Tahir Kutsi Makal kimdir? Hayatı ve eserleri: (1937-1999) Denizli-Acıpayam ilçesinin Oğuz köyünde doğan, Tahir Kutsi Makal Denizli Lisesinden (1956) sonra öğrenimini İstanbul’da Gazetecilik Okulu’nda (1959) tamamladı. Çeşitli gazetelerde muhabirlik, istihbarat şefliği, sekreterlik, yazı işleri müdürlüğü ve genel yayın müdürlüğü yaptı. “İçgöç” adlı kitabıyla “Yılın Gazetecisi” seçilen Makal, buna armağan olarak birçok Batı ülkelerini gezdi.
Tahir Kutsi Makal’ın iki romanı var Meydan Dayağı (1977), Kamyon (1979) İki hikâye kitabı: Delitay (1982), Karadon’dur (1987). Tahir Kutsi’nin çok sevilen, yankılar yapan eserleri, öncelikle memleket ve gurbet gezileri dolayısiyle yazdığı röportajlardır. Bunlar; İç Göç (1964), Acı Yol (1964), Köylü Gözüyle Avrupa (1965), Anadolu’da Türk Mührü (1971, Malazgirt zaferinin 900. yıldönümü münasebetiyle) kitaplarında toplanmıştır. Tahir Kutsi’nin çok önem verdiği “asıl eserlerim” dediği bu toplum röportajları çok ilgi çekici olup yazara pek çok da armağan kazandırmıştır. Bu eserler, birçok defa basılmıştır.
Tahir Kutsi Makal, şiirlerini üç kitapta toplamıştır Fakir İşi (1957), Babanız Yine Âşık Çocuklar (1987), Öpkü (1996); Fıkraları, siyasî yazılan ise Al Kırbacı Eline (1978), Benim Benim O Benim (1987), Benim Gizli Yazılarım (1997) adlı kitaplarında bulunmaktadır.
Makal, 1965’ten ölünceye kadar çıkardığı Tarla dergisi ile ve onun dışında da, Türkiye folkloru ve halk edebiyatı ile ilgili birçok eserler vermiştir. Bu gayreti dolayısıyla, pek çok folklor toplantılarında bildiriler sunmuş, bazı toplantıları da kendisi düzenlemiştir. Folklor konusunda, ülkemizi Türkiye dışında da temsil eden Tahir Kutsi, Türk halk bilimine olan hizmetlerinden ötürü, İnönü Üniversitesi’nden “Fahrî doktorluk payesi’ almıştır. Folklor ve Halk edebiyatı ile ilgili başlıca eserleri:
Sahte Ozanlar (1969), Âşık Veysel (1969), Zara’lı Âşık Erdem (1972), Karacaoğlan (1973), Dadaloğlu (1973), Köroğlu (1975), Âşıklar Şöleni (1977), Pir Sultan Abdal (1989), Âşık Veysel’in Dünyası (1982), Hak Aşıkları (Antoloji) Halkbilim ve Edebiyat (1990), Yunus Emre Şiirleri (İrfan Ünver’le birlikte) (1991), Âşık Haşan Dede (1995).
Tahir Kutsi’nin folklorumuzla olan bu yakınlığı, onun şiirlerine olduğu kadar, romanlarına da sinmiş röportajlarının çekiciliğine de yön vermiştir. Edebiyat ve sanatın birçok tür ve dallarında eserler vermiş bulunan Tahir Kutsi’yi burada kendi tercihini de göz önünde bulundurarak, ilgi çekici temler, İnsanî ve millî heyecanlar, tarih, köy ve insan sevgisi ile dolu röportajları açısından anlatmaya çalışacağız.
Yalnız, öncelikle, folklordan da yararlanmış olarak ve ısrarla maddî aşkı, kadın tutkunluğunu anlatan, bu yanı ile de Ümit Yaşar Oğuzcan’ı andıran şiirlerinden birini aşağıya alıyorum:
SOHBET
Babanız yine âşık çocuklar Yüzünün gülüşü ondan Erken gelişi ondan Ve bu sefer iş berbat!
Babanız yine âşık çocuklar.
Aşksızlığı kaldırın mezara Şiirin bini bir para gayri Türkünün bini bir para Cıvıl cıvıl kuş sesleri balkonda Evde cıvıl cıvıl çocuk kahkahaları Derim ki bu sevgide etmeli sebat!
Babanız yine âşık çocuklar.
Babanız yine âşık çocuklar.
Mahzun duruş çoğaldı Kalpte vuruş çoğaldı Son resmi de yırtıver, at!
Babanız yine âşık çocuklar.
Duyurmayın ananıza, utanırım Döğüş-kavga çıkarır, onu iyi tanırım Sizi asar, beni keser, surat asar, surat!
Azar köftesi gelir sofraya, surat çorbası konur
Bırakın yüzüm gülsün ne olur
Bırakın hızlı çarpsın yüreğim
Bırakın bir daha âşık olayım
Bırakın erken öleyim
Duyurmayın ananıza,utanırım
Babanız yine âşık çocuklar.
(Babanız Yine Âşık Çocuklar, 1987, s. 7)
İç Göç Hakkında
îç Göç kitabının ilk yazısı olan “Kamyon Üstünde Bir Yolculumu aşağıya alıyorum. Bu eser, 1964’te basılmışsa da 1959’lardan itibaren gazetelerde bölüm bölüm yayımlanmıştır. Daha parça parça çıkarken Gazeteciler Cemiyeti, Gazeteciler Sendikası ve basın armağanlarını almıştır. Tahir Kutsi, “Yılın Gazetecisi” (1963) ödülünü kazanmıştır.
Kırk iki röportaj’ı içine alan bu eser, Sait Faik’in “avare ve şairane”, Yaşar Kemal’in ülke meselelerine kendi açısından dokunan röportajlarından sonra hem ifade gücüyle hem de yüreği halk için yanan havası ve köylü sevgisiyle dikkati çekmiştir. Millî değerlere bakışı, yanlışlık ve yolsuzluklara karşı direnişi ile yapıcı bir kitaptır.
1955-1960 yıllan, bakımsız, susuz, verimsiz topraklarda bunalan, nüfusça da çoğalan halkımızın, çiftçilik ve ırgatlıkla karın doyuramadığı için, büyük şehirlere toplu olarak göçmeğe başladığı ilk yıllardır. Devlet Anadolu’ya iş ve refah getirmediği için halk “Taşı toprağı altın” diye ümitlendiği İstanbul’a ve benzeri şehirlere koşup iş arama telâşına düşmüştür. Bu yıllarda, büyük şehirlerin çevresine ilk gecekondu mahalleleri kurulmuştur. Büyük şehir hayatı ile bir yandan mecburî kaynaşan, bir yandan fabrikalar ve şehir muhitleri ile uzlaşamayan saf ve çekingen köylümüz maddî manevî sıkıntılara, acılara uğramıştır.
1959-1960, ülkenin alt yapısını düzenleme hazırlıkları yapıldığı fakat bunun henüz hiç başarılmamış olduğu yıllardır. 27 yıllık bir dikta (Tek Parti) yönetiminden sonra, dokuz-on yıllık bir demokrasi ve halka yaklaşma dönemi başlamış, fakat o dönem de ekonomik darboğazlar içinde sevimsiz ve çaresiz hale düşmüştür.
İşte gerek göç edenlerin, gerek orada kalanların ve isteyip de gidemeyenlerin veya gidip pişman olarak geri dönenlerin durumlarını İç Göç’te görüyoruz. Bu durumlar genellikle üzücü, iç karartıcıdır. O günden beri 30-40 yıl, belki biraz kurumlaşmış şekilde, ama aynı ayrıntılarla sürüp gitmektedir. Makal, sanatkâr bakışıyla, bunları ‘Acı Yol’da ele almıştır. Bu bakış, yıkıcı değil, yapıcıdır; köylüye içi yanan yazarın onancı tenkitlerini de sergilememektedir. Kötülükler ustaca teşhir olunmaktadır.
Yukarıda, Makal’ın çok ilgilendiği, iyi tanıdığı folklorumuzdan nasıl yararlandığını söylemiştik. Aşağıya aldığımız bölümde, şiir ve türkü mısraları ile deyimler, atasözleri, tekerlemelerle bunun birçok örneklerini görüyoruz.
Parçada dikkat edilecek bir başka nokta, yazarın dilinde hiçbir yapmacığa yer olmadığıdır. Bol sayıda Anadolu kelime ve deyimleriyle donatılmış bir konuşma ve yazı dili karşısındayız.
Yazarın gerçekçiliği de gerek tasvirlerde gerek olayların anlatılışında göze çarpıyor. Dikkat eden, kısa söyleyen, gördüğü ayıbı, yanlışlığı hemen yakalayıp yüze vuran bir gazeteci gerçekçiliğidir bu. İddiasız ve ilâvesiz bir “toplumculuk, köylüden yanalık” bu gerçekçilikte ağır basmaktadır.
İddia edilebilir ki, Tahir Kutsi’nin, romanlarından ve küçük birer roman gibi düzenlediği hikâyelerinden daha çok, bu röportajlarında usta bir gözlemci “hikâyeci”nin özellikleri bulunmaktadır..
Kamyon Üstünde Bir Yolculuk
‘Yine gam yükünün kervanı geldi
Çekemem bu derdi, bölek seninle”
Anadolu köylüsünün yıllardan beri söylediği türkü bu. Ve daha yıllarca söyliyeceği türkü. Keskin virajları boz dumanlı uğultu ile dönen kamyonumuz her an uçuruma yuvarlanabilir. Denizli – Acıpayam yolu üzerindeki sayısı unutulan dönemeçlerde taşıtlar, kendilerine can emanet edilen birer Azraildir. Can havliyle yolcular dua okurlar. Korkuyu dağıtmak için şarkı söyleyen olur, gülen olur, bağıran olur, ama ille de türkü söyliyen!.. İlerde Sarıova görünmüştür:
“Kurşun attım Sarıova’nın düzüne Azrail mi düştü gelin kızın izine”
Virajlar, virajlar, keskin virajlar…Virajları ağlamaklı türkülerle kıvrılan kamyonumuz! Kamyonda en azından kırk kişiyiz. Altımızda yük var. Kırk kişi birbirine tutunmuş durumda. Bir kişinin kayması hepimizi yere indirmeğe yeter. Sevinçliyiz; kamyonda kasalar, sandıklar üstünde de olsa, devrilme ihtimalimiz de olsa sevinçliyiz. Yüzlerce kişi var yollarda Yol kıyılarında. İl dışında, polis gözünden ırak kaçak yolcu bindirecek “namuslu”,”helâl süt emmiş” kamyon şoförü bekliyorlar. Yola çıkıp “bas geç beni, öldür beni, ya da al” diyorlar. Yük taşıma gücünü çoktan aştı, kamyonumuz hâlâ yolcu taşıyor. Yatağıyla yorganiyle şarampola serilen köylülere acıyor şoför: “Şimdi, diyor, belediye otobüsleri tek yolcuyla Çarşı-Lise seferi yapmaktadır. Böyle sıkışık günlerde her ilçeye bir otobüs verseler ne olur sanki?…”
“Aydın” yolcuları bunlar. Dönüş sevinci içindeler. Kanlarından, çocuklarından, sevdiklerinden üç ay ayrı kalmış bağrı yanık insanlar! Toplu halde pamuk, tütün çapasına gitmişler. Kafileler halinde dönüyorlar. Gidişleri ve gelişleri sevinçli ama çalıştıkları yerde çekmedikleri kalmıyor. Para kazanmaya deyip yola düzülerek borçla boynu bükük, köye dönen az değildir. Kazanan da çok çok bir merkep parası kazanabiliyor. Ölümüne bir mevsim kalmış merkep, uyuz… Yüz elli lira. Odun taşıyacak onunla, parasına para ekliyecek. Yüz elli liralık merkebin ayaklan tutmaz durumdadır. Hazır yeyici günlerini yaşamaktadır.
Her yıl çevre köylerden, ilçelerden on binlerce insan İzmir, Aydın ovasına dökülür. Ağaların binlerce dönümlük tütünü, pamuğu bunlara bakar. İşçiler “Dayı- başı ”na bağlıdır. “Dayıbaşı ” Ağa ile pazarlık eder. Her iki taraftan hisse ahr. “Dayıbaşı”lığını üç yıl sürdürebilen adam üç yılın içinde Karun’a döner. Şakşak teşbihle gezer köy içinde, yüksek konuşur, lâf altında kalmaz, ağzı kalabalık olur, dediğini dinletir. “Aydıncı”ları o toparlayıp gider. Yalnız yola çıkanın hali dumandır. Sürünür de sürünür. “İzmirlere kaçmak, İstanbullara geçmek de iflâh etmez” artık.
İstanbul’a akın var! Bu İstanbulluları ürkütür. Köylüleri de. Sokaktaki altınları önce gidenler toplayacaktır. İstanbul’a gönüllü olanlar pek aldırmaz buna. “Bir kaşık ayran sana da yeter bana da” derler. Dudaklarında “bozünden” bir türkü, koltukta yorgan ve bir kese, İstanbul yollan da görünür!
Ya ailesiyle sürekli çekişme ve geçimsizlik içindedir bu genç, ya da istettiği bir kız yüz vermemiştir, ya “kan güdücülerden kaçmaktadır, ya da “Dayıbaşı”yla atışmıştır. Çoğunun köye ölüm haberi gelir. Köprü altında, cami avlularının derinliğine, işsizliğin rezilliğine dayanamamıştır. Bekleyenleri vardır:
“Dön gel ağam dön gel dayanamiram
Uyku gaflet basmış, uyanamiram
Ağam, öldüğüne inanamiram”.
demektedirler. Ağlamaktadırlar. Sofra başına oturan ellerin kaldırdığı tahta kaşığa, çorbadan önce gözyaşı dolmaktır.
Aynı gün okumak amacıyla, iş bulmak amacıyla, köyden kurtulmak amacıyla birçok kişi İstanbul’a gitmeyi düşünmektedir. Trenlerin üçüncü mevkileri her zaman doludur. Üçüncü mevki yolcularının salonlara taştığı, yüz numaralara yükünü koyup üstüne oturduğu çok görülür. Bu ya bir sallantılı geliştir “Koca köy”e, ya da köye hınçlı bir dönüştür.
Dönenler! Dönenler yorgun, dönenler bitik, dönenler mahvolmuştur. Dönenlerin başına toplanılır. Dönenler yıkılmıştır. Daha iyi yaşamalar ummuştur, bulamamıştır, hamal piyasasına kabul edilmemiştir. Yapı işçiliğinden anlamadığı için el uzatan olmamıştır. Bunca apartıman vardır, daha öncekiler kapılara kaplanmışlardır. Köyde tarlası yoktur, şehirde iş bulamaz. Köyde çalışmanın, kendisi için daha verimli olacağını düşünmemiştir, kulağına fıslamışlardır, şeytana uymuştur bir kere, yola düşmüştür.
Kimse değer vermez ona. Köye uğrayan politikacılardan birini görsem, der. Politikacı yoktur. Yoktur, görünmez, bulunamaz. Dört yıl beklemek gerekir. O zaman yine köylü ile haşhaşadır politikacı. Oylar cebindedir; köylünün dertlerini yazıp cebine koyduğu sigara kutusu rüzgârın önüne katılmıştır, savrulmaktadır. Köylü yıllardır, derdini bölüşecek birine rastlayamamıştır. Bir garip anlaşmazlık içindedir, namuslu yaşamanın çilesini çekmektedir. (İç Göç, s. 8-10)
Acı Yol
1960’ta 27 Mayıs müdahalesinden sonra, memleketimiz daha büyük çalkantılara, sarsıntılara düştü. Baskıcı ve çıkarcıların adaletsiz icraatı ve parti kavgaları yüzünden Anadolu halkı yepyeni ezilişlere, şaşkınlıklara uğradı. Ekmek bulmak
için “İç Göç” çırpınışları sürerken “Dış göç”ün acıları, acemilikleri, ümitleri ve faciaları da gündeme geldi.
On beş yıl önce, II. Dünya Harbinden hemen hemen yok edilmiş ve ikiye bölünmüş olarak çıkan Federal Almanya, kalkınma hizanı yükseltmek için bizden de “işçi” istiyordu. Böylece, 60’lı yıllarda, Türkiye’ye birçok acılarla beraber, guj- bet duygulan, dövizler ve yenilik imkânları da getiren, ekmek seferi başlıyordu.
O tarihlerde, beşer, onar ellişer, yüzer binlerle ölçülen “Almanya”ya göç olayı zamanla üç milyondan fazla Türk insanının “gurbetçiliğine kadar” dayandı.
Devlet eliyle değilse de, oraya giden ve yerleşen vatandaşlarımızın gayretleriyle az çok kurumlaşan Avrupa gurbetçiliği maceramız, Almanya’dan başka ülkelere ve hatta Avrupa’dan başka kıt’alara da yayılmış olarak devam etmektedir. 1960’lardan beri, artık “Üçüncü neslin” de Avrupa’ya yerleştiğini biliyoruz. Bu ekonomik olayın, kültürümüze yeni renkler kattığını da ilâve edelim. Şunu özellikle belirtelim ki, Türk milleti, köylü, işçi, esnaf…Gerçek halk çocuklan vasıtasıyla Avrupa ile ilk doğru ve yapıcı temaslarını 1960’larda başlayan bu göçler aracılığı ile yapmış bulunmaktadır.
Acı Yol’dan, aşağıya aldığım ‘Dönemeyenlere Ağlayanlar’ bölümünde, Batıya, ekmek kavgası için giden ilk gariplerin ve yurtta bıraktıkları yakınlarının ümit ve ıstırapları, yine gerçekçiliğe ve o zamanki vak’alara dayandırılarak anlatılmaktadır. Hızlı gazeteci bakışı ile gezici hikâye üslûbu, bu röportajda da geçerlidir.
Dönemeyenlere Ağlayanlar
“Uğurlar olsun” elleri üç kere sallanmıştı. Dördüncüsünde tren ilk kıvrımı çoktan dönmüştü. İşsizliğini, geçim zorluğunu düşündükçe, paçalarını tutan yavruları “baba” dedikçe içinde belirsiz duygulanmalar oluyordu. Kendinden iğrenme duygusu idi belki bu. Belki imkânlarım zorlama düşüncesi idi. Çok kereler huzursuz yatağında karısına niyetinden söz açmayı istemişti, ama dili varmamıştı.
“Sizi bırakıp gideceğim” demeye varmamıştı dili. Karısının özlenmelerini, vakitli vakitsiz boş döşekte kendisinin bekleneceği günler kurcalamıştı aklını. Çocuklarının bakışını gönlünde burgu gibi duyup duracaktı. Alıp çekip gitmek vardı, ama kaza zor gelince feza dar gelirdi.
-’’Gitmesem olmaz” demişti karısına.
Karısı iki gözü iki çeşme ağlamıştı; “kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz. Aç . ölünmez. Kan kusarız, kızılcık şerbeti içtik deriz, sır vermem ellere…” demişti.
Uğurlarken de ağlıyordu, ama göz yaşları, pınarlarında kuruyup kalmıştı.
Bilinmedik ülkelerden görülmedik pullar yapışık mektuplar nasıl da sevindirici oluyordu. Uzaklardan para gönderilmiş olması ne güzeldi. Parayı gönderen elleri, ak kâğıda mavi yazan elleri öpmeli değil miydi şimdi? Eller, ellerin sahibi ne zaman gelecekti?…
Her gece el ayak çekilince kadının, çocuklarından gizli, yorgana gömülüp ağlamasına ne demeliydi? Anasının çocukken kendisine anlattığı hikâyeler geliyordu aklına. Gecenin bu saatinde hikâyeler nasıl da hazin oluyordu. Bir gitmişti de pir gitmişti babası. Evliliğinin ikinci yılında askere alınmıştı. Cepheye girdiklerinde mektup almıştı da sonradan şubeye çağırmışlardı.
“Allah etmeye, şimdi başına bi hal gelse beni nereye çağırırlar ki…”
“Bu işçilikte de künye olur mu ki acap?”
-’’Kocan şehit oldu. Vatan için can verdi. Allah ve komşular yanında sevgili insansın, değerli insansın” demişlerdi anasına.
-’’İşçi Ölürse şehit olur mu acap? Ölürse vatan için mi ölmüş olur ki…”
Halit Ay’ın yüzünü görmedim. Cenazesi Brüksel hava alanında idi. Belçika’ya işçi götüren uçaklardan biriyle Türkiye’ye yollanacaktı cenaze. Bir bırakılmış tabut idi. Telâşım Elçilik’te duydum. Elçilik Müsteşarı Yamaner, Frankfurt’taki Türk Hava Yollan Bürosu ile görüşüyordu. Tabut alana konulalı bir hafta olduğu halde nakledilmemişti ölü. Pilotlar ölü taşmaya pek yanaşmıyorlardı. Birisi “tabut kapıya sığmıyor” demişti: Öteki, “Frankfurt ve Roma’dan çok yolcu alacağız” diye kestirip atmıştı. Bir değirmende çalışırken bir makineye kapılıp kesilerek parçalanan Halit Ay’ın cenazesini işçi arkadaşları aralarında para toplayıp tabuta koymuşlardı. En sonunda da elçiliğin haberi olmuştu.
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin…
“Türkiye’deki kansı dönüş düşlerine yatmışken hayatını kaybetmişti Halit Ay. Ölümü nice sonra duyulmuştu ve yıkanamamıştı bile.
Türkiye’nin herhangi bir yerinden, Erzurum’dan, Eskişehir’den, Denizli’den, İstanbul’dan katılmalar dış göçe! Yüzleri katran gibi karartan kömür ocaklarından, zehirli gazlar yayılan atelyelerden sağ salim kurtulmak bütün mesele! Bütün mesele hayalleri kaybetmeden dönebilmek ve geride mutlu düşünüşler hayal edenleri yıkmamak… İşçiler söz arasına katıştırıyorlar: “Erzurum nire, Münih nire, Dayanmak marifet, dayan bire!..”
Şimdiye kadar çok işçimizin cesedi yollandı Türkiye’ye. İş anlaşmasının bir yılını doldurduktan sonra yerinden ayrılıp başka yere giden birçok işçiden de ses seda yok. Sabır dileğimiz gidip de gelmeyenleri bekleyenlere…
“Dön gel ağam, dön gel dayanamiram
Uyku gaflet basmış, uyanamiram
Ağam, öldüğüne inanamiram…”
(Acı Yol, Dış Göç bölümü s. 99-101)..
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL