YABANCILAŞMA
Yabancılaşma terimi, günlük yaşantıda, bilimde ve
felsefede çok değişik anlamlara sahiptir. Günlük ifadesiyle yabancılaşma,
insanlardan ve toplumdan uzaklaşma, ayrı düşme, onlar ile bir temas noktasına
sahip
1988 sonu itibariyle Türkiye’de Faaliyette Bulunan
Yabancı Sermayeli Kuruluşların Sektörlere Dağılımı
|
Firma
|
Top. Yabancı
|
Toplam Sermayede
|
Sektörler
|
Sayısı
|
Ser. Payı (%)
|
Yabancı Sermaye Payı (%)
|
Tarım
|
41
|
5
|
65.39
|
Madencilik
|
17
|
1.13
|
59.47
|
İmalat Sanayii
|
323
|
53.43
|
43.80
|
Hizmetler
|
728
|
40.00
|
56.16
|
Toplam
1109
100
49.13
olamama anlamlarına gelmektedir.
Latince’de başkası, yabancı manasına gelen AHenus
kökünden türeyerek batı dillerine alicnation şeklinde geçen yabancılaşma
kavramı, hukukî kullanımıyla, bir mülkiyetin, satış veya hediye gibi herhangi
bir yolla bir kişiden başka bir kişiye intikali, mülkiyetin benzer yollarla el
değiştirmesi anlamına gelmektedir. Psikiyatride yabancılaşma, genellikle normalden
uzaklaşma, normalden bir sapış olarak görülmektedir ki, bu patolojik bîr durum,
bir akıl hastalığı veya delilik olarak değerlendirilmektedir. Günümüz psikoloji
ve sosyoloji teorileri İse yabancılaşma terimini, bir ferdin topluma, doğaya,
diğer insanlara veya kendisine karşı duyduğu yabancılaşma hissi olarak tanımlamaktadırlar.
Yabancılaşma kavramının düşünce kaynaklarını
Aydınlanmacilar’dan Rousseau, Schiller ve Geothe’de bulmakla birlikte, felsefî
anlam ve yorumunu ilk olarak Hegel’de kazandığı bilinmektedir. Ancak bazı düşünürler,
Hıristiyan Öğretinin ilk günah inancı ile tekfir (redemption) kavramının,
He-gel’in yabancılaşma teorisinin bir ilk kopyası, örneği veya başlatıcısı
olduğunu iddia etmektedirler. Bu düşünürlere göre yabancılaşma kavramı, Batı
düşünce tarihindeki ilk ifadesini, Eski Ahit’teki putperestlik kavramında
bulmaktadır. Ayrıca bazı He-gel yorumcuları ve düşünürler de Hegel’de-ki mutlak
zihnin kendisiyle yabancılaşması fikrinin köklerini, Platon’un idealann yüce
dünyasının eksik ve kusurlu bir kopyası olan tabiat âlemi düşüncesine
bağlamaktadırlar. Hegel’in bu konudaki düşüncelerinin kaynaklan sorunu bir
araştırma konusu olmakla birlikte, Batı düşünce tarihinde yabancılaşma
kavramanın in belirgin yorumculannın başında G.W.F. Hegel ve daha sonraki
dönemlerde de Ludwig Feuerbach ile Kari Marx gelmektedir.
Hegel felsefesinin temel fikri, herşeyin, son
tahlilde, Mutlak Fikir (mutlak zihin, ruh, Tann, geist) olduğu ve onun ile açıklandığı
bir düşünme evresini dile getirir. Geist, ne nesnelerin bir birliği, ne de durağan
şeylerin bir toplamıdır. O, dinamik bir kendiliğîndenlik (kendi başına varolan)
olup yabancılaşma ve uyuşmanın dönüşümlü sürecinde genişleme gösterir ve yayılır.
Doğa, sadece, bu mutlak zihnin (geist) kendisine yabancılaşmasının bir formu,
biçimidir. Diğer bir ifadeyle doğa, kendisine yabancılaşmış zihnin bir
tezahürüdür. İnsan ise uyuşma sürecinde (yabancılaşmanın an-ti-tezi anlamında)
mutlaktır. Böylesi bir bakış açısının yorumuna göre bütün bir insanlık tarihinin
de insanın mutlak bilgisinin ve Mutlak’ın kendi bilgisinin daimi bir gelişimi
olarak görüleceği de açıktır. Mutlağın kendi bilgisinden ise sonlu, sınırlı
zihnin (insanın) yanında kendisinden haberdar olma ve doğadaki yabancılaşmış
suretinden kendisine dönme kastedilmektedir. Her ne kadar sonlu zihin, yani
insan yabancılaşıyor olsa da onun temel özelliklerinden birisi de nesneleri
üretebilmesi, nesnel dünyada kendisini ifade edebilmesidir. Ancak insan,
fiziksel nesnelerde, kültürel ürünlerde ve sosyal müesseselerde kendisini
nesnelleşü-rebiliyorsa da her nesnel leşti rme (objeetifi-kasyon, âfâkîl
eştirme, dışlaştırma), zorunlu olarak bir yabancılaşma örneğidir. Üretilmiş
olan tüm insan ürünleri ve nesneler, üreticisine yabancılaşırlar. Böylesi bir
yabancılaşma, insan İçin ve onun gelişim evresini tamamlayabilmesi için
zorunludur. Bu, bir yerde, insanın alınyazısı, kaderidir.
Feuerbach, Hegel’in, insanın kendi kendisine
yabancılaşabileceği düşüncesini kabul etmekle birlikte, onun doğayı, mutlak
zihnin kendisine yabancılaşmış bir formu ve insanı da uyuşma sürecindeki bir
mutlak zihin olarak izahını reddeder. însan, kendisine yabancılaşmış bir
şahsiyettir. O, insandan uzaklaştırılarak yabancılaştırılmış ve
mutlaklaşünlmış olan insan özüdür. Doğanın, Tann’nın yabancılaşmış bir formu
olduğu görüşü reddedildiği takdirde insanın da kendisine yabancılaşamayacağı
açıktır. İnsan ancak, bir köle gibi, zorunlu olarak varolanı yarattığı zaman
kendisine yabancılaşır, kendisinden uzaklaşır, insanın kendisi ile uyuşması
ise insanın yabancılaşmış bir sureti olan Tanrı fikrinin kaldırılması ile
mümkündür.
Yabancılaşmanın üçüncü ve önemli ismi K. Marx,
Hegel’i, insanın kendini meydana getirmesini bir yabancılaşma ve uyuşma süreci
olarak kabul ettiğinden dolayı övmektedir. Fakat o, bu övgülerin ardından Hegel’i
şiddetli bir eleştiriye de tâbi tutar. Bu eleştirilerin temel hareket noktasını
ise Hegel’in nesneleri, birer yabancılaşma ile nes-nelleşmiş ve de insanı, bir
kendi başına şuura sahip bir varlık olarak gördüğü için nesnelliğin inkârı
ile yabancılaşmanın bastırılması şeklinde tanımlaması oluşturmaktadır. Ayrıca
Marx, Feuerbach’ın dinî yabancılaşma fikrine yönelttiği eleştiriyi de kabul
etmekle birlikte bu tür bir yabancılaşmayı, insanın kendisine yabancılaşma
biçimlerinin sadece bir türü olarak görmektedir. însan, sadece dinsel anlamda
kendisinin bir parçasını yabancılaştırmakla kalmayıp felsefî anlamda tüm
ruhsal işlevlerinin ürünlerini de yabancılaşıra bil ir. Örneğin, sağduyu,
sanat, ahlâk v.b. gibi… Ayrıca insan, ticarî alandaki ekonomik işlevlerinin
para, sermaye v.b. ürünlerini yabancılaştırdığı gibi sosyal işlevlerinin
ürünleri olan hukuk, devlet gibi sosyal müeesseseleri de yaban-cılaştınr.
İnsan sadece kendi faaliyetlerine ve bunların
ürünlerine yabancılaşmakla kalmayıp aynı zamanda bu ürünlerin ürettikleri ikincil
ürünlere, yani değerlerine, fiziksel dünyaya ve diğer insanlara da
yabancılaşabilir. Mant’a göre tüm bu yabancılaşma türlerinin tahlil sonucunda
bir türe indirilebileceği açıkça görülmektedir. Bunlar sadece, insanın kendi
kendisine yabancılaşmasının de* ğişik görünümlerinden ve insanın insanlığından,
“özü” ve “doğasından” uzaklaşmasının ve bunlara
yabancılaşmasının muhtelif biçimleri olmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Marx, kendisine yabancılaşmış bir insanı, gerçek bir insan olarak görmemekle
birlikte, onu, insanî imkânları ve insanın tarihsel evrimini hatırlamayan, insanın
tarihsel sürecinden ve bilincinden yoksun bir varlık olarak tanımlamaktadır.
Yabancılaşmamış bir insan ise gerçek anlamıyla bir insan olup pratiğin
(praxis’in) özgür ve yaraücı bir oluşumu olarak kendisini yaratan ve
tamamlayan bir varlıktır.
Marx’ın yabancılaşma ile ilgili görüş ve yorumlan,
onun 1844’te yazdığı Ekonomik ve Felsefî Elyazmalan’nda mevcut bulunmaktadır.
Bu eserde Marx, emeğin ve işbölümünün yabancılaşmanın bir tezahürü, bir
göstergesi olduğu görüşünü açıklamıştır. Emek, insanın yeni ve kendince bir
dünya yaratması sürecinde tabiat ile girdiği ilişkileri dile getirmektedir. Bu
ilişki sonucunda yaratılan insan ürünleri ise insandan ayn bir varlığa
sahiptir. Çalışan ve bir emek sarfeden insan, bu üründen mahrum kalmakla bir
yabancılaşma içine girmektedir. Emeğinin karşılığını alamayan bir insanın, bu
ürünleri elinde bulunduranlara boyun eğmesi sonucunda ekonomik bir yabancılaşma
sözkonusu olur. Bu tür bir yabancılaşma emeğin yabancılaşmasıdır.
Çağımızda yabancılaşma terimi çeşitli düşünürlerin
görüşleri ile farklı yorumlamalara tâbi tutularak, yüzyılımızın önemli kavramlarından
birisi haline gelmiştir. Pek-çok sosyal ve psikolojik olay, bu kavram ile
açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak, bu kavramın açıklanması ise zorluklan ve
muhtelif yorumlan bünyesinde banndırmaktadır. Bu yorumların ve tanım
denemelerinin ilki bir varoluşçu filozof olan J.P. Sartre’a aittir.
Sartre, insanda varlığın özden önce geldiğini
söylerken, insanın kendi kendisini yaratması üzerinde duruyor ve onun bir özgür
iradeye sahip olduğunu belirtmek İstiyordu. Ancak insanın özünde ise, Sartre
ontolojisinin temel kavramlarından birisi olan kendinde varlığa ulaşma özlemi
gizlidir. Bu da dünyanın ve İnsan dışındaki diğer varlıkların insana, yani
kendisi için varlığa bir müdahalesi, onun özgürlüğünü kısıtlaması durumudur. Bu
durumda insan, kendisine yabancılaşmış bir konuma sürüklenecektir. Sartre’daki
bu yabancılaşma teması, onun saçma (absürde) kavramı ile de yakın bir ilişki
içindedir.
Son yıllarda yabancılaşma konusu üzerinde düşünen ve
tanım denemelerine girişen önemli isimlerden birisi Gwynn Nett-ler’dir. O
yabancılaşmayı, normal bir insanın belirli bir psikolojik durumu olarak görmekte
ve yabancılaşmış bir insanı da toplumuna ve beraberinde getirdiği kültüre
karşı
dostça olmayan bir tutum takınması, onlardan
uzaklaşması şeklinde tanımlamaktadır. “A Measure of Alienation”, s.
672) (Yabancılaşmanın Ölçüsü), Murray Levin’e göre yabancılaşmış bir insanın
temel özelliği, toplumdaki haklı rolünü gerçekleştiremeyeceği inancını
taşımasıdır,”Man Alone”, s. 227. (Yal”12 insan) Stanley Moore
için ise yabancılaşma terimi, üyelerinin, kollektif faaliyetleri kontrol
etmelerinin yerine, kendilerinin bu faaliyetlerin neticeleri tarafından
kontrol edildikleri ve belirlendikleri toplumlarda sosyal yapı tiplerine ve
bireysel bilinçlerin özelliklerine göndermede bulunur. “The Critigue of
Capitaiist De-mocracy”, s. 125 (Kapitalist Demokrasinin Eleştirisi), E.
Fromm ise yabancılaşmayı, bireyin kendi fiziksel ve ahlaksal gücüne ve
zenginliğine sahip olamama, kendisini baş-kalanna her açıdan bağımlı hissetmesi
hâlidir şeklinde açıklamaktadır. “The Sane So-ciety”(Ma’kül Toplum).
Ali DÖLEK