenek ve vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez. Ortaçağ felsefesi,  otoriteye  duyulan  inancı  temele  aldığı  için  de  doğal  olarak  eleştiriye  ve  kuşkuculuğa kesinlikle kapalı olan bir felsefedir. Biraz daha özel olarak  teoloji açısından ele alındığında da Ortaçağda en sık sorulan soru  teolojik meselelerde  bir  karara  varılırken,  ustanın  akılyürütmeye mi  yoksa  otoriteye mi  dayanması  gerektiği sorusu olmuştur. Ortaçağ filozofuna göre, her bilimde soru ve problemleri belirleyen şey, o bilimin ilk ilkeleridir.  Teoloji  biliminin  ilk  ilkeleri  ise  imanın,  insana  otoriteler  tarafından  bildirilen  temel unsurlarından meydana gelir. Demek ki  teolojik meselelerde belirleyici olma rolü otoriteye ait olmak durumundadır; öte yandan kuşkuyu gidermenin en  iyi yolu otoritelere başvurmak olup, bu otoritelerin ilgili bireyi ikna edecek şekilde seçilmesi gerekir. Buna göre, Ortaçağ  felsefesi doğası  itibariyle yazılı kelam veya metinle kurulan özel bir  ilişkiyle karakterize  olur.  Gerçekten  de Musevilik,  Hıristiyanlık  ve  İslamiyet,  Tanrı  tarafından  vahyolunmuş kitap formundaki vahye dayanan dinlerdi. İlahi olana itaat vahyolunmuş kelama ilişkin olarak dikkatli bir  incelemeyi gerektiriyordu. Bu yüzden yazılı metnin otoritesine yapılan güçlü bir vurgu, bütün bir Ortaçağ düşüncesinde hep belirleyici oldu; filozoflar, fikirlerini ya da argümanlarını metnin otoritesiyle tam bir tutarlılık içinde oluşturmaya özen gösterdiler. Yazılı metnin otoritesine beslenen saygı, elbette ilahi metnin otoritesine koşulsuz  itaatle sınırlı olmayıp, klasik dünyanın mirası, özellikle de Platon’la Aristoteles’in  metinleri  için  de  geçerliydi.  Dini  ortodoksi  seküler  otorite  tarafından  her  durumda pekiştirildiği için ilahi metnin otoritesinden sapma büyük bir güçle cezalandırıldı ve bu yüzden, ateizm ve kuşkuculuk Ortaçağ düşüncesi için ifadesi imkânsız görüş ya da yaklaşımlar oldu.

20- İmanı,  dini  öğreti  veya  vahyolunan  kelamı  anlaşılır  hale  getirme  ve  öğretme  söz  konusu olduğunda,  yöntem  bu  kez  akılyürütme,  tartışma  ve  analiz  olarak  karşımıza  çıkar.  Çünkü  Ortaçağ filozofu salt otoriteye dayanırsa, dinleyicisine, öğrencisine veya okuyucusuna sadece hakikati gösterir fakat  dinleyici  kavrayış  bakımından  gelişmez  ve  pek  bir  şey  öğrenemez. Dolayısıyla,  dine  ait  olan görünmez  şeylerin  genel  idrakine  tekabül  eden  iman  yoluyla  kazanılan  apaçık  doğrulardan  hareket edecek akılyürütme ve tartışmalara ihtiyaç vardır. Buna göre, Ortaçağ filozofları, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savunmak ve geliştirmek için daha çok şerhe, kutsal  metinleri  yorumlama  metoduna  ve  mantıksal/dilsel  analize  yönelmişlerdir.  Klasik  Ortaçağ filozofları bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve  felsefi  terminolojilerini kullanmış ve daha sonra  da  Yunan  mantığını  bir  bütün  olarak  almışlardır.  Şu  halde,  Ortaçağ  filozoflarının,  imanı sistemleştirme  ve  temellendirme  çabalarında  aklı  ve mantığın  tümdengelimsel  tekniklerini  kullanmış oldukları söylenebilir.

21- Son olarak Ortaçağ düşüncesinin bilginin muhafaza edilmesi ve aktarılmasına özel bir önem atfetmiş olduğu söylenebilir. Bunu, sözgelimi Müslümanların daha İslamiyetin 2. yüzyılında İlkçağa ait tüm  bilgileri,  bütün  bilimsel  ve  felsefi  eserleri  Arapçaya  aktarmayı  başarmış  olmaları  olgusunda görebiliriz. Klasik mirası alıp, onu mükemmel bir biçimde koruduktan başka, birçok alanda ona önemli katkılarda bulunan Müslümanlar söz konusu hazinenin Batı’ya geçişine de aracılık etmişlerdi. Bilginin organizasyonunu da liberal sanatların genel çerçevesi içinde gerçekleştiren Hıristiyan dünya da bilimsel ve ilahi bilginin aktarılmasının en önemli aracı olarak üniversiteyi inşa etme başarısı gösterdi.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

İlgili Makaleler