SOSYALLEŞME
Sosyalleşme; kişinin
kendi grubu ya da toplumunun değerlerini benimsemesi, ve
onlar gibi
davranmasını öğrenmesi ya da “bireyi kişiye dönüştüren süreç” olarak
tanımlanmıştır. Bu sürecin araştırılması psikoloji, antropoloji ve
sosyolojide geniş yer tutar ve ilginçtir, sosyalleşmenin bir araştırma konusu
haline gelmesi her üç disiplinde de aynı zamanlarda, 1930’lann sonunda olmuştur.
Eski bir düşünce ekolü (“kültür-ki-şilik” ekolü diye bilinen ekol)
değişik disiplinlerin yaklaşımını antropolojik verilere psikanalitik teoriyi
uygulayarak bir araya getirmeye çalışmıştır. 1930’Iarda New York’ta bir dizi
seminer veren Abram Kar-diner değişik kültürel gruplara özgü kişilik
özelliklerini lesbit etmek ve bunların köklerini çocuk eğitimi uygulamalarında
bulmak amacındaydı. Çabalan belki de uğraştığı alanın çok geniş olmasından ve
birçok disiplini ilgilendirmesinden dolayı sonuçsuz kaldı ve artık günümüzdeki
sosyalleşme üzerine çalışmalar disiplinler-arası olmaktan çok disiplinler-içi
bir hale geldi. Sosyologlar aile, okul ve iletişim gibi kurumların etkilerine
eğilirler, psikologlar ise bireysel düzeyde çalışarak ebeveyn-çocuk etkileşimi,
cinsel-rol kimliği, oyun ahlâki düşünce ve kişilik kavramının gelişimi gibi
konulan incelerler. Kişilik gelişimi konusu psikologlar ve sosyologlar
arasında diğer bütün konulardan daha fazla verimli işbirliği sağlama
potansiyeline sahiptir. Buna rağmen aradaki bağı kurmak için çok az çaba gösterildiği
de bir gerçek.
Psikolojide,
sosyalleşme terimi ilk kez bir grup Amerikan teorisyen tarafından insan
gelişiminin doğasına ilişkin davranışçılıktan kaynaklanan bir bakış açısını
anlatmak için kullanılmıştır. En yalın haliyle bu bakış açısı, insan
davranışını, değişik ödüller ve cezalar yoluyla öğrenilen, çevresel
uyaranlarca şartlanmış
tepkiler olarak görür. “Yeni davranışçılar” diyebileceğimiz Robert
Sears, N. Miller, J. Dollard ve A. Bandura gelişmeyi, objektif, tarafsız, önyargısız
ve bilimsel araştırmaya tamamen açık bir yöntemle açıklamaya çalışıyorlardı.
“Eğitim” gelişmeye kasıtlı bir yön vermeyi, müdahaleyi ve baştan
öngörülmüş bir hedefi içerirken, “sosyalleşme”nin toplumun birey
üzerindeki etkilerinin araştırılmasında, bağımsız ve tarafsız bir yaklaşımı
ifade etmesi amaçlanmıştır.
Bu eski psikolojik
yaklaşım birçok problemle karşılaşmıştır. Basit öğrenme süreçlerine dayanarak
insan davranışının bütün karmaşıklığını açıklamak mümkün değildi. Örneğin, çocukların
saldırgan davranışları taklit etmesi veya anne-babamn uyguladığı disiplinin
etkileri gibi konulan araştırırken internalization (içseüeştirme) ve
identifi-cation (özdeşleşme) gibi kavranılan devreye sokmak gerekmiştir.
Bunlar, esas olarak, “bilişsel” veya “içsel” kavramlardır,
yani küçük davranış parçacıklanna ayrılıp incelcncmezler. Davranış ya da
pekiştirme teorisinin bu tür değiştirme yönteminden kaynak alan bölümü
“sosyal öğrenme teorisi” adını almıştır.
Son 20 yılda bu tür
açıklamalardan köklü bir sapmaya tanık olunmuştur. Onun yerine,
sosyalleşmenin doğasına bakıştaki değişiklikler “gelişim
psikolojisini” sesizce durduğu arka sıralardan Öne çıkanp canlı ve aktif
bir alana sokmuştur. Yeni bakış açısının üç ana özelliği vardır:
1– Çocukla
çevre arasındaki ilişkinin karşılıklı, etkileşimsel yapıda olduğunun altı
çizilmektedir. Artık yalnızca çevre pasif olan çocuğu biçimlendirmiyor,
çocuğun da kendi çevresini biçimlendirdiği kabul
ediliyor; yeni görüşe
göre çevre de, çocuk da birindeki değişikliğin diğerini doğrudan etkilediği
sembiotik aktif bir ilişki içindedirler. Bu, Danziger’in çocuk eğitimi çalışmalarında
“sosyal problem” yaklaşımı diye adlandırdığı ve sosyal Öğrenme
teorisiyle yakından ilgili yaklaşımdan çok farklıdır. Şimdi büyük ölçüde
terkedilmiş olan bu yaklaşım ana-babaların davranışlarını ce-zalandırıcılık ve
“İzin vericilik” boyutlarında, çocuklannkini de
“bağımlılık”, “saldırganlık” boyutlarında puanlayıp
aralarında bir ilişki aramakta idi. Nedenselliğin yönünü saptamanın güçlüğü ve
meydana gelen davranışın boyutlarından kesin emin olunamaması, bu yaklaşımın
terkedilmesine neden olan faktörlerdendir. Buna alternatif bir strateji,
seçilmiş bir denek grubunun gelişimini zaman içinde belirli noktalarda sistematik
biçimde değerlendirmek olabilir. Davranışın değişik yönlerinin değişmezliğini
araştıran ünlü çalışmalar bu tekniği kullanmışlardır.
2-
Sosyalleşmeye yeni bakış açısının getirdiği ikinci temel özellik ise
“bilişsel” diyebileceğimiz yaklaşıma doğru bir kayma olmasıdır.
Piaget’nin “bilişsel-gelişimsel” teorisine olan ilginin canlanması,
bu alanda büyük hareketlilik yaratmıştır. Piaget, çocuğun dünyasını
anlamlandırmadaki aktif çabasını vurgular ve bu anlamlandırmalar konusunda
diğerleriyle, ilk planda ana-ba-ba ile doğal olarak uzlaşmaya varılır. 1970 ve
80’li yıllarda araşurılmaya başlanan an-ne-bebek etkileşiminin karmaşık yapısı
annenin çocuğunun niyetlerine ait yorumlarının çocuğun ona karşı cevaplarına
yansıdığı bir karşılıklı konuşmalar dizisi olarak görülmektedir. Yeni
kullanıma giren ‘inter-subjectivity’ (özneler-arası ilişki) terimi, erken
sosyalleşmenin anahtarı olarak kabul edilen bu etkileşimi özetlemektedir.
3-
“Ekolojik’ yaklaşım adı verilen üçüncü bir yaklaşım, yeni yeni ağırlık
kazanmaktadır. Eski araştırmalar aile ilişkilerini daha çok klişe bir imaj
biçiminde ele alıyorlardı; öyle ki, anne-bebek bağından başka hiçbir şey
üzerinde durulmuyor gibiydi. Son yıllarda kardeşlerle ilişkiler ve baba-çocuk
ilişkileri üzerinde daha sık durulmakta. Ekolojik yaklaşıma göre çok karmaşık
bir ilişkiler ağı içinde yer alan ilişkilerden hiçbiri (anne-çocuk ilişkisi
gibi) diğer önemli kişileri hesaba katmadan yeterli bi-Çİmde anlaşılamaz. Bu
diğer kişilerin içinde ailenin üyeleri, bazen de büyükbaba, büyükanneler,
bebek bakıcılar vb. yer alır. Araştırmaların ağırlık noktalarındaki bu gibi
değişiklikler toplumdaki diğer değişikliklerle paralellik gösterebilir
(Örneğin, çalışan anne sayısının büyük oranda artması ve buna bağlı olarak
çocuk bakımında babaların daha çok görev alması gibi). Bu açıdan
bakıldığında, sosyalleşme araştırmalarının teorik olduğu kadar pratik
sonuçlarının da olduğuna şüphe yoktur.
(SBA)