SOSYAL FARKLILAŞMANIN TİPİK BİR ANLATIMI OLARAK DERNEKLEŞME OLGUSU VE DİN
Toplumu teşkil eden muhtelif tabakalar müşterek bir menfaat ve fikir katsayısı tarafından birleştirildikleri sürece büyük boyutlara ulaşan değişmeler ortaya çıkmaz. Ancak bu birleştirici gücün kısmen veya tamamen yıkıldığı andan itibaren toplumsal parçalanma, değişme ve hattâ çözülmeler ortaya çıkar. İşte farklılaşan, değişen, parçalanan ve çözülen toplumlarda aynı toplumsal statüye sahip bulunanların ortak menfaatleri ve ideallerini savunmak üzere şuurlu bir planla ortaya çıkan gruplaşma tipleri olarak karşımıza “dernekler” (association) çıkmaktadırlar. Dernekleşme, bu anlamda toplumsal farklılaşma olayının bir sonucu olup, bu durum yerleşik dinî bünyede pek çok etkiler uyandırmaktadır. Gerçekte derneklere, oldukça az farklılaşmış kültürlerde bile rastlanmaktadır. Bununla birlikte karmaşık toplumla- ra doğru gidildikçe dernekleşme sürecinde belli bir artış ortaya çıkmaktadır. Meşguliyet üzerine kurulmuş derneklere Afrika’da sıkça rastlanmaktadır. Ayrıca evlenme, cenaze merasimleri ve başka ayinler ve merasimler için yapılacak harcamaları karşılamak üzere derneklerin kurulduğu görülmektedir. Pek çok kültürlerde çeşitli meşguliyet ye mesleklere göre kurulan derneklerin kendilerine hamî olarak bir patron veya ilâhı seçtiklerine şahit olunmaktadır. Meselâ eski Mısır’da tabipler kendilerine ilâh Thoth ve Sahmet’i, zanatkârlar Ptah’ı, memurlar (yazıcılar) önceleri Thoth’u daha sonra da İmhotep’i hamî olarak seçmişlerdi. Nubie’deki taş ocaklarında çalışan işçiler İsis’e tapınıyorlardı. Eski Yunan, Anadolu, Hint, Çin, Kore, ve Japonya’da muhtelif maksatlarla kurulmuş derneklerin hepsinin birer koruyucu ilahı veya patronu bulunmaktaydı. Roma’da da durum aynı olup, özellikle Collegia’lar özel birer ibadet ve ayin grubu olarak dikkati çekmektedirler. Başlangıçta ailevî tesanüdün ortaya çıkardığı bu özel ibadet grupları daha sonra meslekî, sosyal ve siyasî menfaatlerin oluşturdukları gruplar haline dönüşmüşler ve ailesizler için aile, yurtsuzlar için de yurt vazifesini görmeye başlamışlardır. Collegia Funere- bia’lar üyelerinin masraflarını müştereken karşılamak için kurulmuşlardır. Aynı fonksiyonları icra eden derneklere Orta Çağ Hıristiyanlığı, Hinduizm ve Konfüçyanizm’de de rastlanmaktadır. Greko-Romen Collegia’larınm etkisi altında Cermenler arasında Guilde’ler denilen sosyal, politik ve kültürel saik ve menfaatlerin bir araya getirdiği ve üyeleri birbirlerini “kardeşler” (confratria) diye çağıran, belli bir azizin himayesine sığınmış ibadet grupları ortaya çıkmıştır. Orta Çağda Müslümanlar arasında da bu tür dinî-meslekî kuruluşlar var olmuşlardır. İlk önceleri genç yaşlardaki kişilerin oluşturdukları yaş grupları olarak dikkati çeken ve bu bakımdan “feta”nın çoğulu “fityan” loncaları olarak adlandırılan bu gruplar, daha sonra sufî terminolojisi ve ideolojisiyle beslenerek “fütüvvet” idealine uygun dernekler halini almışlar ve böylece onlar muhtelif sosyal sebeplerin dinî zahitlik ve dervişlik motifleriyle sıkı bir şekilde karışmasının örnekleri olmuşlardır. X-XII. yüzyıllar boyunca gerçek birer dinî grup olarak gözüken fütüvvet gruplarının şövalyevarî karakterleri, askerî ve sportif faaliyetlere büyük bir değer vermeleri sonucunu doğurmuştur. XIII-XIY yüzyıllar ve daha sonraki dönemlerde Anadolu’da görülen Ahiler ise tacirler ve zanaatkârların İktisadî menfaatlerini savunan loncalar olup, pek çok dinî-tasavvufî unsurları da içlerinde bulundurmaları bakımından dikkati çekicidirler. Meslek teşekkülü olan her ahi grubunun birer pîri de bulunmakta ve ona mesleğin mucidi gözüyle bakılmaktaydı. Aynı şekilde, Kolombiya öncesi Amerika, Batı Afrika, Okyanus adaları ve ilkel dünyanın öteki bölgelerinde de muhtelif görev ve mesleklerin icadının ulûhiyetlere atfedildikleri görülmektedir. Ziraat, dülgerlik, kayık ustalığı, orman işçiliği, oyunlar, şarkılar, berberlik, yün tarayıcılı- ğı, vb. meslek ve sanatların ayrı ayrı ilâhları bulunmaktadır. Samoa’da meyveler, balık, yağmur, hastalıkların iyileşmesi, vs. işlere mahsus “hizmet ilâhları” bulunmaktaydı. Brahmanizm, Hinduizm, Parsilik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet’te çalışmak ve çeşitli meslek ve faaliyetlerle ilgili dinî bilgiler ve açıklamalara rastlanmakta olup, ziraat, ticaret, zanaatkârlık, vs. gibi tüm meslekî faaliyetlerin dinî birer anlamının bulunduğu görülmektedir ki, bütün bunlar dinle toplumsal farklılaşma vakıası arasındaki karşılıklı münasebetler manzumesinin tezahürlerindendirler.
Sonuç:
Din ile toplumsal farklılaşma arasında karşılıklı münasebetlerin makro düzeyde ve genel hatlarıyla ele alınıp, ilkel ve az farklılaşmış kültürlerden karmaşık olanlara doğru bir yol izlenerek incelendiği ve yalnızca bazı örnekleriyle yetinildiği bu kısa panorama, bu iki olay arasındaki ilişkiler konusunun ne kadar geniş ve karmaşık olduğunu bize göstermektedir. Buradan, konuyla ilgili köklü sonuçlara erişebilmenin, ancak bu hususta daha pek çok ve derinliğine araştırmaların gerçekleştirilmesi şartına bağlı bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu hüküm, başta da işaret edildiği üzere, özellikle hızlı toplumsal farklılaşma süreciyle karşı karşıya bulunan günümüzün modern toplumları için geçerlidir. Bununla birlikte, bu küçük çalışmayla siniri anıldığında bile, aşağıdaki sonuçlara erişmek mümkündür:
- Bir kere, gerek az farklılaşmış ve gerekse karmaşık toplumlarda din ve toplumsal farklılaşma olayları çok sıkı bir biçimde karşılıklı münasebet halindedirler.
- İkinci olarak, çeşitli toplumsal farklılıklar nedeniyle parçalanan ve iş bölümü sonucu uzmanlaşarak âdeta türlü meslekî ve sosyo-eko- nomik faaliyetlerin (ziraat, tıp, hukuk, iktisat, eğitim, siyaset, vs.) oluşturduğu kompartımanlara bölünen toplum üyelerinin birleşip kaynaşmasında din, çok önemli bir rolü bulunan etkin bir toplumsal bütünleşme faktörüdür.
– Üçüncü olarak toplumsal farklılaşmanın da din, dinî bünye ve grup üzerinde birtakım etkileri bulunmaktadır.
Bununla birlikte, özellikle bu son durumuna bakarak dini ve bilhassa İlâhî dinleri yalnızca toplumda var olan sosyal şartlar, münasebetler, farklılıklar ve hususiyle sosyo-ekonomik statü farklılıklarıyla açıklamaya kalkışmak ve onlara irca etmenin son derecede hatalı ve yanlış olduğuna da işaret etmekte fayda vardır. Gerçi, bu tür anlayışlara sahip bulunanlar da eksik olmamıştır. Meselâ Fransız sosyoloji ekolü olarak bilinen Durkheim etrafında toplanmış bulunan sosyologlar, pozitivizmden kaynaklanan bir anlayışla ve tamamen toplumsal şartlardan hareketle dini rasyonel olarak açıklamaya kalkışmışlar ve böylece dinin süjesi ile muhtevasını birbirine karıştırarak, onu sadece sosyal şartların bir ürünü olarak görmek istemişlerdir. Aynı şekilde Tarihî Maddeciler de dini sosyo-ekonomik sınıf farklılıklarıyla açıklamak istemişlerdir. Meselâ bu tür bir anlayışı Hıristiyanlığa uygulamaya kalkışanlardan K. Kautsky 1908 de yayınladığı “Hıristiyanlığın Menşei” adlı kitabında bu dinin bir proleterya hareketinden başka bir şey olmadığını öne sürmektedir.
Din ve toplum ve özellikle din ve toplumsal farklılaşma arasındaki ilişkileri bu türlü anlayan ve açıklamaya yeltenen yanlış görüşlere karşı en büyük tepki ise M. Weber, E. Troeltsch, J. Wach ve G. Mensching gibi büyük din sosyologlarından gelmiştir. Özellikle Materyalizmin tek yönlü ve yanlış görüşünü protesto edenlerin başında gelen Weber, din sosyolojisi konusundaki eserinin ikinci cildinin sonunda toplumun kutsalla kurulan bağla belirlenen dinî realitesi ve onun vasıf ve muhtevasının, içinde çıktığı ve yaşadığı toplumsal statü ve sınıf farklılıklarının basit bir fonksiyonundan ibaret olamayacağını ısrarla belirtmektedir. Zira kanaatimizce bu realite, menşeinde insan ve toplumu aşan bir mahiyete sahip olup, onu bunlara irca etmek isteyen her teşebbüse meydan okumaktadır. Bu anlamda anlaşılan dinlerin ve özellikle yüksek ve İlâhî dinlerin karakteristik ve muhtevaları münhasıran dinî kaynaklar, kurucularının dinî tecrübeleri ve onlara nazil olan vahiylerden neş’et etmekte olup, ona göre belirlenmişlerdir. Esasen dinler ve özellikle evrensel ve İlâhî dinler belli bir sosyal tabaka veya çevreye inhisar etmek yerine farklı toplumsal statü, tabaka ve çevrelerden kimselere hitap etmişler ve onları bağırlarında toplamışlardır. Bazı durumlarda toplumda en etkili siyasî ve sosyal güce sahip grupların dine belli bir ölçüde damgalarım vurdukları kabul edilirse bile, bu durum ancak muayyen bir nispette olmakta ve onu aşmamaktadır. Bu bakımdan evrensel ve İlâhî dinlerden hiçbirini fakir, orta, zengin, vs. tabaka ve sınıflarla sınırlamak mümkün olmayıp, İslâm dininin yukarıda sözü edilen yayılma seyri kanaatimizce bunun en güzel örneğidir.