Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır romanı hakkında bilgi: Türk edebiyatında natüralist köy romanının uzun nefesli yazarı Yaşar Kemal, Dağın Öte Yüzü roman üçlüsünün ikinci kitabı Yer Demir Gök Bakır’da düş öğesine dikkati çekecek bir yoğunlukla yer veriyor. Romanın dokusu düşle gerçeğin örgüsü. 47 bölümün başı ve sonu, Hasan ve Ummuhan kardeşlerin orman yaşantısını işlemekle bir çerçeve oluşturmaktadır. Birinci bölümde karlı bir günde ormanda ateş yakarak onun alevlerinde sihir dünyasına dalıp mutlu olan Hasan’ın romanın son bölümünde, bahar başlangıcında aynı ormanda, kibritlerini sakladığı taşın altında yeni açmış üç çiçeği keşfetmenin mutluluğuyla gerçeği, doğa gerçeğinin güzelliğini tanımasından anlaşılıyor ki yazar, romanında düş ve gerçek katmanlarına özellikle dikkat çekmek istemektedir.
Çocukların ateş yakmaktan, ateşle oynamaktan zevk aldıkları bilinir. Yaşar Kemal, Hasan’la Ummuhan’ın bu zevklerine gizlilik heyecanını, köyde kıymetli olduğu anlaşılan kibrit harcama lüksünün tadını da katarak bir çocukluk cenneti tablosu yaratıyor. Hasan, yaktığı ateşin alevlerini kendinden geçercesine hayranlıkla seyrederken orada bir düş dünyası bulur. Kardeşinin göremediği, yalnızca kendisi için var olan, yalnızca onu mutlu eden bir olaydır bu:
Nedense karıncalara sinirlendi. Ateşe bir tutam çalı üstüne de üçer kenger… Birden, doludizgin bir yalımdan at fırladı ocaktan, kocaman bir at… Üstünde kıvrılan, atın boynuna yatmış binicisi. “Ummuhan bak. Bak, kaçıyor!” diye bir çığlık attı Hasan. Ummuhan irkildi. “Öf, ne de güzel…”
Bir anda at ocaktan doludizgin süzüldü, çıktı gitti. “Gitti” dedi Hasan içini çekerek. “Vay ocağın bata, ben hiç böylesini görmedim. Sıyrıldı gitti. Göz açıp kapayıncaya kadar uçtu da gitti. Vay anasını, ne de güzel, ne de uçan bir attı, kız! Yelesi uçuyordu. Tam kuyruğundan koptu gitti!” Ummuhan:
“Yine mi yalım, diye güldü. “Yalımdan at vardı da ben niye görmedim ki?” (s. 24)
Hasan, bütün çabalarına rağmen Ummuhan’la düş mutluluğunu paylaşamazken baharda ortaya çıkan üç kır çiçeğinden duyduğu sevinci ona açıklayabilecektir, çünkü bunlar gözle görülen doğa gerçeğidir:
Taşın yerinde daha yeni açmış üç çiçek, kara toprağın yüzüne yaslanmış duruyordu. Birisi kırmızı, parlak bir billur kırmızısı… Yalım yalım… Uzun boyunlu. Birisi de sarı, ekin sarısı, güneş sarısı, sapsarı, billur sarısı… uzun boyunlu. Birisi de mavi, devedikeni mavisi, cam göbeği, gök mavisi, deniz mavisi, yalım mavisi, billur mavisi… uzun boyunlu.
Hasan Ummuhan’ın gözlerinin içine bakarak sordu: “Gördün mü?”
“Gördüm.”
“Üçünü de?”
“Gördüm.”(s. 426)
Yer Demir Gök Bakırda düşle gerçek ikileminin odak figürü, Memet Taşbaşoğlu. Roman üçlüsünün birinci kitabından tanıdığımız Taşbaşoğlu’nun Yalak Köyü’nün içinde bulunduğu yoksulluk felâketinde köylülerine karşı tutumunu 16. bölümde öğreniyoruz:
Ben bu köylü için tırnağımı kesip de atmam. Kendi düşen ağlamaz. Bırak sarhoşu düşene kadar gitsin. Bu köylü benim dediğimi yapsaydı da Söğütlü gerçekte Muhtar’a karşı gelseydi de, Miralay’ın oğlunun o bitmez çiftliğine gitmeseydi, bu haller başına gelmezdi. Var git yoluna Ali Kardaş, benden bu köye hayır yok. Çatlasın patlasın, varsın birbirlerini öldürsün bu namussuz köylü. Bundan böyle ben bu köyün hiç bir işine karışmam, (s. 151)
Taşbaşoğlu köylüyü Muhtar Sefer’e boyun eğmemeye, onun oyununa gelmemeye, kurak verimsiz olduğu bilinen Miralay’ın tarlasında çalışmamaya ikna etmek istemiş, bu davranışı törelere, geleneğe başkaldırmak sayıldığından, köylü onun sözüne inanmamıştır. Birinci kitabın konusunu oluşturan bu olay, sebep olduğu yoksulluk, borca girme, borcunu ödeyememe halleriyle birlikte ikinci kitabın ekonomik ve sosyal panoramasını belirlemektedir. Tüccar Adil, köylü alacaklısı olarak korkulan kişidir. Muhtar Sefer, romanın siyah-beyaz kurgusunda tipik kötü adamdır, ve Yaşar Kemal’in bütün olumsuzlukların bileşkesi olarak düşündüğü bu figür, romanın gerçekliğini kanımca çok zedelemektedir. Muhtar Sefer’in kötü mizaç özellikleri ve ahlâk yoksunlukları üzerinde durmayı gereksiz buluyorum. İncelememin konusu düş ve gerçeklik açısından önemli figür, Taşbaşoğlu’dur. Muhtar Sefer’e başkaldırmak için uyarmayı denediği köylüler ondan yana çıkmayınca köye tümden küskündür, çare aramaya yanaşmadığı gibi içinden onların uğradığı felâkete âdeta oh çeker. Ama karısının, köyün yoksulluğunun ve alacaklı Adil’den korkusunun gerilimi içinde çıkan kavgalarından birinde yaralanmasından sonra suskunluğu bırakıp saldırılara, ağır suçlamalara başlar. Köylü ona hak verdiği için her şeyi sineye çekmektedir. Onun sözünü tutmamakla bu hallere düştüklerini her an daha çok anlayan ve Taşbaş’ın ardı arkası kesilmeyen saldırılarına susmak zorunda kalan köylü, Taşbaşoğlu’nun karısının başına gelenlerden sorumluluk duyar ve günden güne Taşbaşoğlu’nu gözünde büyütür, ondan çekinir, alacaklı Adil’ den korktuğu gibi korkmaya başlar:
Karısının yarası azdıkça, Taşbaş da azıttıkça azıtıyordu. Ağzından köpükler saçılıyordu.
En iyi arkadaşı Uzun Ali bir kaç kere Taşbaş’ın evine gidip, etme eyleme, reva görme bu ağılı dil zulmünü, vazgeç bundan, köylü senin başına bir hal getirir, diyecek oldu. Taşbaş’ın aklı başından gitti, ağzı köpürdü, az daha Ali’yi evinden koğacaktı. Taşbaş konuştukça köylünün ürküntüsü, korkusu, saygısı artıyor, onun sesi, ağılı, acılı sesi kulaklarından gitmiyor. Sanki Taşbaş, bu köy, köy oldu olalı hep böyle konuşur. Taşbaş olmazsa, bu köy de olmaz. Öyle geliyor onlara.
Bir yandan, Adil Efendinin korkusu, bir yandan Taşbaş. Köy iki cendere arasında. Ezildikçe eziliyor, boğuluyor, (s. 177)
Bu korku yavaş yavaş onu keramet sahibi biri olarak görmeye dönüşür. Taşbaşoğlu artık köylünün gözünde her şeyi önceden bilen, düşünceleri gerçekleşen bir ulu kişidir. Karısının yaralanmasından sonra evine çekilip köylüden uzak durmaya başlaması bu imajı güçlendirir; köylü onu rüyada görüp birbirine yorumlatır. Taşbaş, Yalak Köyü’nün özlemini duyduğu yol gösterici ulu kişi kimliğine yerleştirilmiştir. Romanda halkın onu ermişliğe doğru basamak basamak nasıl yükselttiğini, bu olayın Taşbaş’ın kişiliğinde yaptığı etkiler üzerinde durmadan önce Yaşar Kemal’in bu kahramanını okuyucuya nasıl tanıttığına değinmek isterim. “Orta Direk”te köylüye nasıl yol göstericilikte bulunduğunu, Muhtar Sefer’e karşı onları nasıl uyardığını bildiğimiz Taşbaş’ın evi Yer Demir Gök Bakır’da şöyle anlatılıyor:
Taşbaş’ın evi bir gözcüktü. Ocağı büyüktü. Kamıştan örtmüştü ocaklığın üstünü. Çamurla sıvamıştı. Duvarlar da ak toprakla sıvalıydı. Öteki evlerin örülmüş gelişigüzel üst üste konmuş duvarlarına hiç benzemiyordu. Yerden beş karış yukarısına kadar da türlü türlü nakışlanmıştı. Uçan turnalar, esen yele dallarını vermiş ağaçlar, çiçeğe durmuş orman, kaçan geyikler, atlar. Taşbaşoğlu bir dünya koymuştu duvarına. (s. 149-150)
Yaşar Kemal kendi Atatürk değerlendirmesini Taşbaş’a yaptırıyor. Evini döşeme ve süslemesinden doğaya yakınlığını öğrendiğimiz Taşbaş’m önemli bir eşyası, bir Atatürk portresi, Atatürk’ü nasıl yorumladığı şöyle anlatılıyor:
Tam ocaklığın alnında, orta yerinde de büyük bir Mustafa Kemal resmi asılıydı. Başında kalpak vardı. Kaşları kalkıktı. Yüzüne inceden, alay eden bir hal takınmıştı. Taşbaşoğlu ona baktıkça içinden bir hoş acımaya benzer bir duygu geçiyordu. Ona göre Mustafa Kemal iyi adamdı, hem de babayiğit bir kişiydi. Azıcık da alaycı. Bu neden böyleydi? Çok çalışmıştı. Varını yoğunu bu millete vermişti. Hocalar ona karşı koymuşlar, millete gâvur diye ilânat vermişlerdi. Çok şey yapmış, çok engel aşmış… Ama bir eksik yönü vardı, bir yapamadığı işi vardı, üstesinden gelemediği… Yoksa bir insan böyle inceden inceye oturup da dünyaya gülmezdi. Hiç kimseye belli etmeden, (s. 150)
Atatürk’te başarılmamış bir şeylerin, bir eksik yönün sebep olabileceği alaycı bir gülüş sezen ilginç bir köylüdür bu Taşbaş. Anlaşılıyor ki yazar bu figürünü, Atatürk’ün değerini kabul eden ama onu eksiksiz bulmayan bir devrimci olarak yaratmak istemiştir.
Taşbaş’ın atalarına bir yücelik, bir ululuk vermeye hazır olan köylüler, bir zamanlar dağa çıkıp inzivaya çekilen Molla Ahmet hakkında halkın yarattığı efsaneyi bazı çeşitlemelerle Taşbaş- oğullarına yakıştırırlar. Anadolu’nun metamorfoz düşüncesine dayalı çeşitli efsanelerinden izler taşıyan bir Taşbaşoğulları efsanesi oluşur: Memet, Taşbaşların en büyük dedelerinden Ulu Taşbaş, dağlarda dolaşırken gövdesi taş, başı insan bir delikanlıya rastlar. Onu sevdiğinden koparmak için böyle büyülediklerini öğrenir. Yine sihirli bir nar çubuğuyla bu genci büyüden kurtarmak isterken bu kez bedeni insan, başı taş yapar. Sonunda onu sevdiğine kavuşturmak için kendi taş olmaya razı olur. Avuçlarında büyülü güller açar; gül büyüsünün etkisi ellerin taş başa değmesine bağlıdır. Bir karakuş gözlerini gagalamaya başlayınca Ulu Taşbaş elini gözlerine değdirir, değen yerler taş olmaktan kurtulur. İnsan haline gelince dağ başında üç gece uyur, döndüğünde başından geçenleri köylülerine anlatır.
Taşbaş’ın kulağına gelen bu söylentiye tepki, onun bu konuyu kendi çıkarı için kullanmak niyetinde olmadığını, doğrudan yana olduğunu ortaya koyar:
Vallahi billahi soyumdan böyle bir adam çıktığını bilmiyorum. Bence bizim soyda böyle bir adam yok. Benim bildiğim o dağlar ulusu Molla Ahmet’tir. Erciyes dağına çıkan da dedem değil, Lokman Hekim’dir. Bunu da cümle âlem bilir, dedi. (s. 212)
Köylü, Taşbaş’ı önce soyunu sopunu tanımamış olmakla suçlar, sonra bunu onun alçakgönüllüğüne verir. Ünlü Lokman Hekim efsanesi de Lokman Taşbaş efsanesine dönüştürülüp halk arasında güncelleşir. Yaşar Kemal, roman kahramanı Memet Taşbaş’ın köylüleri tarafından nasıl ululaştırıldığını dile getirirken bu tür efsaneleri yapı taşı olarak kullanıyor ve roman dokusuna efsaneler yerleştiriyor. Anadolu’nun Kazdağı ve Toroslar’la ilgili aşk efsanesine de yer veren yazar, bunun bir söylenti olarak ortaya atılıp Taşbaş’ın atasına bağlanmak istendiğini ama tutmadığım belirtmekle birlikte efsaneyi bütünüyle nakletmekten kendini alamıyor. Ulu Taşbaş’m Kazdağından çıkıp Toros dağlarına, Çukurova yoluna diktiği ceviz fidanının büyüyüp kutsallaştığını, ışık olarak göğe yükseldiğini, başı dara gelen insanlara yardım ettiğini de aynı efsane çerçevesi içinde anlattıktan sonra, köylünün bu ışıktan ceviz ağacını Taşbaş’m ocağında görüşünü işliyor. Top ışık imgesi, kutsal yediyle birleşip köyün bücür sansar avcısı Memidik’e Taşbaşoğlu’nun yeşiller giyinmiş haliyle bir arada görünüyor. Taşbaşoğlu’nu ilgilendiren her rüya, her efsane, her hayal gibi Memidik’in yaşantısı da köyde olay oluyor:
Evden eve gidip gelmeler, anlatmalar, dur durak bilmeden Memidiğe yeniden anlattırmalar. Bugün köyün en mutlu günü. Herkes bu hikâyenin tadında. İliklerine kadar bu hikâyeyi duyuyorlar. Köyün güzel konuşanları bir, bir daha bir daha anlatıyorlar. Ocak başlarına toplananlar, birken üç, üçken beş oluyorlar. Ocak başlarındaki topluluklar gittikçe çoğalıyor, (s. 274)
Muhtar Sefer, efsaneleşen Taşbaşoğlu’ndan korkmaktadır. Onu öldürmeyi dener, hükümete şikâyet eder; bu efsanelerden birinin yaratıcısı olan Memidik’e eziyet ederek halka yalan söylediğini açıklatmak ister, ama Memidik kutsal inancı elinden alınmak istenen biri gibi her türlü cefaya katlanır, inandığı şeyi inkâr etmez. Yazar, Memidik’in tutumunu Muhtar Sefer’e şöyle yorumlatır:
Bu hikâyeyi Memidik uydurmasa, sanki başkası uydurmayacak mıydı? Böyle hikâyelerin öylesine talibi çoktu ki… insanlar böyle hikâyeler uydurmaya, uydurdukları hikâyelere inanmaya, inandıktan sonra büyük bir esriklik içinde başkalarına anlatmaya, onları da inandırmaya can atarlardı. Neylersin ki böyle bir uyduruculuk insanoğlunun huyunda var. Çıkasıca, kuruyasıca huyunda var. (s. 298)
Memet Taşbaş, Memidik’e de kendisine o gece görünen kimsenin o olamayacağını anlatmaya çalışarak efsaneleştirilmesine karşı koymayı dener, ama bunu başaramaz. Taşbaş artık kendinden şüphelenmeye başlar. “Ate§ olmayan yerden duman çıkmaz” sözünü hatırlayıp kendini sınamaya başlar, gerçekleştirmesini istediği dilekleri denek taşı yapar:
Eğer Sefer kar altında kalırsa, kendi de, ateşin harıl harıl yandığına inanacaktı. Ve de ermiş olduğunu kabul edecekti. Acaba ermişler nasıl kişilerdi? Bunu ilk olarak düşündü. Belki de tıpkı kendisi gibi insanlardı. Her ne hal ise yakında belli olacaktı. Ermiş mi, değil mi? (s. 31 7)
Zaman zaman köylünün ve kendi ailesinin kendisine karşı tutumunu alaya alıp onların doğrultusunda hikâyeler uydurmaya başlar, ama ağzından çıkan her söz ciddiye alınır, eklemelerle ağızdan ağıza dolanır durur. Taşbaşoğlu mücadelenin her çeşidini dener, kendisini bir oyuna kurban gitmekten kurtarmaya kesin kararlıdır:
Taşbaşoğlu öğrendi ki evde, bu şaka olsun diye söyledikleri, söyleyip güldükleri hemen köye yayılıyor, ciddiye alınıyor.
İşte bundan bir iyice ürktü, kızdı. “Ulan köylü” dedi, ne yapsan beni hiçbir zaman ermiş yapamayacaksın. Kul Murtaza gibi deliler damına, Vurgun Ahmet gibi dağlara düşmeyeceğim. Öleceğim de böyle olmayacağım, (s. 320)
Romanın 34. bölümü Taşbaş hakkındaki söylentileri, onu ululaştırmak, ermiş kişiliğine bürümek, peygamberleştirmek yolunda yaratılan efsaneleri, masalları bütün çeşitliliği içinde sıralar. 35. Bölümden başlayarak, halkın Taşbaş’tan beklentileri, onun şifa dağıtmak görevini esirgememesi isteği söz konusu oluyor. Taşbaş bu beklentilere karşı da şiddetle karşı çıkmaktan
başlayıp çaresiz boyun eğmeye kadar varan bir tutum içine giriyor:
Taşbaş ellerini kavuşturdu. Sıdkile candan, Allaha sığınarak, bu zavallıların cümle hastalıklardan arınmaları için dua etti. Teker teker her hastanın başında durdu, duasını yüzlerine üfledi. O duasını üflerken hastalar gözlerini açıp ona minnetle, sevgiyle, umutla bakıyorlardı. Taşbaş teker teker de onların saçlarını okşadı.
Hastaların sahipleri hediyeler getirmişlerdi. Taşbaş hiç birisini almadı.
“Bana gelenler bundan sonra bir cimdik tuzdan başka bir şey getirmesinler.” dedi. “Yoksa dualarım Allah indinde kabul olmaz.” (s. 341-342)
Muhtar Sefer’in ihbarı üzerine jandarma yüzbaşının karşısına çıkarılan Taşbaş, savunmasından önce Yüzbaşı’dan medeniyet, fen, bilim, keramet, cehalet, büyücülük konusunda ağır, hırpalayıcı bir konuşma dinler:
Millet aya gidiyor. Kerametle değil, fenle, bilimle gidiyor. Ulan ayı, sen burada efsaneler uydurup, halkı kandırıyor ve halk bu çamur, bu zillet, bu karanlık, bu yoksulluk, bu cehalet içinde böyle yüzyıllar kalsın diye onlara kerametler gösterip büyüler yapıyorsun. Ben de seni bu yirminci yüzyılın hatırı için ezerim, (s. 366)
Halk, jandarma yüzbaşısı ile Taşbaşoğlu karşılaşmasını Taşbaşoğlu lehine yine efsaneleştirir:
Yüzbaşı, Taşbaş Efendimizi görür görmez ayaklarına kapanmış. Kusurumu bağışla Taşbaş Efendimiz, demiş. Ben de senin için kötü düşünmüştüm. Taşbaş Efendimizin alnından bir top ışık çıkmış, pencereden fırlamış gitmiş, (s. 368)
Romanın 39. bölümünde Taşbaşoğlu’nun kendi ermişliğine inancı uyanmaya başlar; çünkü yatalak bir kızın onun nefesiyle ayağa kalktığına tanık olur. 40. Bölümde Taşbaşoğlu’nun kendi
kendisiyle mücadelesi işlenir. Ermişliğine inancının doğrulanması için başkalarının gördüğü ‘ziyaret cevizi’nin kendisine de görünmesini ister, soğukta boş yere dışarıda bekleyip durur. Sonunda bir başka bekleyişte üç saatlik gözetleme, bir anlık ışık görüntüsüyle onu mutlu eder:
Gözleri evin üstünde, tam üç saattir bekliyordu. Birden kulağına hışıltı ve kuş sesi geldi. Sevincinden, heyecanından ayağa kalktı. Gıcılı boran ona öyle çarptı ki az daha yere düşüyordu. Işık göründü görünecekti. Haydi… Gözlerinin önünden bir an kısacık, incecik bir an ışık balkıması geçti… Sonra her şey karardı, (s. 386)
Taşbaş’ın ermişliğine inanmak isteği ile kuşkuları arasındaki gidiş gelişleri, ruh dünyası, Yer Demir Gök Bakır’ın en başarılı pasajlarını oluşturuyor. Romandaki düş ve gerçek öğelerinin birbiriyle ilişkisi, çerçeve anlatıda olduğu gibi romanın merkez figürü Taşbaş’ın ermişlik konusundaki duygu ve düşüncelerinde de açığa çıkmaktadır. Düşler, gerçekleşmesi istenen ideallerin öncüsü, gerçekliklerin ilginç birer izdüşümüdürler. Yalak Köylüsünün Taşbaş’ın soyuyla ve kişiliğiyle ilgili yarattığı efsaneler onların bir önder arayışlarından, bir yol göstericiye sahip olma isteğinden kaynaklanmıştır. Yani düş ve gerçek birbirinden apayrı şeyler değil, sebep-sonuç bağıntısı içinde düşünülmüş kavramlardır. Yer Demir Gök Bakırda eksikliğini fark ettiğim özellik, roman kurgusundaki organik yapı. Çıkarıldığı zaman roman bütünlüğünü bozmayacak pasajlar olduğu gibi, tekrarlar da gözden kaçmayacak kadar fazla. Başlı başına üç bölüm, Hüsne’yle Recep’in sevdalarını dile getiren cinsel tablolara ayrılmış. Roman konusu içinde bu bölümlerin organik işlevi belki zorlama bir yorumla şöyle açıklanabilir: Köyün karanlık geleceği, hayata bağlı olan bu sevdalı gençleri kendilerine yeni bir yer aramak için göç etmeye zorlamış, bu uğurda kendilerini ölüm tehlikesine atmışlardır. Sonları donarak ölmektir. Ama okuyucu üzerindeki etki, yazarın bu bölümleri, sürükleyiciliği pekiştirmek için cinsellik tablolarına yer vermek için yazmış olabileceğini doğrular gibidir. Romanın odak sembolü alev, hem düş kaynağı hem de sevgi anlamıyla yüklüdür. İki kardeşin ormanda yaktığı ateş, sakladıkları kibrit gibi Taşbaş’m tutuklanıp götürülürken kaçışında da kibrit ve ateş sevgiyi çağrıştırmaktadır:
Üstünü karların örttüğünün farkına varınca kımıldadı, var gücünü ellerine topladı, mağaraya doğru sürünmeğe başladı. Köpek yanındaydı, o da onun gibi ağır ağır sürünürcesine yürüyordu.
Taşbaş cebindeki kibrite dokundu bir ara.
“Bu kibrit Hasanınım kibriti. Bana yadigarı,” dedi.,
İçi sıcak bir sevgiyle doldu, (s. 415)
Taşbaş jandarmanın ardından giderken de onun insanca davranışıyla sevgi konusunda ilginç düşüncelere dalar. Alevîlik mezhebinin Tanrı-insan-sevgi kavramına karşı ilgi ve sezgi dolu bir anlayışla yaklaşması söz konusudur:
Taşbaş içinden geçirdi, “şu Kızılbaşlar gibi de sıcak insanlar yok bu dünyada” dedi. “Hak dini, dostluk dini, sevgi dini… Bunlar hep bir işlerini sevgi üstüne kuruyorlar ama yalandır. Bunlar insan sevgisine, dünya sevgisine tapıyorlar. Dünyanın sevgisi de ışığı değil mi?” (s. 411)
Taşbaş’ın sonu, donarak ölmektir, ama bu ölüm de türlü yorumlara açıktır. Boradan kurtulmak için sığındıkları mağarada yanındaki onbaşılardan gördüğü insanca yakınlık ile duygulanıp yüzbaşının önüne çıkarılmakla kendisini bekleyen muameleden, verdiği sözü tutmamış olmaktan korkarak kaçmaya karar vermiştir. O havada mağaradan dışarı çıkma kararı, bir intihardır. Ama Taşbaş’m içindeki umut, Tanrı’nın onu bir mucizeyle koruyacağı umudu, olaya başka bir anlam vermektedir. Fırtınayla uğuldayan ormanda âni bir şimşek, hem Taşbaş’a hem de mağaradaki onbaşılara, onun hakkında olağanüstü bir şeyler sezdirir. Cumali Onbaşı, olayı kendi inanç çizgisi doğrultusunda yeniden biçimleyip yüzbaşıya ve köy halkına şöyle aktarır:
Boran tuttu. Ortalık koyu bir karanlığa kesti. Bu anda kulağıma bir ses geldi: Ya Ali, ya Ali… ya dünyanın ışığı… Taşbaşoğlu önde, biz arkada yürüyorduk. Birden sesle birlikte önümüzde bir ışık patladı. Işık kurşun gibi dağlara doğru aktı. Ben, Taşbaş, Taşbaş, Taşbaş Memet, dedim. Hiç ses yok. Sabaha kadar bağırdım, yok. Orada gün ışığıncaya kadar bekledim. Taşbaş yok. Şu kadarcık hilafım varsa çoluğumu çocuğumu görmeyeyim, Ali beni sofrasından koğsun… (s. 420)
Ali Cumali Onbaşı, Taşbaş’ın ermişliği hakkında Alevîliğin insan-Tanrı-yaratıcı-ışık kavramlar dizisiyle oldukça soyut bir açıklama yaparken bir yerde yazarın düşüncelerini yansıtmaktadır:
Yeryüzüne insan yaratığı gibi değerli hiç bir yaratık gelmemişti. Allah bile insan suretinde tecelli ederdi. Allah’tan sonra, belki de ondan önce yerin göğün yaratıcısı insandı. Allah bir ışık olarak görünürdü. Ve ışık tekmil insanlarda vardı. Belki bir gün iyilerin iyisi bir insanda gözükürdü. O yüzdendir kimi Alevîler insana ve ışığa secde ederlerdi.
Bunu Taşbaşoğlu da bilirdi. Belki Allah’ın ışığı ondaydı. Belki köylü onda bu ışığı görmüştü. Belki değil muhakkak. Yoksa, köylü hiç kimseye, boş yere böyle birine sarılmazdı.
(s. 409)
İşte bu yorum, romandaki gerçekle düşün kesiştiği noktadır. “Işık” semboliği, insan sevgisinin ve metafizik gücün anlamını yüklenmektedir. Yer Demir Gök Bakır’da halkın “ermiş” imgesi gibi ermişliğine inanacak hale gelen kişinin temel tutumu, insan sevgisine, insana olağanüstü inanma ihtiyacına dayandırılmıştır.
Kaynak: Çağdaş Türk Romanı üzerine incelemeler, Gürsel Aytaç, Doğubatı Yayınları, 2012