Tahsin Yücel kimdir? Hayatı ve eserleri: Daha çok inceleme yazılan ve hikâyeleri ile tanınmış olan Tahsin Yücel, Galatasaray Lisesinden sonra, İstanbul Edebiyat Fakültesi Fransız Edebiyatı bölümünü bitirdi. (1960). Aynı bölüme 1961’de asistan, 1969’da doktor, 1972’de doçent, 1978’de profesör oldu. 2000 yılında da aynı bölümden emekliye ayrıldı.
İlk hikâyeleri Varlık dergisinde yayımlanmış bulunan Tahsin Yücel’in hikâyeleri hakkında Behçet Necatigil şunları söylüyor:
“Okuyucu, Tahsin Yücel’in, konularını toplumun alt ve orta tabakalarından alan hikâyelerinde kırık, ezik hayatlara yakılmış birer ağıt acılığı bulur, bunların etkileyici anılarda devam eden bir güç ve arınmış bir dille işlendiğini görür. ”
1960’ta “Mutfak Çıkmazı” adıyla bir romanı çıkan Yücel, daha önceki ve sonraki yıllarda şu hikâye kitaplarını yayımlamıştır:
Uçan Daireler (1954), Haney Yaşamalı (1955), Düşlerin Ölümü (1958), Yaşadıktan Sonra (1969), Dönüşüm (1975), Ben ve Öteki (1983), Aykırı Öyküler (1989). Yücel’in Mutfak Çıkmazı romanı dışında Peygamberin Son Beş Günü (1992) ve Bıyık Söylencesi (1995) romanları vardır.
Çoğu Fransız edebiyatından seksen kadar eser çevirmiş olan Tahsin Yücel’in deneme, inceleme, araştırma eserleri de vardır. Anadolu Masalları (1957), masal türündedir. Vatandaş (1975) adlı kitabına “Anlatı” diye bir tür adı verilmiştir.
Tahsin Yücel’in, ilk iki kitabındaki hikâyeler üzerinde Asım Bezirci’nin “Günlerin Götürdüğü-Getirdiği” (1962) adlı kitabında uzunca bir inceleme yazısı bulunmaktadır.
Peygamber’in Son Beş Günü
Tahsin Yücelin roman türünde yazdığı, yeni eserlerinden birisi “Peygamberin Son Beş Günü”dür. Yazarın aynı zamanda sosyo-politik konulara dokunması dolayısiyle geniş yankılar yapan bu romanı inceleyerek, Tahsin Yücelin sanat ve düşüncesini anlatmaya çalışacağız.
“Peygamberin Son Beş Günü” roman türünde yazılmış bir düşünce, bir yargılama, bir arınma eseridir, denilebilir. Belki yalnızca “Düşünce Romanı’dır” demek yeter.
Bu roman, dünyada ve bizde modası geçmiş şekilci ve bağnaz Marksist görüş sahiplerinin, yıkılan dünyaları karşısında, şaşkınlıklarını ve faydasız direnişlerini” simgeleyen” Rahmi Sönmez tipi etrafında yazılmıştır. Romanın birinci bölümü, kendisine, başka bir Marksist tarafından “Peygamber” sıfatı verilen Rahmi Sönmez’in “kısa yaşam öyküsü”nü (s.12-131), ikinci bölümü ise, “yaşlı ozan” olarak onun garip eylemlerini anlatır: Peygamber’in Son Beş Günü (s. 135-301).
Demek uygunsa, bu romanda sadece bir kişi (belki tip veya kahraman) vardır. Ötekiler; arkadaşı Fehmi Gülmez, eşi Feride, kızı (yine) Feride, eski sevgilisi Zarafet, torunu Nâzım küçük fahişe Meryem ve öbürleri, onun kişiliğini olumlu- olumsuz tutumları ile daha açık ortaya koymaya yarayan gölgeler (figürler)dir. Tahsin Yücel’in kendisi de, bunu bir ölçüde kabul ediyor:
“Benim ipin, “peygamber” romanın odağını oluşturuyor. Kişiler, yerler, olaylar, onunla bağıntıları oranında varlık kazanıyorlar.”
“Peygamber” denilen Rahmi Sönmez, Türkçede bir “Don Kişot’tur. Sayısız benzerlikleri vardır. “Eyleme” aşağı yukarı aynı yaşta başlıyorlar. Don Kişot gibi Rahmi de, fikirlerini etkili kılmak için eyleme kalktığında, yaşlı, bitkin, komik giyimli, hatta bir ölçüde “kaçık”tır. Her ikisi, değişen dünya şartlan içinde, ciddîliğini yitirmiş, inanç olmaktan çıkmış köhne bir dünya nizamının tutkunudurlar; Birincisi, şövalyelik çağ ve töresinin, İkincisi marksist tabu ve duyarlıkların. Don Kişot ve Rahmi Sönmez, geçmişte yaşıyorlar ve artık kimseye anlatamadıkları, muhatabı kalmamış bir dava için mücadeleyi, vuruşmayı, savaşmayı bile göze alıyorlar.
Don Kişot’un basit, sevimli, sağduyulu ve işini bilen arkadaşı Sancho Panza’dır. Bu eserde, tıpa tıp Sancho’yu andıran bir tip yoksa da, yakın (sonradan koruyucusu, kapitalist) arkadaşı Fehmi Gülmez, eski sevgilisi (sonradan bakıcısı) Zarife, hatta torunu anarşist Nâzım, sık sık, onda uyancılık görevi üstleniyorlar.
“Peygamberin Son Beş Günü”nde macera da, Don Kişot’unkine benzemektedir. Don Kişot, zamanının çok gerisinde kalmış, Şövalye romanlarında geçen düşmanlar, cinler, periler, devlerle vuruşmaktadır. Romantizmin bile ötesinde sevgililerin yüceltildiği şövalye aşkları ve benzeri kalmamış adalet dağıtımı usulleri peşindedir. Don Kişot haydutlara, mahkûmlara, ahçı kadınlara, devlet adamlarına ince kurallara bağlı şövalye törelerini sürekli uygulamaktadır.
Rahmi Sönmez de öyledir: Polislere,mezarlık bekçilerine, bar kadınlarına, eşcinsellere karşı “Dava”sını anlatmakta, Nâzım Hikmet’in şiirlerini okumaktadır. Feride’ye karşı ideolojik-romantik aşkını, onun ölümünden kırk yıl sonraya, onun telkinlerine toz kondurmayacak, üstüne gül koklamayacak tarzda sürdürmektedir. Nitekim Fehmi Gülmez’e vasiyeti, Feride ile aynı mezara gömülmektir. Aslında (Yazar, başka türlü düşünmüş olsa bile) trilyonluk Fehmi Gülmez’in, fakir kalmış çocukluk arkadaşı, “eski tüfek ozan” Rahmi Sönmez’e, öyle koruyucu, vefalı, her zahmeti göze alan dostluğu da, Don Kişot’un şövalyelik kuruntularını düşündürmektedir. Olacak şey değildir; ne yapalım ki, bu romanın “Don Kişot”a özenen kuruluşu öyle gerektirmiştir. Don Kişot romanı okunduğunda, dünyamızın çağ değiştirdiği gerçeğine aldırmaz görünen olağanüstü serüvenler sahibi “tatlı kaçık” kahramanın da “koruyucuları” olduğu görülür.
Öte yandan Rahmi Sönmez, değişen zamanla, değişen şiirle, değişen düzenle boğuşmaktadır. Kendisi, Nâzım Hikmet’in şiirlerinde söylediklerine ve genç yaşta ölen sevgili karısı Feride’nin “Marks’tan, Engels Lenin”den diye söylediği komünist düsturlara ömrü boyunca, inat ve bağnazlıkla bağlı kalmıştır. Kendi çevresinde, kızı Feride’de, arkadaşı Gülmez, torunu Nâzım ve onun eve getirdiği boy boy “devrimci, eylemci” kızlarda olan değişikliklere bakmamaktadır. Dünyada, , memlekette, sanatta, şiirde ve yönetimde olan yenilikleri görse bile var saymamakta, ciddîye almamakta, kabule yanaşmamaktadır.
İstanbul’u bile tanımayacak ilgisizlikte Üsküdar’daki küçük evine kapanan Rahmi Sönmez, yıllardan beri yapılmış olup insanları bir yakadan bir yakaya geçiren Boğaz Köprüsü’nün bile farkında değildir. Yani Rahmi Sönmez Don Kişot gibi, gerçeklerin dışında nazariyat (öğretiler) ve düşler âleminde yaşamaktadır.
Kızı Feride’nin kendi telkinlerine rağmen kapitalist bir zengine metres olması, küçük evini beğenmeyip lüks hayata koşması, sonra bir zenci çavuşla Amerika’ya kaçması… Rahmi Sönmez’in ilk hayal kırıklığıdır. Sonradan (kendisini şaşırtacak biçimde) eylemci olduğu anlaşılan torunu Nâzım Sönmez’in, Zarife’den kalan paralan har vurup harman savurması, dedenin görüşleri ile alay edercesine şık otomobillerle çalım satıp eve getirdiği sosyete kızları ile zevk u safa sürmesi, kahramanımızı dehşete düşürerek, (bazen davasından bile işkillenecek biçimde) acı acı düşündürmektedir.
“- Bu çocuk neden böyle oldu? Nerede yanlış yaptım?” diyordu. O zaman olduğu gibi şimdi de ilkelerde kusur ettiğini sanmıyordu, komünizmi en doğru, kaynağa en yakın biçimde Marks’tan, Lenin’den ve Nâzım’dan esinlenerek öğretmeye çalıştığı kanısındaydı. Öyleyse faşizm (Nâzım Sönmez komünizme uymayan her tutumunu faşizm sayıyor j komünizmden daha kolay mı öğretiliyordu, karşıtlarının yöntemi daha mı güçlü idi? Her şey bunu engellerken, kendisinin, Feride’nin ve daha nicelerinin bunca kolay benimsemelerine karşın, kızının ve torununun, her bilgi ellerinin altındayken kenterliği (burjuvalığı) seçmeleri bir çelişki değil miydi? Tarih ilerlemiyor muydu? Kafası karışıyordu. ” (s. 97)
Evet, hayatın Marksizme, komünist öğretilere ve Nazım’ın şiirlerine uymaması hatta onlara zıt gidişatta olması, “Peygamber” denilen Sönmez’i çileden çıkarmaktadır. Üzüntü, itiraz ve düşüncelerini, torununa açtığı zaman ise oğlan: “Palavra bunlar, büyükbaba palavra!” diyerek sözlerini ağzına tıkıyordu.” (s. 98) Rahmi Sönmez, zamanla kendi nazariyeleri arasındaki bu zıtlıkları ara sıra görüyor, üzerinde düşünüyordu. Eski Marksist, şimdi yaman kapitalist arkadaşı Fehmi Gülmez’le sohbetlerine de bu durum, konu oluyordu:
“Hiçbir şey o günlerde düşlediğimiz gibi olmadı. Birçok şeyler hiç istemediğimiz biçimde gelişti. ” (s. 157)
Eylemci torunu Nâzım’ın “tevkifi” Rahmi’ye yeni bir şevk veriyor. Eylem’e o zaman başlıyor. Fakat bu da bir çelişkidir.
Nâzım Hikmet’in yolunda devrimci ve öncü bir “ozan” olarak kendisi dururken Nâzım Sönmez’i neden tutukluyorlar? Bir yanlışlık mı var yoksa:
“Tarihsel gerçek ne oluyor? Tarih geriye doğru mu ilerliyor? Biri Marksçı biri faşist iki ayrı tarih mi var yoksa?” (s. 176)
20. yüzyıl sonlarının bir Marksist Don Kişot’unu yaşatmaya çalışan bir romanın, “ironik” “mizahî”, “eleştirel” bir tutumda olması kaçınılmazdır. Nitekim Servantes de, ünlü romanını, belki hâlâ “şövalyelik devri” heveslerini içinde taşıyan birtakım eski çağ kalıntısı kişilerle alay için yazmıştır. Ama sonra, yücelik, asalet ve âlicenaplıklarla dolu kendi kahramanı Don Kişot’u çok sevmiş; onu daima imrenilecek ideal bir kahraman kimliğiyle ölümsüzleştirmiştir.
Nitekim davasına asaletle bağlı her insan gibi Rahmi Sönmez’in de çok sevimli, saf, tutarlı ve saygıdeğer yanlan vardır. Elimizdeki bir “politik fikir romanı” olduğu halde, bu eserin bütün diğer “ölü” kişilerine karşılık Rahmi Sönmez, canlı ve sevimlidir. Şövalye ruhundan, vefadan, inançtan ve feragatten ona da sızan değerler vardır.
“İroni” istihza, mizah nerelerde oluyor Öncelikle, çoktan can çekişmekte olan ve son yıllarda öleceği apaçık beliren komünizmi, ömrü boyunca tek hakikat, tek doğru kabul etmiş bir bağnazlığın alaya alındığı açıktır. Bu kitabı hakkında Tahsin Yücel’le konuşan Serhat Öztürk (Nokta, sayı: 86, Şubat 1992) önce şöyle düşünüyor:
“Peygamberin Son Beş Günü” bir eski tüfek hikâyesi ama, bir yandan da Nâzım Hikmetin şiirlerinden yansıyan ütopyanın (makinalaşmaya methiye “sosyalizm elektrikleşmek demek’ gibi çıkarsamalar; kamına bir türbin oturtup, kuyruğuna çift uskuru takınca bahtiyar olan insanlar) eleştirisi niteliğinde.. Konuşmaya bu noktadan başlıyoruz:
Tahsin Yücel’in cevabı şöyle:
“Nâzım Hikmet’in daha çok bir dönemdeki şiirleri söz konusu olan, ama doğrudan bir eleştiri yok Daha çok makinalaşma tutkusuna yönelik bir düşünceyi yansıtan şiirlerin eleştirisi söz konusu. O zamanlar insanlar ellerinde yeterince materyal olmadığı için, komünizm konusunda daha çok edebiyattan besleniyorlar.
Rahmi’nin durumu da bu ve beslenebileceği en temel, en öndeki örnek Nâzım Hikmet’in şiirleri. Yani salt eleştirel amaçla kullanmadım bu şiirleri, bir zorunluluktu. Makine, beton, tribün belli bir sol anlayışın ürünü. Biliyorsunuz her sosyalist ülkede adı dinamo olan birkaç takım vardı. Aslında, salt solun eleştirisi de değil, ama solla sağ farklı noktalardan hareket etmelerine rağmen, sonuçta aynı noktada birleştiler Makinalaşmak.
Ne var ki, Nâzım’ın “eleştirilmesi” (diyelim) o kadarla bitmiyor: Nâzım Hikmet’in:
“Trrrum tiki tak
Makinalaşmak istiyorum
Mutlaka, buna bir çare bulacağım
Ve ben ancak bahtiyar olacağım
Karnıma bir türbin oturtup
Kuyruğuma çifte uskur taktığım gün”
Benzeri şiirleri ve “makinalaşmanın” bu şiirden 40yıl sonra, dünyayı ne hale getirdiği bir yana… Torun Nâzım Sönmez, bir gün, büyükbabasına:
“Büyükbaba vallahi çok kıyaksın… Senin anneme ve bana öğrettiğin komünizmin dört dörtlük (tam) bir Amerikan düşü olabileceğini hiç düşündün mü” diye sorar. Rahmi Sönmez, “Saçmalama” diye kızınca:
“-Saçmalamıyorum büyükbaba, dedi “Yetmiş yedi katlı betonarme dağlan, yetmiş yedi katlı yekpare camdan mağazalar, meşin kasketli, meşin ceketli kadınlar, yüz altmış kilometre giderken öpüşmenin güzelliği… Bütün bunlar Amerikan düşü değil midir?”
“-Saçmalama dedim sana! Bunlar hep Nâzım’ın sözcükleri” diye bağırdı peygamber. Nâzım (Sönmez) yine sinirlenmedi:
“Ben de Whitman’ın “Çimen Yapraklan”nın sözcükleri demedim.” diye yanıtladı. ”(s. 107)
Bu kadar da değil, Nâzım Hikmet, Rahmi Sönmez’in musallat fikri, gerçek “peygamberidir” bir bakıma, Sönmez’de gülünç gösterilen ne varsa, ucu (onun, taparcasına bağlı olduğu) Nâzım Hikmet’e de dokunmaktadır.
Daha gençliklerinde, iki öğrenci arkadaşın (Rahmi Sönmez ve Fehmi Gülmez) rakipsiz örnekleri Nâzım Hikmet’tir.
“Büyük ustaları gibi” güle bülbüle, “ruha mehtaba falan filân kamımız tok” deyip insanı Marksist-Leninist şuurla devinmesi gereken “30 kilo kemik, 7 litre kan, bir iki kilometre kadar damar, adale, et, sinir, deri” dünyayı “her tırnağında bin manda kuvveti demirleşen “makinalarda yırtılıp deşilerek” yalnızca, “77 katlı betonarme dağlarıyla gölgelenen” bir dünya düşünmek onlarca “sanatçının temel göreviydi.”
“Bireysel zırva şiirler ve aşk şiirleri yazdığı için” eşi ve mürşidi Feride, onu azarlıyordu. Sonunda Rahmi Sönmez Nâzım Hikmet yolunda öyle bağırgan kavga şiirleri yazdı ki, bir gece, Marksist entellerin toplandığı lokalde, (o zaman aşırı bir Marksist, sonradan gazino kralı olan) Matrakçı Maruf, ona “Peygamber” lâkabını veriyor. Ve “Ozan Sönmez” Marksistler arasında o sıfatla tanınıyor.
Aşağıdaki bölümde, Nâzım Hikmet’le, hapishanede (veya dışarda) birkaç gün teması olan herkesin nasıl “üstad” ve “sanatkâr’ sayıldığı; Ressam Balaban’ın, Orhan Kemal’in, Aziz Nesin’in hatıralarına “göndermeler” yaparak mizahlı bir dille anlatılmaktadır: (Büyük Marksist sanatkâr olmak için)”… İyi kötü bir sanat deneyimi bulunmak, hatta içeriye 141-142’den girmiş olmak bile gerekmiyor, usta’ya “çırak durmak” bile yetiyordu: Ne defter ne kalem ne kâğıt, ne kitap, volta
sırasında anlatılıyordu dersler. Birinci gün “diyalektik felsefe”, ikinci gün “sosyoloji”, üçüncü gün, “ekonomi politik”. Usta anlatıyor, çırak yineliyordu. “Şimdi de şunu yinele!” diyordu usta: “Ben büyük ozanım, sen de büyük ressam”. “Çırak bunu yineliyor ve üç derste, köy delikanlısı büyük ressam, sıradan gazeteci büyük romancı olabiliyordu…”
Nâzım Hikmet’in ayrıca 10 yıl hapis yatmış olması, Marksistler arasında, onun şiiri kadar büyük destanıdır. Şöyle ki, bu yüzden, “içeri alınmayan” sanatkâr, özellikle bir şair, Nâzım’ın yolundan gitmiş olmaz. 1940’lann bir “toplumcu ozanı” olup da hapse girmemiş olmak, yapılan toplu tutuklamalara rağmen dışarda kalmak, neredeyse ahlâksızlığa yakın bir kusurdur. Böylesi şair bile sayılmaz, unutulur. Ona “Kapitalist uşağı, polis yamağı, casus” bile denilebilir.
İşte “Ozan Rahmi Sönmek’ in en büyük derdi, kaygısı budur, yani şiirlerinden ötürü, evindeki Marks-Lenin-Nâzım Hikmet portrelerinden ve onların kitaplarından ötürü kendisini tutuklamamalarıdır. Roman, baştan sona, Ozan Sönmez’in bu üzüntüsü, bu kaygıları ile doludur:
Kendisine, daha önce “peygamber” lâkabını takan Matrakçı Maruf ona bir gün vapurda rastlar, soğuk davranır “Nasıl sıyrıldın?” diye sorar. Bu soru onu korkutur ve ürpertir.
“-Neden, nerden sıyrılmışım?”
Matrakçı Nasuh, “peygamber”in kulağına eğildi:
– Damdan, diye fısıldadı.
– Damdan mı, ne damından?
-Ne damından olacak kardeşim. Hapishaneden, tabutluklardan…
– Neler söylüyorsun sen, kim hapse girmiş ki?
– Hemen herkes, bütün arkadaşlar, solcuyum diyen kim varsa, ozan, yazar, eleştirmen, ressam, solcudur denilebilecek kim varsa…
(Daha sonra, Ozan Sönmez’i tutuklamalardan kurtaranın, arkadaşı iş adamı Fehmi Gülmez olduğu sezdirilecektir.)
Tahsin Yücel, bunları ve benzeri zindanları, baskılan, tutuklamaları, korkulan, askerî darbeleri vs. anlatarak, istihzasını, (ironi) eleştiri ve mizahını, Cumhuriyet dönemi başlarından tutarak, 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980)’lere kadar yaymaktadır. Ana tema olarak, denilebilir ki: Son elli yılın, tabularını, dar görüşlerini, kalıpçılığını, sahtekârlık, inançsızlık ve zorbalıklarını hicvediyor (yeriyor).
Tahsin Yücel’in, bu romanı kaleme almasındaki amaç nedir? Bunu, “Peygamberin Son Beş Günü” hakkında kendi söylediklerinden çıkarmağa çalışalım. (Cumhuriyet Kitap, sayı: 107)
Belki de bu nedenle yakın bir tarihe kadar alabildiğine ciddî yaklaşılan birtakım konular Peygamberin Son Beş Günü’nde traji-komik bir biçimde aktarılıyor.
Özellikle tabular ve inançlar. Ben size yazınsal değil, politik açıdan sorayım: Şimdi bu konularda ne düşünüyorsunuz?” sorusuna yazan, şu cevabı vermektedir.
“-Evet, Peygamberin kişiliğiyle bağıntıları içinde yansımaları böyle gösteriyor onları. Geçmiş yılların tabuları, inançları, benim bir başka yerde kullandığım deyimle söylenleri konusunda romandan bağımsız olarak ne düşündüğüme gelince, gerçekte de sizin deyiminizle traji-komik bir yanlan yok değil. Benim Peygamberin Son Beş Günü’nü yazmaya giriştiğim sıralarda belirtileri bile yoktu ya özellikle şu son birkaç yılda yaşadıklarımız da bu özelliği daha bir keskinleştirdi Söylemeye gerek var mı, bilmem: Tabular, söylenler, inançlar gerçek düşünceyi saptırır, çürütür, solun gerçek sol düşünceyle karıştırılan birtakım söylenleri de kimi kafalarda ve kimi toplumlarda onun sağla kucaklaşmasına yol açtı. Demek ki, düşünsel temelleriyle birbirinin karşıtı olan iki siyasal akım tabularında ve söylenlerinde (beton, dinamo, sürekli ilerleme, yeryüzü cenneti) birleşiyordu. Çoğu yerlerde olduğu gibi bizim ülkemizde de kimileri sol düşüncenin asalakları olan söylen ve tabuları sol düşüncenin kendisi sandılar. Ben bu kanıda değilim.”
Özet
“Peygamber’in Son Beş Günü”nün özetini verirsek, şahısları, hicivleri, eylemleri takip etmek, daha kolay olacaktır:
Rahmi Sönmez’le Fehmi Gülmez, aynı mahallede, birbirine yakın evlerde oturan, esnaf kökenli iki gençtir. Fakültede aynı sıralarda oturur, ikisi de “Marksizm”e merak sararlar. Onlara olağanüstü görünen Feride adlı kız, yurt dışında kaldığı ve yabancı dil de bildiği için (çok bağlandığı) Marksizmi onlara öğretecek kadar bilgilidir. İki arkadaş, komünizmi, bu Feride’den bir de Nâzım Hikmet’in şiirlerinden öğrenirler.
Her iki genç, Feride ile evlenmek isterse de, kız, Rahmi Sönmez’i tercih eder. Sönmez, onun da telkinleri ile komünist, bir “Ozan” olmak yolunda ilerler. Arkadaşı Gülmez ise, iş âlemine atılmış, zengin olmaya başlamıştır.
Ne yazık ki (Onları Marksist çevre’de söz sahibi yapan) Feride, genç yaşında, (sonra da Feride adı konulan) kızını doğururken ölmüştür. Sönmez’in üstüne titremesine rağmen, bu kız, Amerikanvâri zevklere, lükslere düşkün eğilimler gösterir. Bir gün, 3,5 yaşındaki (babası meçhul) oğlunu, Rahmi Sönmez’in başına atarak, zenci bir çavuşla Amerika’ya gider.
Rahmi’nin Feride’yi tanımadan önceki sevgilisi Zarife, büyük vefa ve hanımefendilikle şairin kızma da, torununa da sahip çıkar. Lâkin, Sönmez’in Feride’ye bağlı olması dolayısıyla, Zarife ile aralarında kan koca ilişkileri yoktur. Bir gün Zarife de ölür. Rahmi Sönmez ve torunuma birçok taşınmaz mal bırakmıştır. Gittikçe büyüyen torun Nâzım da (yukarıda görüldüğü üzre) asla, büyükbabasının istediği disiplin ve inançta bir komünist olmaz. Zarife’den kalan mirası har vurup harman savururcasına lüks ve çapkın yaşayışı içinde yer içer.
Fakat, Rahmi Sönmez’e hayret veren şey, Nâzım’ın da, 1970-1980 öncelerinde, lüks yaşayan, büyük paralar harcayan, birçok gençler gibi anarşist, terörist ve devrimci olmasıdır…
Bu husus, romanda bir dönüm noktası olur. Nitekim “Tek yol devrim” sloganı ile, “ kitap” tan, “silâh”a geçen Nâzım Sönmez’in tutuklanması, evinin aranması vs. “peygamber” denilen şair Sönmez’i eyleme geçirmiştir. Romanın ikinci kısmı olan “Peygamberin Son Beş Günü” olayları böylece başlamıştır.
Aklını kaybetmiş (şizofrenik) bir havada, Nâzım’ı kurtarmak için, aynca da kendi eylemci öncü ozan görevini yerine getirip, polisçe tutuklanmak şerefine kavuşmak kararıyla, Taksim ve Beyoğlu’nda, Nâzım Sönmez’in garip elbiseleri, Lenin şapkasıyla yürüyüşlere, dava telkinlerine kalkar. Meyhanelerde, gazinolarda, “devrimci” konuşmalar yapar.
Son gece, Haydarpaşa’dan, Kurtalan’a giden bir trene biner. Bilmediği bir yerde trenden atlar veya iner. Gece kulağına sesler gelmeye başlar. Torunu Nâzım’la konuşur, onunla anlaşır gibi uzun zaman karda kışta döner dolaşır. Torunu Nâzım’m “Her şeyin başında sen varsın, sen iyi bir komünistsin, değerli bir ozansın” gibi övgülerinin mutluluğu içinde, yine ondan geldiğini zannettiği “Ateeeş!”em- riyle silâhını patlatır.
Köylüler “ozanı” yan ölü bir şekilde, karlar içinde bulurlar. Eski dostu Fehmi Gülmez, büyük iş adamı nüfuzuyla (askerî rejime rağmen) yetişir. Onunla görüşür. Son nefesini veren Ozan Rahmi dostunun yardımı ile Feride’nin yattığı mezara gömülür. Torunu Nâzım da o sırada ölmüştür.
Fehmi Gülmez’in, askerî yönetime rağmen her tarafta para ile sözünü geçirir- liği karşısında, Rahmi’nin öldüğü köyün kıdemli Jandarma başçavuşu, başım iki yana sallayarak şu cümleyi söylemiştir:
“Ben bu ülkeyi bizim generaller yönetiyor sanıyordum, meğerse “ben komünistim” diye bağıran zenginler yönetiyormuş”…
Kurgu ve Üslûp
Yücel’in anlattığına göre bu romanı:
“îlk haliyle 1989’da yayımlanan “Aykırı Öyküler” kitabının içinde 20-30 sayfalık bir hikâye olarak düşünmüş. “Peygamberin Son Beş Günü”nü öykü olarak yazmış, ama bakmış ki sürekli büyüyor, anlatı haline getirmeye karar vermiş. Yazımı üç, üç buçuk yıl sürmüş; ama arada başka işlerle de uğraşmış. Sürekli bir şeyler değişmiş, eklenmiş; “canlı, serüven dolu bir çalışma” meydana gelmiş.
Tahsin Yücel, dil ve üslûp konusunda iddialı bir yazardır. “Dil Devrimi”ne sıkı sıkıya bağlı olanların önde gelenidir. Dil Devrimi (1968), Anlatı Yerlemleri (1980), Dil Devrimi ve Sonuçlan (1981) adlarıyle kitapları davardır. Öteki dil devrimcilerinden de “aşırı sözcükleri” bu kitapta bile görülmektedir. (Söz gelişi, Dil Kurumcuların “Kent Soylu” dedikleri “Burjuva” yı, Yücel “Kenter” diye kullanmaktadır.)
“Peygamber’in Son Beş Günü”ndeki dil, üslûp ve genellikle dil anlayışı, söz’ün önemi üzerinde görüşlerini özet olarak Cumhuriyet Kitap, sayı: 107’de açıklamıştır. Oradaki sorulara cevaplarında: Edebî eserin sadece “dil’den ibaret olduğunu söyleyen ve bunu uygulayan görüşlere karşı Yücel, “olayın” da önemli olduğunu vurgulayarak şunları söylüyor:
“Bir gazete haberi bir Flaubert romanının kaynağını oluşturabildiğine göre, romanda olay örgüsünün büyük bir önem taşımadığı açık. Sonra, her yazın yapıtı gibi roman da her şeyden önce bir dildir, Roland Barthes’in söylediği gibi varlığı dilin varlığıyla karışır. Ama söylediğimiz şeyin önemi olmadığını düşünüyorsak, susup oturmamız daha uygun olur. Yazınsal da olsa dilin varlık nedeni anlam iletmektir. Kendi başına bir dil yaratmak bir düşten başka bir şey değildir. Yazın belki de her şeyden önce anlatılmak istenen şeyle onu dile getirecek olan söylem arasında kurulan bir uyumdur. Söylem anlatılmak isteneni, anlatılmak istenen söylemi koşullandırır.”
“Hiç kuşkusuz, bu koşullandırma biçimi, bu uyum sanatçıdan sanatçıya değişir. Ancak sorulacak sorusu, yansıtılacak bir evreni olmayanın tutarlı bir dil oluşturabileceğini sanmam. Beckett’in yapıtlarında varlık yalnızca dile indirgenmiş görünür, ama bu durumda bile, taşıdığı kopuk, dağınık anlamlar bir yana, dil varlığa tanıklık eder, biz de her şeyin dile indirgenmiş olmasını bir çöküş biçiminde algılarız. Yazını yalnızca bir dil ya da yalnızca bir oyun olarak niteleyenler onun yüzyıllardır süregelen uyarıcı, bilinçlendirici, anlamlandırıcı işlevini unutmuş görünüyorlar.”
Bu romanda, Tahsin Yücel’in, cümlelerini kısa tutup, konuşulan Türkçenin tadını sürdürdüğü sayfalar, okunaklı olmaktadır. Fakat, çok defa inceleme yazılarındaki gibi inanılmaz uzunlukta ve işitilmedik “öz Türkçe’lerle donatılmış, öyle cümlelere (hem de sık sık) yer veriyor ki, roman türünde rahat okunması gereken bir esere, ölgünlük vermektedir.
Tahsin Yücel, Orhan Pamuk’un, geçen yıl çıkan “Kara Kitap”ını Türkçemiz bakımından haklı olarak eleştirmişti. Fakat o eleştirilerin sahibi, kendi romanında:
“Ne var ki, dönemin genç ozanları, bütün anlaşılmazlıklarına, bütün tarihsel ve söylensel göndermelerine karşın, düşüngüsel yanlarını sezdiklerinden ya da ozanı fazla yaşlı ve fazla yakışıklı bulduklarından olacak, bu şiirleri kendilerine yabancı buldular; Peygamber’in kendi kuşağının ozan ve yazarlarıysa, durmamacasına yeniden önlerine sürülen bu değişken kadın bedeninin toplum, elleriyle ayaklarının proletarya, gövdesinin kenter sınıfı, başının kapitalist azınlık (yer yer de tarih), dönüşümlerininse proletarya devrimi yolunda gerçekleştirilmiş ya da gerçekleştirilecek olan çetin ve önlenemez evreler olduğunu uslarına bile getirmeden, “kaçış”tan ve “sapıklık”tan söz ettiler; savcılardansa hiç ses çıkmadı: Peygamberi sürekli düş kırıklığına uğratmaya yemin mi etmişlerdi, yoksa bu ilginç dizelerin ayrıntılı çözümlemelerine girişince herkesi güldürmekten mi korktular, nedir, hiçbiri kılını bile kıpırdatmadı.” (Tahsin Yücel, Peygamber’in Son Beş Günü, s. 89) gibi… Hemen hemen yarım sayfa tutan zorlamayla bile anlaşılmayan bir cümleye (ve benzerlerine) nasıl yer verebilir?”
Peygamber’in Son Beş Günü’nden
Peygamber ne zamandır uğramamıştı Beyoğlu’n a. Gençlik yıllarının bu çekici odağı yaşamından yavaş yavaş silinmişti.
Gözlerini çevresinde dolaştırdı; burası geldiği yerlere göre daha kalabalıktı, ayrıca insanlar burada bir düşmandan kaçar gibi değil, ağır, ölçülü adımlarla yürüyorlardı. Ama bu insanlar onun gençlik günlerinin İstiklal Caddesi’nin koyu renk giysili, kravatlı, fötr şapkalı, kibar insanları değildi. Arada bir, ikişer, üçer, dünyaya meydan okurcasına geçip giden, garip kılıklı, çok boyalı, erkeksi kadm- larya da kadınsı erkekler bir yana bırakılırsa, hep kasketli, yoksul kılıklı, tıraşsız ve bakımsız insanlardı, ama Tophane’de dolaşır gibi güvenli adımlarla yürüyordu hepsi de: Sanki işçi sınıfı Beyoğlu’nu kenterlerden kurtarmıştı. Kimi kapıların girintilerinde üçer beşer bir şeyler konuşmaları da ortada bir şeyler döndüğünü gösterir gibiydi. Peygamber cebindeki bildiriyi yokladı. Hem ortalığı daha iyi denetlemek, hem de biraz soluklanmak üzere, kendisi de bir kapı girintisinde durdu, bir sigara yakmak istedi. Cebindeki Marlboro paketinde hiç sigara kalmamıştı. Paketi avucunda buruşturup yere attı, ama, tam bu sırada, belki bir raslantı, belki de ucu tâ Nâzım Sönmez’e dek uzanan bir düzünleme sonucu, hemen önünde bir çocuk belirdi, “Marlboro var! Marlboro! Marlboro!” diye bağırmaya başladı.
En sonunda, kırmızı ışıklı bir kapının önünde acayip kılıklı birtakım adamlar gördü. Bunlardan biri, kırmızı cepkenli, kara şalvarlı, fesli ve pos bıyıklı bir genç adam, tarihin karanlıklarından kaçarcasına, koşa koşa yanma geldi, “Buyur beyim, buyur, programımız çok zengin, ama fazla yerimiz kalmadı, çabuk olalım!” diyerek teklifsizce koluna girdi, nerdeyse sürükleyerek ışığın altına, öteki adamların arasına getirdi onu. Bu adamlar da şalvarlı, cepkenli, fesli ve pos bıyıklı olduklarına göre, görünüşte onlarla hiçbir alışverişi olamazdı, ama, her şeyin ve herkesin kılık değiştirmiş olduğu bu olağanüstü akşamda görünüşlerin ardında neler gizlendiğinin bilinememesi ve karşısına çıkıp koluna girdiklerine göre kendisini doğru yere götürmelerinin büyük bir olasılık olması bir yana, midesi öyle kazmıyordu ki, fesli adamın önerisini geri çevirmenin yanlış olacağını düşündü:
“Yiyecek bir şeyleriniz de bulunur mu?” diye sordu. “Örneğin bir menemen…”
“Bulunur efendim, her şey bulunur! Sen paradan haber ver!”
“Para kolay.”
“Öyleyse buyur, bey amca, şuradan buyur!” dedi fesli adam, kolunu hiç bırakmadan, süslü bir kapıdan içeri soktu Peygamberi Bir kapıdan daha geçirerek zayıf bir kırmızı ışıkla aydınlanan, dar bir yere getirdi. “İçerisi sıcaktır, pardösünü alalım, kasketinle çantanı da”, dedi, kasketi başından alıp sağda, oymalı bir tezgâhın ardında gülümseyen çok boyadı bir kadına uzattı, sonra yağmurluğum çıkarmasına yardım etti, “Çantayı vermiyor muyuz?” diye sordu.
“Hayır, çantamı veremem.“
“Sen bilirsin”, dedi adam, bir kapıyı daha itti.
Peygamber her bir köşesinden iç bayıltıcı bir oyun havası fışkıran, loş bir yerde buldu kendini.
Çalgıcılar gibi parlak kara ceketli bir garson dikildi başına;
“Hoş geldiniz, efendim”, dedi. “Galiba menemen yiyecekmişsiniz. Menemen hazırlanıncaya kadar bir viski getireyim mi?”
Peygamber yanıt vermeye hazırlanırken, nerdeyse ciğerlerinin dibinden gelen, zorlu bir hapşırık bastırdı birden, elini ağzına götürmesine zaman kalmadan, gırtlağından kurşun gibi fırlayan bir parça kadının çıplak göbeğine yapıştı. Peygamber yüzünün kızardığını duydu, başım önüne eğdi, Nâzım’ın mendilini ağzına götürdü, bir daha, bir daha, bir daha hapşırdı, ancak garsonun getirdiği viskiyi ağzında birkaç kez çalkaladıktan sonra rahatlayabildi. Derin bir soluk alarak utana utana çevresine baktı, az önce sahnede göbek atan kadının, şimdi sırt üstü yerde yattığını, ayakta yaptığı devinileri şimdi yerde yinelediğini gördü, hem şaşırdı, hem de bunun nedeni kendisiymiş gibi utandı, menemeni bile beklemeden kalkıp gitmeyi düşündü; ama, hapşırınca içi tümden boşalmış gibi, kendini çok güçsüz, çok yorgun bulması bir yana bu kaba ve aykırı görüntülerin altında, kendisini devrimci yoldaşlara götürecek birtakım öğeler bulunup bulunmadığını, koluna girilip bu garip yere getirilmesinin nedeninin bu ülkenin devrime gönül vermiş bir ozanı, en azından Nâzım Sönmez’in büyükbabası olması olup olmadığını kesinlikle öğrenmek istiyordu. “İnceldiği yerden kopsun!” diye mırıldanarak viski kadehini başına dikti. Avcuna sıkıştırdıkları bildiride burasıyla ilgili bir ipucu bulunabileceğini düşündü, bir kez daha okumak istedi. Ama tam bu sırada, garson menemenini getirdi:
“Merhaba, ben Attila” dedi. “Oturabilir miyim?”
“Buyurun” dedi Peygamber.
Şarkıcı bir iskemle çekip karşısına oturdu, hemen tepesine dikilen garsondan içki istedi, sonra, tuhaf bir biçimde gülümseyerek, uzun uzun süzdü Peygamberi
“Aaa, gözün yeşilmiş senin!” diye haykırdı. “İnan bana, üstadım, ben yeşil gözlere bayılırım.”
Peygamber senli benlilikten de, kaşından gözünden de söz edilmesinden de hoşlanmazdı, ancak “üstadım” sözü sezgilerini doğruladığına göre, izlenecek en doğru tutumun küçük ayrıntıları bir yana bırakarak söyleşiyi sürdürmek olduğunu düşündü.
Bu arada, Attila elini avucuna alıp okşamaya başlamıştı.
“Ellerin buz gibi! Donmuşsun sen!” diye fısıldadı. Sonra gülümseyerek göz kırptı. “Gözünü de morartmışlar! Söylesene, kimin, neyin peşinde koştun bu soğukta? Böyle tiril tiril, iki dirhem bir çekirdek…”
Peygamber şaşırdı, biraz da rahatsız oldu, ama işin sonunu beklemekte kararlıydı, gülümsemekle yetindi.
“Evet, kimin peşinden koştun?” diye yineledi. Attila, elini avuçlarında daha çok sıktı. “Yoksa senin peşinde mi koşuyorlardı?” diye fısıldadı. “Öyle yakışıklısın ki, hiç şaşmam buna doğrusu. Ne kadar yakışıklı olduğunu söylediler mi sana?”
“Evet, bazı bazı”, dedi Peygamber, “ama benim sorunum bu değildi”.
Attila şaşırmış gibi gözlerini ayırdı:
“Ya, öyle mi?” dedi. “Sorunun bu değildi de neydi peki?”
Peygamber, “Sanki bilmiyormuş gibi!” diye geçirdi içinden, durumun gerekleri ne olursa olsun, bu işin fazla uzatıldığını düşündü, Attila’ya doğru eğildi:
“Devrim!” diye fısıldadı.
“Gördünüz mü üstadımız gerçek bir devrimci” diye atıldı, Attila, hafiften göz kırptı.
Masaya ilk gelen kadın Peygamber’e belirgin bir ilgiyle baktı o zaman:
“Sizin gibi zengin ve kibar bir beyefendi devrimci olduğunu saklamadığına göre, devrim iyi bir şey olmalı”, dedi “Geçen akşam da düşündüm bunu: Yakışıklı bir çocuk gelmişti buraya, oturup birkaç kadeh içtik, güzel güzel konuştuk, çocuğun adı Devrim’di, böyle kibar, böyle yakışıklı bir çocuğun adını Devrim koyduklarına göre, Devrim güzel bir şey olmalı dedim. Çocuk “Boşver şimdi bunlara”, dedi ya alçak gönüllüğünden böyle konuşuyordu. Haksız mıyım, üstadım?”
Peygamber gülümsedi:
“Hayır, haklısınız, hanımefendi”, diye yanıtladı: “Devrim insanlığın tek umududur”.
“Değil mi ya!” diye sürdürdü kadın. “Televizyonda Tanrı’nın günü devrimcilere atıp tutuyorlar ya ben onlara inanmıyorum artık. Hem bunlar güvenilir insanlar olsalar çerden çöpten kanlan karşımıza şarkıcı diye çıkarırlar mı? Haksız mıyım üstadım?”
Peygamber hafiften öksürdü, soruya bir yanıt aramaya başladı, ama bir başka kadm kaptı sözü:
“Olabilir, devrimciler iyi insanlardır belki, ama yalnız onlar yok ki ortada ” dedi. “Anarşit diyorlar, maksit diyorlar, teröris diyorlar, kominis diyorlar, örgüt diyorlar, doküman diyorlar, diyorlar da diyorlar işte. Aynı adamlar mı bunlar? Aynı adamlarsa adlan neden bu kadar çok? Aynı adamlar değillerse, neden bunlardan hep aynı adamlarmış gibi söz ediyorlar? Biz cahiliz, bilmiyoruz. Siz bize bunları anlatabilir misiniz, üstadım?”
Peygamber belki de bir sınavdan geçirilmekte olduğunu düşündü, sırtını dikleştirip öksürdü:
“Çok güzel bir soru”, dedi, sonra bir an duraladı, “neresinden başlasam, bilmem ki”, diye söylendi.
Sağındaki mavili kadın kolunu omzuna atarak parmaklarının ucuyla sakalını okşadı:
“Canın neresinden isterse orasından başla, güzel üstadım” dedi.
“Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, önce şurasını belirtmeliyim” diye başladı Peygamber, bir kez daha öksürdü. “Önce şurasını belirtmeliyim ki, şu anda tarihin tekelci aşamasını yaşamaktayız; böyle bir aşamada coşku direniş oluyor ve sözünü ettiğiniz bütün o insanlar bir direniş coşkusunun ardından koşuyorlar; ancak ben elmalarla armutların toplanmasına karşı olduğumdan, örneğin anarşistleri…”
Konuyu açmış olan kadın sözünü kesti:
“Üstadım, kusura bakmayın, ama ben bu sözlerinizden hiçbir şey anlamadım” dedi.
“Öyle mi? Gerçekten hiçbir şey anlamadınız mı?”
“Allah seni inandırsın ki, hiçbir şey anlamadım!”
“Hoppala! Allah’ın işi ne burada?” diye düşündü Peygamber, gözlerini tavana dikti. Bir kez daha, açıklıkla görüyordu ki, halkı anlamak başka, halkın düzeyine inmek başkaydı, en büyük sorun burada yatıyordu belki. Kenter sınıfının onu orta çağın karanlıkları içinde tutma çabalan da işin içine girince, göbek bağın hep halka bağlı kalsa bile, düşünce bağların ister istemez ondan kopuyordu. Ne var ki, düşüncemi anlamıyor diye, hatta tutucudur diye halka sırt çevirmek değil, onu anlamaya çalışmak ve ona çıkarının nerede olduğunu göstermek gerekirdi. Sözlerinin anlaşılmamasının tek nedeni hızlı konuşmasıymış gibi, her sözcükte dura dura anlatmaya başladı: Proleter devriminin nasıl gerçekleşeceğini Marx’ın çok açık bir biçimde söylediğini, ancak, bu devrimin gerçekleşme zamanının belli olmaması nedeniyle ve son uçta hepsi aynı kapıya çıkacağına göre, halkın çektiği acıya dayanamayan kişilerin işi çabuklaştırmak üzere silâha sarıldıklarını, silâhların kullanılma biçimi konusunda değişik yorumlar bulunduğunu, bu bakımdan, zaman zaman, belirli bir sapkınlıktan söz etmenin olanaksız olmadığını, ancak her kuşağın kendine göre bir yaklaşımı bulunduğuna, tarih de sürekli ilerlediğine göre, genç kuşağın kavgasını haklı ve soylu bir kavga olarak nitelemek, buna karşılık, faşist odakların çok sık kullandıkları terörist, anarşist gibi kuramsal dayanaktan yoksun adlandırmaları fazla önemsememek gerektiğini anlattı. Sonunda, “Şimdi anlatabildim mi?” diye sorduğu zaman, herkesten olumlu bir yanıt alacağından kuşkusu yoktu, ama konuyu açmış olan kadın sorusuna soruyla karşılık verdi:
“Yani anarşit, maksit, terörist, kominis, hepsi bir mi?”
(Peygamberin Son Beş Günü, 1991, s. 212-225)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL