Yaşar Kemal kimdir? hayatı ve eserleri: Adana’nın Osmaniye (şimdi il) ilçesine bağlı Hemite (Göğceli) köyünde doğmuş olan Yaşar Kemal (Göğceli), dört yaşında iken babasını kaybetmiş, zor yıllar içinde büyümüştür. Burhanlı ve Kadirli’de ilkokul öğreniminden sonra ortaokul son sınıftan ayrılmıştır. Böylece hayata atılan Yaşar Kemal, pamuk ırgatlığı, ırgat kâtipliği, çeltik ve bostan bekçiliği, ırgat kâhyalığı, öğretmen vekilliği, Kadirli’de arzuhalcilik, İstanbul’da Havagazı Şirketi memurluğu, gazete muhabirliği, röportaj yazıcılığı, senaryo yazarlığı gibi sayısız işler yapmıştır. Zamanla, yalnız romanları ile uğraşan ve kalemiyle yaşıyan bir yazar olmuştur.
Türler
Yaşar Kemal,
folklor derleyicilik,
fıkra,
röportaj,
hikâye ve roman türlerinde eserler vermiştir. Yayımlanmış ilk eseri, halk ağzından devşirilmiş Ağıtlar(1943)’dır. Sonradan Üç Anadolu Efsanesi (1976)’ni yazmıştır. Fıkra ve denemelerini Taş Çatlasa (1961)’da toplamıştır.
Röportajları
Yanan Ormanlarda Elli Gün (1955),
Çukurova Yana Yana (1955),
Peri Bacaları (1957) adlarıyla basılmıştır.
Sonra bu röportajların hepsini, Bu Diyar Baştan Başa(1971)’da toplamıştır. 1971’den sonraki röportajlarının kitabı Bir Bulut Kaynıyor(1974) adını taşıyor.
Yaşar Kemal, 1955’te kendisine Gazeteciler Cemiyeti’nin “Röportaj armağanı”nı kazandırmış olan bu alanda başarılıdır. Roman ve hikâyelerinde bile röportaj havası sezilen yazıcı, bu üç yazı türü arasında ilintiler kurmaktadır. Röportajlarını nasıl yazdığını anlatan şu satırlar, roman-hikâye çalışmalarını da özetliyor denilebilir
“Röportajlarımı, uzun araştırmalardan sonra yaparım… Bölgenin her şeyiyle: Ağacı, kuşu, folkloru, dedikodusu, geçimi, ölümü kalımı ile yakından ilgilenirim. Şivelerini konuşmağa, onlar gibi olmağa çalışırım…”
Hikâyeleri
Sarı Sıcak (1952)’da toplanmıştır. Sonradan Bütün Hikâyeler (1967)’de eski yeni hepsini bir araya getirmiştir.
Romanları
Teneke (1955),
İnce Memed (1955- İkinci cildi 1969- üçüncü cildi 1984),
Orta Direk (1960),
Yer Demir Gök Bakır (1963),
Ölmez Otu (1969),
Ağrıdağı Efsanesi (1970),
Binboğalar Efsanesi (1971),
Çakırcalı Efe (1972),
Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974),
Yusufçuk Yusuf (1975),
Yılanı Öldürseler (1976),
Al Gözüm Seyreyle Salih (1976),
Allah’ın Askerleri (1978),
Kuşlar da Gitti (1978),
Deniz Küstü (1978),
Kimsecik 1, Yağmurcuk Kuşu (1980),
Höyükteki Nar Ağacı (1982),
Kale Kapısı (1985),
Kanın Sesi (1991).
İki perdelik bir oyun haline sokularak 1965-1966’da İstanbul’da oynanmış, İnce Memed romanı Unesco tarafından İngilizce ve Fransızcaya çevrilmiştir. Yer Demir Gök Bakır romanı Orta direkin devamıdır. Son romanlarından birisi de Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana Bir Ada Hikâyesi I(1998)’dir.
Yaşar Kemal, Sarı Sıcak’tan sonra daha çok roman yazıcılığı yapmaktadır, ama yılda bir iki hikâye yayımlayarak o türü de sürdürmek isteğinde görülüyor. Hikâyeyle roman arasında önemli bir fark görmediğini açıklamış olan bu yazarın hikâyelerine, konu, çevre, üslûp ve tez bakımlarından zaten birer küçük roman gözüyle bakılabilir.
Kişiliği
Yaşar Kemal’in roman ve hikâyelerinde, büyüme, yaşama ve yetişme tarzlarının, girip çıktığı işlerin, yoksul ve kimsesiz çocukluğun, büyüdüğü tabiî çevre ile sonradan karıştığı büyük şehir hayatı çelişmelerinin, türlü çabalar ve tesadüflerle ansızın ulaştığı şöhretin, düzenli tahsil görmeyip de kendisini hayatta yetiştirmeğe çalışmanın… Bütün bunların sonucu olan düzensiz ruh hallerinin izleri görülmektedir.
Yurdun en bilinmez köyündeki yoksul bir yetim iken “ünlü bir romancı” derecesine çıkması edebiyatımızda bir yeniliktir. Kabiliyet ve gayretinin yanısıra, bu imkânı kendisine hazırlayan çevreler ve yazarın o çevrelere verdiği “taviz”ler, o çevrelerden aldığı “kalıp”lar vardır.
Dört yaşında iken babasını “vurmuşlar” ve kendisinin dili tutularak bir süre “kekeme” kalmıştır. Bilmem hangi sebepten yazarın bir gözü sakattır. Zamanında ve gereği kadar tahsil görememenin türettiği sonuçlar vardır. Bütün bu haller, onun başka, kalabalıklar ve aydınlar arasında rahat olmaması sonucunu verebilir.
Topraksız, az topraklı veya başkalarının toprağında çalışan köylümüzün çilesini, çocukluğunun tek bakıcısı, tek sevgilisi olan anasıyla birlikte bizzat çekmiştir. Sığınacak baba yokluğunu hissetmiş, belki açlığın, ağa veya el eline bakmanın ne olduğunu ruhunda, vücudunda ezâ gibi denemiştir.
Onun için bu dertlere samimiyetle fakat sonraları maalesef öğrendiği doktrinlerin dar açısından dokunur. Dul ve koruyucu anası, hemen bütün romanlarında “bin sıkıntıyla yetişmiş” oğlunun yanındadır. Teneke’de Zeyno Kan olarak, İnce Memed’in anası olarak, Ortadirek ve Yer Demir Gök Bakır’da Meryemce olarak görünmektedir.
Zeynep Oral’la bir görüşmesinde kendi mizacını şöyle anlatıyor: ,
“… Çok çabuk kırılıp küsüyorum… Benim sevdiklerim de acılarım da hep dorukta.. Karamsarlığa tahammülüm yok. Hemen kendime bir mit yaratıp ona sığınıyorum. Ben aydınlığın türkücüsüyüm.”(Sözden Söze, 1990, s. 120)
“Şöyle bakarsan bir şeye benzetemezsin. Kısacık, incecik, koca kafalı yirmi yaşında gösteren, hep düşünceli duran bir çocuktur” diye tanıttığı fakat âleme hayret veren yiğitlikleri, atıcılığı, atikliği ile efsane haline koyduğu İnce Memed de, yazarın göze çarpmıyan fakat kendisinde üstünlükler sezen kişiliğini düşündürmektedir.
Yazarın erken yitirdiği babası da Teneke’de, haksızlıklara başkaldırıcı Kürt Memet Ali, Akçasaz’ın Ağaları’nda Yusufçuk Yusuf olarak yaşamaktadır.
“Yaşar Kemal’de Kişiler”i incelerken bazı konulan yazardan soruşturan öğrencim Sabit Bayıldıran, onun Eşkıya romantizmi yapmasının sebeplerini şöyle anlatıyor.
“Yazarın ilk romanına bir eşkıyayı kahraman yapması, rastlantı sonucu değildir. Yaşar Kemal’in köyü, Toroslar’ın eteğinde bir küçük köy. Ve geceleri eşkıyalar gelir, sabahlara dek Yaşar’ın evinde kalır. Bu durum çocuğun bilinç-altında yer edecektir. Eşkıyalar, eşkıyalık üstüne öyküler, türküler, ağıtlar dinlemiştir…” Akçasaz’ın Ağaları romanının baş-kişilerinden olan Yusufçuk Yusuf un korkusu da bir eşkıya türküsüne dayanmaktadır. Yaşar’ın anlattığına göre Mehmet Ali adında biri kan gütme yüzünden dağa çıkar ve kardeşleri türkü yakarlar: “Mehmet Ali şimdi uçan kuştan korkar” diyerek.
Yaşar Kemal “halk edebiyatının ağıtlar ve tekerlemeler” (ve son yıllarda en çok efsaneler) kolu üstünde çalışmıştır. Bütün bunlar, biraz da yazarın yetiştiği çevre ile yakından ilgilidir. Bu çevre Karacaoğlan-Dadaloğlu gelenekleriyle yoğrulmuştur. Eşkıya türküleri ve söylentileriyle dopdoludur. Bu folklor ağırlığı, roman ve hikâyelerinin konulan içine sızdığı kadar üslûbunu da yoğurup yapmıştır. Bu konuda anlattıkları şöyledir
“Ben çocukluğumda halk şairiydim. Âşık Kemal derlerdi… Bir yandan da ünlü bir Köroğlu anlatıcısıydım. O zamanlar destan anlatıcıları var… Köy köy dolaşıp destan anlatıyorlar.. Ben de Köroğlu anlatıyorum… Destanı anlattıktan sonra cebimden san defterimi çıkarırım. “Ağıt topluyorum” derim. Analar bacılar başıma üşüşür, bana ağıt yazdırırlar.” (Sözden Söze, s. 116)
Roman Anlayışı
Yaşar Kemal, roman üzerinde düşünmüş ve bu konuda bir anlayışa varmış mıdır? Yoksa sadece gözlemlerini, hayallerini, duygularını, öfkelerini gür, taze bir üslûpta dile getiren yazıcı mıdır? Bu sorulara hak verdirecek sebepler çoktur. Bir kere roman ve hikâye üzerinde söylediği şeyler, romanları ve romancının şöhretiyle ölçülmeyecek kadar beylik ve dağınık görünüyor:
“Sanatın bir terkip işi olduğun a inanıyorum. İnanıyorum demek de tada. Sanat eseri başka türlü nasıl olur? Olursa dayalın kalır. En iyi terkipçi ne söyleyeceğini bilirse, yani yüreği, kalası doluysa usta bir sanat eridir…
Gerçekçilik dedikleri bir kandırmaca değil. Sırasında bir düştür ama kandırmaca değil… gerçekçilik, dünyayı aynen kopye etmek değildir. Tabiata da, insana da, hadiselere de kendi gözümüzle bakmak ve kendimize yeni bir dünya görüşü kurmak. Çoğu kupkuru bir hâdiseyi olduğu gibi veriyor. Bazısı, ben kahvede oturup konuşmaları aynen not ediyorum diyor. Bir vak’a olur da yazar, inandıramaz. Başka bir yazar da olmayan bir şeyi yaratır ve inandırır. ” (Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, s. 120,122) gibi sözlerinde, yaptığı işin açık şuruna ulaşmış bir romancı ifadesi bulabilmek zordur.
Aynı dağınık ve yüzlek bakışları, yazarın 1985’ten sonra verdiği mülâkatlarda da görüyoruz:
“Arif Dino, hep “roman sürüklemeli” derdi. Romanın nefes kesiciliğini Kamelyalı Kadın ’dan öğrendim… Roman biçimdir; her şey biçimdir. Düşünce bile. Sanat yeni biçimdir. Kendi biçimini yarattığın an, romancı oluyorsun.
Yazarken hiç okuru düşünmedim. Yalnız romanımı düşünürüm. Son yazdığım yer şu: Roman sürüklemeli. Ortadirek’i şimdi yazsam, çok daha nefes nefese okunurdu.” (Sözden Söze, s. 115-117)
Fikirleri
Yaşar Kemal: “Her sanat eseri bütünüyle bir düşünceyi savunur. O düşünce bize göre ya faydalı ya zararlıdır. Sanat eserlerinin bir kısmı devrinde savaşçı olur. Toplumu zorlar. Toplumda bazı yönlerde bazı kimselere karşı birlik olur. ” diyerek basit dille tezli romanı, daha açıkçası bir davanın âleti olan romanı savunuyor. Kemal Tahir’in aksine ve Orhan Kemal’e yaklaşarak “önce romancılık” değil, önce tez demek istiyor. Sanatın birleştirici, onarıcı, çözümleyici değerini de unutarak “Bazı kimselere karşı birleşmek” gerektiğini, yani roman yerine partizan politikayı kavga veya kayırmayı önemsiyor.
“Toplumu zorlayan savaşçı” düşünceler nelerdir? Yazarın yaymak istediği bu görüşlere kabataslak: Sosyalizm denebilir. Ama nasıl sosyalizm? Buna bir düşünce sosyalizmi diyebilmek ve cinsini belli etmek kolay değildir. Yaşar Kemal’in sezdirdiği görüşler ancak isyan ve öfke karışığı duygu sosyalizmi, tabiat sosyalizmi, öc-alma sosyalizmi gibi sıfatlarla nitelenebilir. Yoksa ele aldığı vak’aların veya çatışmaların tarihî-iktisadî sebeplerini gözetecek bilgi ağırlığı söz konusu değildir. Romanı bir inceleme-araştırma işi saydığını söylemesi, kitap okuyup araştırmak bakımından değildir, yazar, olsa olsa folklor derlemelerini düşünmüş olabilir.
1960’ta çıkmış “Beş Romancı Tartışıyor’un sonuna alınan bir konuşmasında, ilerde neler yazacağını şu tarzda açıklamıştır
“Şimdi elimde üç tane romanım var: Ferhat, kafamda bitti. Bir kerede yazıldı ama tutturamadım birincide. Hani şu dağlan delen Ferhat var ya, onun hikâyesi. Sonra Ortadirek’in ötekisi… Sonra bir öfke romanı… 1946’da geçmiş, memlekette türlü çekişmelere sebep olmuş bir olayın romanıdır bu… Bir de bizim Kadirli’de-ki Akçasaz’ın hikâyesi. Akçasaz’ı kuruttular ya, kurumadan öncesinin hikâyesi.”
Demek ki yazar, bazen Teneke’de ve Akçasaz’ın Ağaları’nda, cereyan ettiği şekilde gazetelere geçmiş veya dillere düşmüş çarpıcı bir hâdiseyi alıyor. Çok heyecanlar, koçaklamalar ve çatışmalı duygular katarak onu yeniden kuruyor sonra da bir tarafı yükseltip ötekini ezecek tarzda anlatıyor. Bir zümreyi tutarken öbürünü karalıyor. Kovboy Alimlerinde olduğu gibi kendi duruşmasında geçirdiği iyileri kurtarıp kötüleri cezalandırıyor. Ancak kovboy geleneğinde bile zalimler mutlaka adalet töresine göre cezalanır. Burada yazar bir doktrin veya öfke uğruna cezalandırıyor. Çok yerde devlet düzenini ve adaleti de horlayarak zalimleri, (onlardan daha zalim ve bayağı olan) eşkıyaya ezdiriyor. Masal şehzadesi gibi gelen ve sonunda Köroğlu gibi sırrolan İnce Memed, köylülere toprak dağıtıyor. Teneke’de Sazlıdere köylüleri çeltikçilere ve jandarmaya karşı silâhlanarak mağara devrinin tabiî hukuk düzeninde olduğu gibi ihkaak-ı halka (haklarım kendi elleriyle zorla almaya) kalkışıyorlar.
O halde, “sanat eseri bütünüyle bir düşünceyi savunur” demesine rağmen Yaşar Kemal’de hakikati objektif şekilde araştırıp yargılamaktan doğan bir düşünce bulmak zordur. Gerçek fikir ve hikmet unsurlarını biz, olsa olsa onun efsanelere, masallara aşk ve sevgiyle dalarak yaşlı kadınlara, meczuplara, ihtiyarlara söylettiği mâni, hikmet, ağıt, atasözü gibi folklor ürünlerinde buluruz. Yazar maksatsız ve doktrinsiz bir tarzda romanlarını folklor üzerine kurabilseydi Türk düşüncesinin esaslı bir yanı ortaya çıkabilirdi… Ama bugünkü halleriyle o romanlarının bir kısmı, düşünceden ziyade düşmanca duygulan, bazen da saplantıları ve öfkeyi yansıtırlar. Yığınlardaki ilkel eşkıya romantizmini, devletin yeryüzünde var olmadığı mağara çağlarının ihkaak-ı hak ve kan gütme çaresizliklerini vermekle, çağdaş toplumun geniş görüş, ilim ve metot bekleyen meselelerine yaklaşılamaz.
Böyle olmakla beraber, romanlarının en belirgin malzemesi olan folklor kültüründen ve halk irfanından dahi kopmakta olan toplumumuzun hali, son yıllarda Yaşar Kemal’i de için için yakmaktadır. Bu konuda, İnsanî gerçekleri yansıtan ve derli topluluk taşıyan görüşleri şunlardır:
“Benim, içinde büyüdüğüm bir halk vardı. Bizim oralarda Karacaoğlan türküsü bilmeyene kız vermezlerdi. Mimarîde, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür vardı.
Kültürler doğal olarak ölür (???) Ama ölenin yerine yenisi gelir. Bir yanda körü körüne bir Batı taklitçiliği var. Öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık. Nâzım Hikmet, Batı kültürü, Osmanlı kültürü, halk kültürünün, bu üçünün bir arada yoğrulmasının, bu büyük halkanın son şairidir.
Bugün halk kültürümüzün dallan kesiliyor, ağaç ölüyor, tohum yere düşmüyor. Ulus bilinci (millet şuuru) gerekiyor tohumlar için. Ama ulus bilinci bizde şimdilik yok.
Benim bir ayağım Anadolu’daysa, bir ayağım da dünyada. Kültürler birbirini besler. Dünya kültüründen beslenmek şart, ama kendi kaynaklarını da bilmeli. Kendi kaynaklarımızı bilip dünyaya açılmaktan başka çaremiz yok.”
(Sözden Söze, s. 121-122)
Olaylar
Yaşar Kemal’in hikâye ve romanlarında olaylar, özellikle Toros köylüleri ve Çukurova’lı yoksul insanların verimsiz tabiatla, zorbalıkla ve (bazen devletten gelen) haksızlıkla yaptıkları savaşlar üstüne kuruludur. Yukarda görüldüğü gibi bu olayların çoğu gazetelere geçmiş veya halkın diline düşmüş hâdiselerden çıkarılıp tek yanlı bakışla ele alınmış, bol ve çekici folklor unsurlarıyla zengin bir güzelliğe konulmuştur.
Yaşar Kemal’in bütün roman ve hikâyelerinde ele aldığı konuların özünü, özetini ve aynı zamanda amaçlarını düşünerek, şöyle diyebiliriz: Haklı veya haksız, kasıtlı veya kasıtsız olarak bazı insanların zulümlerini, bazılarının da çilelerini abartmıştır. Ancak bütün bunları duygularla donatarak şairane üslûpla yansıtmakta ustalık göstermiştir.
Kişiler
Yaşar Kemal’in hikâye ve romanlarında kişi kadrosu zengin değildir. Bunlar, hatta üç kısımda toplanabilir: Eşkıyalar, ağalar ve ırgatlar (yoksul köylüler). Köy ve kasaba ağalan, topraklarında köle gibi boğaz tokluğuna çalıştırdıkları; sırasında mallarına, canlarına, hatta ırzlarına el koydukları bu köylüleri, maddî-manevî baskı altında sömürürler. Bazı köylüleri (kâhya, muhtar) âlet ederek ve çok kez, sırtlarını çürük törelere ve kanunların püf noktalarına, tek parti kodamanlarına veya politik iktidara dayandırarak bu bozuk düzeni sürdürürler. Devlet, kaymakam, memur ve jandarmaları vasıtasıyla köylüden yana çıkamadığı için tek çare eşkıyalığa kalır. Eşkıya, ağayı öldürerek dağa çıkar, zenginlerden vurup halka dağıtır. Böylece alışılmış efsaneleri izleyen Köroğlu adaleti gerçekleşmiş olur. İnce Memed’de, eşkıya ağaya düşmandır. Akçasaz’ın Ağalarında ağanın âleti de oluverir. Teneke’de ufak ölçüde bir sosyal ihtilâlci kesilmiştir. Ara sıra eşkıyanın pek âdi, şerefsiz olanlarına rastlanırsa da bunlar asıl kahraman eşkıyayı daha fazla yüceltmek için kullanılan motiflerdir.
Yaşar Kemal’in ilk kuvvetli kişisi İnce Memed, davranışları, fazileti, öc alma tutkusu ve âkıbeti ile halkın yüzyıllardan beri efsaneleştirerek güzelleştirdiği Köroğlu’nun tam bir kopyasıdır.
Gençliğinde bir “Köroğlu destancısı olduğunu” kendisi de söylüyor. Demek ‘ ki, bu halk kahramanı kanma işlemiştir. Ancak Köroğlu’nun dinine ve devletine çok bağlı ve çok haklı sebeplerle dağa çıkmış bir halk yiğidi olduğunu Yaşar Kemal unutmuştur. Köroğlu’nu hakkıyla değerlendirmek için bakınız:
(Türk Edebiyatı, Cilt I, s. 73-87)
Açıkça taraf tutuğu ve nefretle yazdığı ağa tipleri arasında yaşama gücü olana rastlanmıyor. Yaşar Kemal’in en kuvvetli kişisi ise: Ortadirek ve Yer Demir Gök Bakır romanlarını kaplayan İhtiyar Meryemce’dir. İrfanını, kişiliğini, inatçılığını, mücadele kudretini gelenekten ve törelerden alan bu köy kadınında sahici bir büyüklük vardır.
Yukarıda bunun, Yaşar Kemal’in annesi olduğunu anlatmıştık.
Bu Meryemce tipi, zamanla taklit edilmiştir.
Fakir Baykurt’un iki romanında Irazca adıyla tanıdığımız ve yine Recep Bilgi- ner’in İsyancılar, Hidayet Sayın’ın Pembe Kadın eserlerinde gördüğümüz bu kadındır.
Çevre
Yaşar Kemal Sosyal Gerçekçiler arasında köye, dağa, tabiata en yakın dost ve tanışık olanıdır. Kemal Tahir ve Orhan Kemal, aslında şehir çocuklarıdır. Köylüyü ya cezaevlerinde yahut ırgat-işçi-gurbetçi olarak görüp yazmışlardır.
Yaşar Kemal ise acı hayat şartlarını yirmi yıl boyunca paylaştığı içlerinde anası, babası, yakınları, kızdıkları, sevdikleri bulunan köylüleri tabiat şartlan; daha doğrusu tabiat determinizmi (gerekirciliği) içinde anlatmıştır. Orman, dağ ve iş yörelerine, folklorun getirdiği şiirli ışıkla veya köy insanının saf bakışıyla yönelttiği gözlemler zengin ve kuvvetlidir. Tabiatla insanın kader birliğini, birbirleriyle iç içe ve biri ötekini doğuran halleri ustaca anlatırken çileli rençber hayatlarının ağrısı ve güzelliği dile gelir. Yaşar Kemal’in dikkatle ördüğü bu yerli renk, gerçeğe düş ve hayal unsurları da katarak doktrin ve öfkenin sertliğini yumuşatır. Folklorla donatılmış üslûba katılan bu tabiat-çevre tasvirleri, Yaşar Kemal romanlarının en kaynakçıl (orijinal) ve kudretli tarafıdır.
Üslûp
İlk gençliğinden beri sürüp gelen folklor merakına çok şey borçlu olduğu sezilen Yaşar Kemal, Toros’larda anlatılan eski efsanelere, eşkıya rivayetlerinin diline, yörük törelerine, türkülere, ağıtlara, tekerleme ve atasözlerine dayalı yeni, şiirli bir anlatış üslûbu kurmuştur.
Bu üslûpta halkın ıstırabı, sevinci, öfkesi, küfürü, direnişi, boyun eğişi, sevdası ve inançları, kendi zengin sözlükleri; kısa kesik cümleleri, şive özellikleri ve söz-dizimleriyle anlatılır. Ağaçlı dağların kokulan, renkleri, çiçekleri, kuşları, mağaraları, su başlan, yörük çadırları, basık köy damlan, dibi toprak sıvalı ev içi dekorları son derece çekicidir. Ağıtlar, tekerlemeler iç-konuşmalar (fazla uzatılmadıkları yerde) bu üslûba özellikler katmaktadır.
Ancak, Yaşar Kemal, taraf tutuculuğunu, şairânelikle güçlendirmek için bazen tasvirleri, tahlilleri ve söyleşmeleri gereğinden fazla uzatır.
Yaşar Kemal, kendi roman üslûbu ve anlatım tarzını şöyle anlatmaktadır: “Roman dilim, kendiliğinden, ama bilinçle oluştu. Dede Korkut’tan, Sait Faik’ten geliyor bu dil. Roman, anlatı sanatı değildir. Ben de halk anlatıcılığından roman diline geçtim. Kendime has yeni bir roman dili kurmam, başlıca başarımdır. Roman, yeni bir dille yazılır. Romancı, her romanında dilini yeniden yaratmak zorundadır. Eğer yeni bir dil kullanmıyorsam, derhal bırakırım romanı. Dil üzerinde çok düşünüyorum. Sait, Nâzım, Karacaoğlan dile sonsuz nüanslar getirmişler, büyüklük getirmişler. Nüans dilin tadıdır. Dili zenginleştirir…..’’
Okunacak Eserler
Acaroğlu, M. Türker: Edebî Eserler Sözlüğü, 1965.
Baydar, Mustafa: Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, 1960.
Fethi Naci: Türk Romanında Toplumsal Değişme, 1990, s. 284-300.
Fethi Naci: Bir Hikayeci: Sait Faik – Bir Romancı: YaşarKemal 1991.
Fethi Naci: On Türk Romanı, 1971.
Çiftlikçi, Ramazan: YaşarKemal, Yazar-Eser-Üslûp, 1997.
Kaplan, Mehmet: Hikâye Tahlilleri, 1979.
Kaplan, Ramazan: Cumhuriyet Dönemi Köy Romanları, 1988, s. 276-285.
Kutlu, Şemsettin: Başlangıçtan Günümüze Kadar Türk Romanları, 1970.
Mutluay, Rauf: 50 Yılın Türk Edebiyatı, 1973.
Necatigil, Behçet: Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, 1998.
Oral, Zeynep: Sözden Söze, 1990, s. 110-122.
Püsküllüoğlu, Ali: Yaşar Kemal Sözlüğü, 1974.
Tatarlı İbrahim- R. Mollof: Marksist Açıdan Türk Romanı, 1969.
Türk Dili dergisi: Roman Özel sayısı, 154.
Varlık Yıllığı: 1961-1964-1973-1974-,……..1990
.
Romanlarında Eşkıya Teması
Yaşar Kemal’in romanları’nda, teknik, üslûp, amaç ve düşünceler üzerine, yukarıda bilgi verildi. Bu bölümde, bütün romanlarında görülen başlıca mesele ve temalarla beraber özellikle İnce Memed ve eserlerindeki eşkıya tema’sı üzerinde duracağız. “Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy” (Ramazan Kaplan, Kültür Bakanlığı Yay. 1988’dir).
Birinci cildinde, Abdi Ağa’nm zulümlerine karşı, Köroğluvâri kendi mücadelesini yapan İnce Memed, daha sonraki ciltlerde, eni konu bir Marksist reformcu ve düşünür kimliğine bürünmüştür. Rıza Mollof ve İbrahim Tatarlı’nın 1969’da komünizmin en son “ilerilik ve bilimsellik” sayıldığı yıllarda yazdıkları “Marksist Açıdan Türk Romanı”nda, İnce Memed, şöyle değerlendirilmiştir
“İnce Memed romanında, tarımda derebey toprak ilişkileri ve bunların doğurduğu sosyal ilişkiler üzerinde durulmuştur… Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kırk kadar köye sahip olan derebeyler vardır. Bunlar, köylüleri toprağı ile beraber satıp alabilmektedir (!) Cumhuriyet devrinde, tarımın hızla burjuvalaştığı bereketli Çukurova düzünün yakınındaki dağlık köylerde de derebey ilişkileri korunmuştur. Eserdeki Diken Düzü’nün köyleri Abdi Ağa’nın mülküdür…”
Yazar, köyde sınıf kavgasının en keskin biçimlerinden biri olan “eşkıyalığı ve bunun toprak davası sorunu ile örgülenmesini tasvir etmiştir.” (s. 168-169)
Bu eserdeki görüşler çok gerilerde kalmış, komünizm, bütünüyle kendi vatanından dahi atılmıştır. Buna rağmen Yaşar Kemal, 1991’de dahi aynı görüş ve amaçta eserler yazmaya devam etmiştir. Yaşar Kemal’in romanlarındaki ilk tema zorbacılığa karşı zorbaca direniştir. Diğer temalar, bu temel görüşü tamamlayan unsurlardır. Bunlar her romanında ortak, bir kısmında ise tek tek görünen motiflerdir.
Bu motiflerin en önde geleni eşkıyalıktır. Yaşar Kemal’de eşkıya, Kemal Ta- hir’in “Rahmet Yolları Kesti’ romanındakinin zıttına, sevimli, yararlı bir mahlûktur. Marksist, sosyal adaletin bir bakıma temsilcisidir. Onun, ağayı ve sülâlesini yok etmesi, bir hak olduktan başka devletin jandarmalarını öldürmesi bile, yürek soğutucu bir kahramanlık şeklinde yorumlanmaktadır. Yazarımız, her türden eşkıya türetmek için, âdeta vak’alar icat etmektedir.
Yukarda söylediğim gibi “İnce Memed” ve başka haydutlar, dağa çıkıp, birçok can alıp, zengini soyup yoksullara “bahşettikten” sonra ansızın Marksist reformcu ve mütefekkir (düşünür) kesilirler. Nitekim, İnce Memed 2’de, “sevimli” eşkıya şöyle düşünmeğe başlar:
“Abdi’yi öldürdük. Zalim imansız bir adamdı. Anam gitti. Hatçe gitti. Ben dağlara düştüm. Ölümün ardınca yürüyorum. Ne oldu! Kel Hamza geldi. Hiç aklıma gelmezdi Kel Hamza’nın gelip köye çökeceği… Toprağı geri alacağı, köylüyü beterin beteri hallere sokacağı..
Şimdi Kel Hamza’yı öldüreyim, diyorum. Yerine bin beter bir Kel Hamza daha gelecek… (s. 279)” Sonra şu sonuca varır Ağayı öldürmekle iş bitmez. Önemli olan ağalığa izin veren sistemin ortadan kaldırılmasıdır.
Eşkıyalık ve ağa zulmü, İnce Memed’den başka “Çepel Dünya”da, sonra “Mahmud ile Hazel”de bu romanların belkemiği olarak görülmektedir. Ayrıca Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Gominis İmam romanlarında eşkıyalık ön saftadır.
Kan gütme, ırza tecavüz, bürokrasi oyunları, batıl itikatlar, toprak yüzünden cinayetler ve hükümet haksızlıkları da Yaşar Kemal’in romanlarını baştan başa doldurmaktadır.
İnce Memed’den
Abdi Ağa’nın yeğenini vurduktan sonra dağa çıkan înce Memed, bir süre, soysuz bir şekilde eşkıya olan Deli Durdu çetesiyle çalışır. Bir çarpışmada yaralanmış olan Memed arkadaşı Cabbar’la birlikte, yardım istemek maksadıyla bir Yörük obasına gider.
Aşağıda, romanın kuvvetli kişilerinden olan Yörük obabaşısı Kerimoğlu’nun çadırı anlatılmaktadır. Yaşar Kemal’in müşahede ve çevre tanıma gücü, aşağıya aldığımız bu bölümde bütün haşmetiyle görülmektedir.
Gün epeyi yükselmişti ki çadırlara yaklaştılar. Çadırlardan beş altı tane kocaman köpek üzerlerine doğru koştu.
Cabbar bağırdı:
“Köpekleri tutun!”
Çadırlardan birkaç tane çocuk çıkıp, geri geri içeri kaçtılar. Analarına:
“Eşkıyalar! Eşkıyalar geliyor” dediler…
Bunun üstüne dışarıya kadınlar, onların arkasından da erkekler çıktı.
Memed, büyücek bir çadırın önüne birikmiş yörüklere:
“Selâmünaleyküm.” diye selâm verdi.
Yörükler, bu küçücük eşkıyaya hayretle baktılar. Ona karşılık Cabbar iri, güçlü kuvvetli, gösterişli bir adamdı.
Sakallı bir yörük:
“Buyurun içeri ağalar. ” dedi.
Çadırın içine, kapıdan başlarını eğerek girdiler. İçeri girer girmez Memed afalladı kaldı. Çadırın içinin güzelliği onu vurdu. Ömründe ilk defa çadır görüyordu.
– Yörüğün “merhaba”sını bile duymadı. Çadırın arka tarafında nakışlı çuvallar… Çuvallarda nakışlar, renkler uçuşuyor. Baş döndürücü bir süratle uçuşuyorlar… Renklerin cümbüşünü veryansın ediyor. Nerden bu kadar ışık doluyor çadırın içine? Işıklar, renkler birbirine karışmış oynaşıyor. Memed’in gözüne bir çuval takıldı. Uzun zaman gözünü çuvaldan alamadı. Çuvalın üstünde muhabbet kuşları vardı. Küçük küçük… Belki bin tane. Gaga gagaya vermiş kuşlar. Gözleri yaşla doldu. Kuşlar renk renk uçuşuyor.
Çadırın orta direği oyma… Direğe uçan geyikler oymuşlar. Tüyler; yıldır yıldır eden geyikler… Som sedeften.
Cabbar:
“Ne daldın bire uyansana?” diye Memed’i dürttü.
Memed gülümseyerek kendine geldi.
“Şimdiye kadar hiç çadır içi görmediydim. Cennet gibi bir yer. Ne kadar da güzel!” Cabbar:
“Bu çadır kimin?” diye sorunca, karşılarında oturan ak sakallı, yaşlı, kırmızı yüzlü, gülen; tatlı gözlü adam:
“Benim” dedi! Bana Kerimoğlu derler.
(înce Memed I, 12. bs., 1974, s. 204-205)
Ortadirek’ten
Ortadirek romanında, Toroslar’da Yalak köyü halkının, pamukta çalışmak için hep birlikte ve bin zahmetle Çukurova’ya göç serüvenleri anlatılır. Aşağıdaki Yalnız Bahçe, köylülerin ovaya indikleri sırada rastladıkları bir yerdir. Romanın sonlarında geçer:
Sırtını Toros’un yamacına vermiş bahçe uçsuz bucaksızdır. Çiçek zamanı yer gök, aşağıdaki Çukurova toprağı, toprağın ekini dibi balıklı, ışıltılı akarsuları, şehirleri, kasabaları, köyleri, insanlarının giyimleri, yüzleri, atlan, arabaları, tozlu yollan, otomobilleri, yosun tutmuş pınarları allanır gibi olur. Dağların, ovaların, bozkırın, peteklerin, kovanların arıları tüm gelmiş bozuk bahçenin çiçeklerine çokuşmuştur. Her dala, daldaki her al çiçeğe binlerce mavi, san ışıltılı, kırmızı kuşaklı, tüylü, yumuşak ayaklı, türlü türlü, renk renk, büyük küçük arı konmuştur. Dallar, an oğul verir gibidir. Bir kıpırtı, sonsuz bir kaynaşma içindedir çiçekler. Vızıltıları tâ uzaklardan duyulur. Yaklaştıkça uğuldar.
Buradan çoğunluk, bu dört yol ağzından Çukurova’ya inen, çıkanlar geçer. Burada, arada sırada da konaklarlar.
Bozuk bahçenin, kara yılanları beter olur. Her taşın altında bir kara yılan desen yalan söylemiş olmazsın.
Çiçek zamanı yılanların sevişme zamanıdır. Kara yılan al çiçeği sever. Toprak bile ala keser, ap al olur.
Güneşe batmıştı dünya. Toprak, nar bahçesi al al buğulanır gibiydi. Büyük ya- n gövdenin kabuğu çatlayıp düşmüş bir nar ağacının altındaki ak taştan bir kara plan çıktı. Ağır ağır, kuyruğunu oynata oynata yeşil otların üstünden kaydı. Arada başını kaldırıyor. Şöyle bir dört yanma bakınıyordu. Anlar uğulduyordu. Çiçekler acı kokuyordu… Toros’un üstünden gelen bulut küçücük, aktı.
Bir taşın üstüne çıkan yılan orada azıcık durdu, bekledi. Sonra indi. Bir nar ağacının gövdesine dolandı sonra da.
Kara, yılanı öldürmek, on a dokunmak günahtır. Kara yılan, kuyruğuna basmazsan insana değmez.
Ağacın gövdesinden yeşil otların içine girdi, gözden kayboldu. Az sonra kuru bir yere geldi, durdu. Kuyruğunu kıvırdı. Yumak olacak gibi yaptı, vazgeçti. Yürüdü. Bir çiçeğe uzanır gibi etti. Yanından geçti. Bir ses çıkarır gibi etti, duyulmadı. Ne olduğu anlaşılmadı. Dalda birkaç kuş vardı. Yılan altından geçerken, onlar uçup gittiler. Fışıltıya benzer bir ses geldi. Yılan geri döndü. Uzun, mavi çiçeklerin altından başka bir yılan ortaya, çinke taşın yanma süzüldü. Daha uzun, daha kara görünüyordu yeni yılan. İki kulaç belki de. İki yılan yan yana geldiler. İkisi birden taşın üstüne çıktılar. Bellerinden aşağısı dolaştı. Öylece taştan indiler. Otların araşma girdiler. Otların arasmdan çıktıklarında o ak, küçük bulut bahçenin üstüne gelmiş, geçip gidiyordu. Bir an çiçeklerin alını gölgeledi.
Ayrık otu toprağın gerisi gibidir. İnce bir örtü gibi yapışır oraya. Uzamaz. Ayrıkların üstüne kadar bir durup, bir akarak geldiler. Sonra, durdular, beklediler. Sonra birbirlerine iyice dolandılar, düğüm oldular, yapışmışçasına, kaynamışçasına birbirlerine. Kuyrukları şehvetten tir tir titriyordu.
Nar çiçeğinin alı, ayrığın yeşili, göğün mavisi, gelip geçen bulutun akı da aşkla titreşti.
Yılanların sevdası insanlara da… Bir yılan bir kıza, sevdalanmış, yıllar yılı onu her gittiği yerde kovalamış. Yatağına girer, başım yastığa koyar, onunla birlikte uyurmuş. Habersizce kızla yatarmış bile. Belinden iki kat olup… Kız yılanı her koynunda buldukça korkusundan göklere sıçrarmış. Nerdeyse delirecek. Sonra sonra alışmış. Bağırmaz, sıçramaz olmuş. O uyanınca kara yılan akar gidermiş. Yıllardan bir gün, nasılsa yılan kaçamamış, kızın kardeşleri yılanı öldürmüşler. Kız da ağlamış, kederinden deliye dönmüş.
Yılanlar gittikçe daha çok hızlanıyorlar. Daha çok sarmaş dolaş oluyorlar, ayrılıyorlar, biri öbürünü kovalıyor, yakalıyor, sarılıyor yeniden ayrılıyorlar. Hızları artıyor, göz açıp kapayıncaya kadar bahçeyi bir baştan bir başa gidip geliyorlardı.
İkindine kadar böylece ayakta sarmaş-dolaş… düştüler kalktılar, aktılar geldiler, sarmaştılar. İkide birde şap diye toprağa düşüyorlardı. Yan bellerine kadar her bir yerleri kıpkırmızı yalıma kesmişti. Yalım gibi savruluyorlar, birbirlerine dolanıyorlardı. Uzayıp kısalan, esen yelle inip kalkan, yalım gibi kıvılcımlanan, nar çiçeği gibi. Belki de bu yüzden, yılanlar nar çiçeği zamanı, nar bahçesinde sevişirler. Bir korunmadır belki.
Sonra halsiz düşmüş olacaklar ki, toprağa son düştüklerinde bir daha ayığa kalkamadılar. Orada serilip kaldılar….
Önce biri çiçeklerin araşma ağır ağır aktı. Onun arkasından da öteki.
(Ortadirek, I960, s. 329-332)
“Ölmez Otu”dan
Daha önce Yer Demir Gök Bakır’dan tanıdığımız Yalak Köyü halkı, Meryemce’yi köyle bir başına bırakarak, pamuk toplamak üzre Çukurova’ya inmiştir. Uzunca Ali, anası Meryemce’yi, yolların meşakkatine dayanamaz da ölür korkusu ile köyde yalnız bırakmıştır. (Bu, aslında olacak şey değildir.) Nitekim köylü, döndüğünde, Meryemce’yi ölü bulacaktır.
Aşağıdaki parçada, Yaşar Kemal, Meryemce’nin yalnızlığı, korkulan, insan özleyişi ve tek canlı yaratık olan horozu yemek veya yememek arasındaki tereddütleri, cidden çok güzel anlatmıştır.
“Akşam oldu, gün kavuştu. Meryemce seleden kuru yufkaları aldı, suladı, sofraya serdi. Yufka yanlanmıştı. Meryemce, “köy dönünceye kadar yufkalar bana yeter” diye düşündü. Ocaktaki bulgur pilavı kaynıyordu. Meryemce bir baş soğanı yumruğuyla kırdı. Soğanı yumrukla kırmak gerek Kesince acısından yenmez, soğanı yumrukla ezmek acısını alır.
Meryemce öğleyin yemek yememiş, sadece ormanda yalabuk emmişti. Hem yalabuk emiyor, güç kazanıyor, hem de ormanda eğleniyordu. Gene de bir epeyi acıkmıştı…
Köyde, her evde bir sürü kırlangıç yuvası… Kırlangıçlar sürüyle gelip evlere giriyorlar. Kırlangıçlar dost. İnsana yakın bir yerleri var. İnce, sivri kanatlarıyla havayı biçiyorlar. Otlarda, böcekler, anlar, kokular… Hiç, hiçbir şey yok.
Meryemce ıssızlığın yamanlığını tâ yüreğinin başında duydu dünyanın bom- boşluğunu. Her şeyi var, ağzına kadar dopdolu, kıvıl kıvıl dünya, bomboş, ıpıssız, ölü gibi. İnsanlığı tâ yüreğinin başında duydu. İnsansızlık tâ yüreğine işledi, bir karahançer gibi. Demek dünyayı dolduran insanmış. Her şey, her şey, bütün dünya insanmış. İnsan yoksa dünya yokmuş.
Yönünü batıya, batan güne dönmüş, damın üstündeki Meryemce, sıcacık insan sesiyle bağırdı:
– Kokusuna kurban olduğum insanoğlu, kokusuna kurban olduğum insanoğlu, kokusuna kurban olduğum insanoğlu.
Ve Meryemce’nin sesi bir dev sesi gibi dünyayı doldurdu, uzun bir süre ormanda, bozkırda, koyaklarda, derelerde yankılandı durdu:
“Kokusuna kurban olduğum insanoğlu.”
Şimdi kelce bir çocuk olsaydı Meryemce’nin yanında, ıssızlık, boşluk kesiliverirdi. Dünya dolar, dopdolu olurdu. Bir kelcecik, sümüklü bir oğlan…
“Cenneti tümden verseler, insansız vizzo istemem. Cehenneme atsınlar, insan varsa can kurban. İnsansız dünya batsın.”
Zulmeder, kötülük eder, insanı aşağılar, hak yer, insanı öldürür, yalan söyler, tüm kötülükler ona mahsustur. Dünyaya gelmiş hiçbir yaratık insan kadar birbirine, ve de dünyadaki öteki yaratıklara kötülük düşünmez ve de iyilik. “Dünya yoktu, hiçbir şey yoktu, hava, su yoktu, boşluk bile yoktu, der Kel Âşık… Hiçbir şey yoktu, e] kadar bir ışık parçası vardı bütün evrende. Bütün evreni şavkıyla dolduran. El kadar ışık o kadar keskin bir ışıktı ki hiçbir göz ona bakamazdı, bakacak göz de yoktu ki, kör olurdu. İşte bu ışık insandı. îşte bu ışık insanlıktı. Her insanın içinde bu ışık yanar. İnsanoğlu bu bir tutam ışıktan halkolunmadır. Allah önce Âdem’i çamurdan insan suretinde yaptı, sonra içine bu ışığı soktu.”….
Korkusundan büzüldü. Oturdu damın köşesine. Korktukça büzüldü, büzüldükçe korktu, bir topacık oldu. Gökyüzü bu gece duruydu. Yıldızla döşeliydi. Durmadan sağa sola yıldızlar akıyordu. Her yıldız akışında Meryemce bir kere yerinden hopluyor, sonra yürek çarpıntıları içinde geri yerine düşüyordu. Gökyüzüne bakmadı bir süre. Fakat dayanamıyordu. Her yıldız bir insandı. Her kayan yıldız da bir insan ölümüydü. Gökyüzüne bakamıyordu ama kayan yıldızların hepsini de görüyor, kayan yıldızla bir ayağa kalkıyor, yıldız düşünce geri oturuyordu.
Sabaha karşı azıcık uyukladı, sonra horozun sesiyle geri uyandı. Karşıla köyün horozu ona karşılık veriyordu. Gün iyice doğuncaya kadar damdan aşağı inemedi, sonra indi; acıkmıştı, tam bir yufkanın içine çökelek sardı, yiyerekten ormana yollandı. Canı bir et istiyordu M… Horozun köz üstünde tüten yağlı, kızarmış butlan gözlerinin önüne geldi.
Meryemce eve geldi, kucağında yarpuzla, naneyle. Bir sağlam kınnap buldu, mısırları dizdi. Horoz, karşıdaki Kör Ali’nin gübreliğinde, gübrenin tepesinde, bir ayağını kamına çekmiş, dimdik duruyordu. “Bu dünyanın sultanı benim, der gibi. Sultanı benim, Meryemce de tebam…. ”
Meryemce onun bu haline öfkelendi:
– Yürü gidinin alçağı, dedi. Şimdi görürsün gününü. Sana sultanlığı da, padişahlığı da şimdi gösteririm. Seni alçak seni. Meryemce senin canına sıçacak, anladın mı lâpacı?
“Geh geh” diye horozu çağırdı ve elindeki ipe dizili mısırları yere attı. Horoz koşarak geldi, hemen yemin üstüne atıldı, ilk mısın yuttu. Meryemce aldırmadı. O durmadan mısırları yutuyordu. Bu arada yay gibi gerilmiş Meryemce ter içinde kaldı. Birden ipe asıldı, asılmasıyla horoz çırpındı, kıyameti kopardı ama boşanamadı. Tüy, kanat, toz birbirine karıştı, Meryemce hemen horozun üstüne atıldı, yakaladı. Horoz teslim olmuyor, Meryemce’nin kucağında bile çırpmıyordu. Güçlü bir horozdu. Meryemce’nin kollan bir süre sonra yoruldu, horoz yorulmadı. Sonunda Meryemce horozu yuttuğu ipin öteki ucuyla ayaklarından bağladı, yere attı…
Meryemce seni kesecek. Bir köz yakacak bugün, vay, vay, vay anam vay! Meryemce seni közde kızartacak.
Havayı kokladı, kızarmış horozun kokusu burnuna geldi.
– Şimdiden kızarmış kokunu duyuyorum horozcuk. Sen Meryemce’ye bir hafta yetersin. Meryemce seni kokutmaz, kurutur. Bak, horozcuk, seni bitirdikten sonra, her sabah konuştuğun öteki köydeki arkadaşın var ya, onu da… Şimdi Meryemce Kör Ali’nin kurumuş odunlarım yakacak… Kurumuş kor gibi olmuş.
Odunları kucak kucak yığdı, ateşi bastı. Odunlar bir anda yadımlandı… Meryemce horozun bağlı ayaklarına sağ ayağını bastı, kanatlarına da sol ayağını. Başını da sol avucuna aldı, çekti. Horozun boynu uzadı, Meryemce çakının ağzıyla tüyleri sıvazladı, çakıyı boyuna çalacakken eli duruverdi. Yüreğine bir acı geldi oturdu, içi acıdı, horozun başını bıraktı, hemen ayaklarını çözdü, boğazındaki ipi çekti çıkardı, horozu bıraktı. Horoz birkaç kere çırpındı, kaçtı öteki ağıla çıktı, uzun uzun öttü.
Meryemce bir ocaktaki tepeleme köze baktı, bir ağılın üstündeki horoza:
-Horozcuk, horozcuk, dedi, Meryemce’nin şu dârı dünyadaki tek yoldaşı, acından ölse de Meryemce, seni kesip yiyemeyecek. Allah güzel sesini eksik etmesin Meryemce’nin kulaklarından. Horozcuk, horozcuk güzel sesli, güzel tüylü horozcuk… Meryemce’nin can bir yoldaşı…’’
(Ölmez Otu, 3. bs. 1972, s. 317-323)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL