Platonculuk nedir? Platonculuk hakkında bilgi: Rönesans ve hümanizm önce İtalya’da başladı. İtalyan hümanizminin ilk keşfettiği ve peşine düştüğü Yunanlı filozof ise Platon oldu. Bunun en önemli nedeni ise Platon’un erdem görüşü ve klasik erdemlerle ilgili yorumunun Rönesans eğitiminin taleplerine kusursuzca uyarlanabilmesi ve Rönesans’ın saraylı ve soylu idealine beklenmedik ve sağlam bir destek sunmasıydı. İtalya’da Platon’a dönük bir ilgiyi ve Platon üzerindeki araştırmaları başlatıp, Platonculuğu ortaya çıkaranlar Doğu’dan İtalya’ya gelmiş olan âlimler olmuştu. Bunlardan birincisi, İtalya’da Platon araştırmalarının merkezi olan Floransa Akademisi’nin kuruluşunda da çok etkili olmuş olan İstanbullu Georgias Gemistas Plethon (1355-1450) idi. Plethon, Trabzonlu George’la birlikte İtalya’ya, Doğu ile Batı kiliselerini birleştirmek amacıyla 1438 yılında yapılan din adamları toplantısına katılması için gönderilmişti. Daha sonra İtalya’da kalan Plethon, gerçekten de Platonik veya Yeni-Platoncu geleneğin coşkulu bir savunucusuydu; Rönesans döneminde Platonculuğun yeniden canlanmasında çok önemli bir rol oynadı. Platon’un felsefesiyle Aristoteles’in felsefesi arasındaki farklılıkları konu alan Yunanca bir eser kaleme almıştı. Platon üzerine verdiği dersler ve konferanslar ile Platonik felsefeyi pek çok kimseye sevdiren Plethon, aslında ünlü devlet adamı Cosimo Medici’nin (1389-1464) Platoncu felsefeye dayanan bir akademi kurma, meşhur Floransa Akademisi’ni meydana getirme kararının oluşmasında en büyük etkiyi yapmış kişiydi.
Plethon ve diğer Platoncular, aslında pagan dünyanın değerli unsurlarını kendisinde, Hıristiyan kalmaya devam ederek birleştirecek bir Platonik gerçeklik görüşünü canlandırmaya çalışıyorlardı. Platonculuk ile Yeni-Platonculuk arasında pek bir ayrım yapmayan bu Platoncu âlim ve filozofları Platonculuğun, güzellik ve ahenk felsefesi olduğu kadar esas dini boyutu da ilgilendirmekteydi. Plethon, Platonik geleneğin canlandırılması işi veya amacına kilise ve devlette gerçekleştirilecek reform projesinin bir parçası olarak yönelmişti. Platon, George ve yine Trabzonlu bir Platon alimi olan Bessarion (1395-1472) kiliseyle devlet alanında gerçekleştirilecek yeniden şekillenme projesi ve bu arada moral, manevi yenilenmeyle kültürel reform için aradıkları yeni temeli özellikle Yeni-Platonculuk ‘da buldular. Aristoteles’te tespit ettikleri doğalcılık eğiliminden tiksinti duyarak Platonculuğa yönelmelerinin en temel nedeni buydu; başka bir deyişle, Platonculuk ‘da buldukları manevi olanla maddi olan arasındaki ontolojik bağ olarak insan anlayışıydı.
Rönesans Platonculuğunun en önemli ismi olan Marcilius Ficinus da (1433-1499) aynı insan anlayışından etkilenmişti. Kırk yaşında rahip olan, Floransa Akademisi’nde uzun yıllar başkanlık eden Ficinus, aslında kuşkucularla ateistleri Platonik felsefe aracılığıyla Hıristiyanlığa çekmeyi hayal ediyordu. Phaedrus adlı diyaloğuna yazdığı yorumda, Platon tarafından sözü edilen aşk ile Aziz Paul’un betimlediği aşkın bir ve aynı olduğunu, yani mutlak Güzelliğe beslenen aşka karşılık geldiğini öne süren Ficinus, gerçekten de evreni Yeni-Platoncu bir anlayışla ahenkli ve güzel bir sistem olarak betimlerken, insan ruhunu manevi dünya ile maddi dünya arasındaki bağ olarak ortaya koymuştu. Gerçekten de o bütün bir varlığı Tanrıdan başlayıp şekilsiz maddeye kadar uzanan büyük bir varlık hiyerarşisi olarak telakki etmiş ve insan ruhunu hem manevi dünyanın hem de maddi dünyanın güzelliklerinden pay alması dolayısıyla evrenin merkezi olarak değerlendirmişti.
Ficinus sadece özelliklerin derecelenmesiyle belirlenen statik bir hiyerarşiyle yetinmedi. Evrenin çeşitli parçaları ve dereceleri birtakım aktif güçler tarafından birbirine bağlanan dinamik bir birliğe sahip olması gerektiğini söyleyen Ficino, düşüncenin nesneleri üzerinde aktif bir etkiye sahip bulunmasından, aşkın her şeyi birbirine bağlayan aktif bir güç olmasından ve nihayet insanın düşüncesini ve aşkını en yükseğinden en aşağıdaki varlığa kadar her şeye yaymasından hareketle, ruhun evrenin merkezinde olduğu sonucuna varır. Ona göre, ruh her şeyi bir araya getirdiği, her şeyin merkezi olduğu için doğadaki en büyük mucizedir.
Ficinus, yine aynı büyük varlık hiyerarşisi kapsamında insana ilişkin, içsel deneyime veya manevi bir temaşa hayatına dayanan analiziyle seçkinleşmişti. Onu sadece Platoncu felsefeye değil, Ortaçağın mistiklerine de bağlayan bu analizde, Ficino gündelik hayatın çok çeşitli deneyimleri içinde yolunu kaybeden ve sürekli bir şaşkınlıkla tatminsizlik haline düşen zihnin, dış dünyaya sırt çevirip kendi ruhsal varlığı üzerinde yoğunlaşmaya muktedir olduğunu söyler. Kendisini bu harici, yabancı şeylerden arındıran ruh, ona aslında pek de uzak olmayan gayricisimsel dünyayı keşfederek işte bu şekilde temaşa ve tefekkür hayatına dalıp, daha yüksek bir bilgiye yükselir. Ficino, bu temaşa/tefekkür hayatını ruhun daha yüksek hakikat ve gerçeklik derecelerine doğru bir yükselişi, en nihayetinde Tanrının dolayımsız bilgisi ve görüşüyle tamamlanacak “hakikate tırmanış” diye yorumlar. İnsana ihtiyaç duyduğu dinginlik ve huzur halini temin eden bu nihai hakikat, yani Tanrıya ilişkin bilgi, insan yaşamı ve varoluşunun en yüksek amacını meydana getirir. İnsan varoluşu ve bilgisinin tüm diğer derecelerinin kendisi için aslında salt bir önhazırlıktan ibaret olduğunu öne süren Ficinus, aynen Plotinus gibi söz konusu en yüksek deneyimin bu dünyada çok kısa bir süreliğine dahi olsa, imtiyazlı bazı insanlar tarafından yaşanabileceğini söylemekteydi.
Ona göre, ruhun Tanrıya doğru bu yükselişi, biri zihin ya da akıl diğeri de irade olmak üzere iki kanadın desteğiyle mümkün olabilmekteydi. Bu süreçte akıl ve bilginin mi yoksa irade ve aşkın mı daha önemli bir rol oynadığını tartışan Ficinus, genellikle irade ve aşkın bilgi ve akıl karşısındaki üstünlüğünden yana oldu. Aslında o, bu soruyu pek de önemsemiş değildi; zira Tanrının bilgisiyle Tanrı aşkının bir ve aynı deneyimin, ruhun hakikate doğru yükselişinin iki ayrı yönü ya da görünümü olduğunu düşünüyordu. Hakiki dinin Hıristiyanlık, hakiki felsefenin de Platonculuk olduğuna inanan Ficinus, irade ve akıl ilişkisine dair görüşünü din felsefe ilişkisine de yansıttı. Gerçekten de o, hakiki din ile hakiki felsefe arasında tam bir uyumun olduğuna inanıyordu; bu yüzden onlardan birini diğerine tabi kılan bir bakış açısından ziyade, din ile felsefeyi kardeş olarak gören bir konuma bağlandı. O, bu yüzden bir yandan Platonik aklın görevinin Hıristiyan inancını doğrulayıp desteklemek olduğunu söylerken, diğer yandan da kendisine Tanrı tarafından yüklenmiş misyonun, doğru felsefeyi hakiki dinin yararına olacak şekilde canlandırmak olduğunu düşündü. O, sadece imanın rehberlik edemeyeceği insanlara hakikat yolunda bir tek aklın ve en yetkin felsefenin rehberlik edebileceğini savunuyordu.
Rönesans’ta özellikle İtalya’da serpilip gelişen Platoncu felsefenin bir başka önemli ismi de Ficinus’un yanında yetişmiş olan Giovanni Pica della Mirandola’ydı (1463-1494). Çok zengin bir prensin oğlu olarak dünyaya gelen, iyi derecede İbranice ve Grekçe bilen biri olarak Mirandola da tıpkı Ficinus gibi, Yahudi, Yunani ve Hıristiyanca unsurlar içeren bir düşünce geleneği üzerinde konumlanmıştı. Başka bir deyişle, Rönesans düşüncesinin ruhuna uygun olarak çeşitli öğeleri bir bütün içinde eritme eğilimi sergileyen Mirandola, Yunani (Platonik) felsefe ile Yahudiliğin kapsayıcı bir Hıristiyan felsefesi içinde birleşebileceğini düşünmekteydi. Onun Yeni-Platonculuğu yanında, bir de doğalcı yanı vardı.
Mirandola, Yeni-Platonculuğun ve Sahte Dionyssos’un “negatif teoloji”sinden etkilenmişti. O, Tanrının Bir olduğunu öne sürmekteydi. Bununla birlikte, Tanrı, var olmaktan ziyade, varlığın ötesinde bulunan bir hakikatti. O, kendisinde bütün yetkinlikleri ihtiva etmek anlamında, gerçekte her şeydir. Mirandola’ya göre, Tanrı bütün bu mükemmeliyetleri, bölünemez birliğinde, bizim kavrayışımızın büsbütün ötesinde kalacak şekilde ihtiva eder. Bizler açısından bakıldığında, Tanrı tamamen karanlıkta bulunur, biz O’na felsefi olarak, yaratılmış mükemmeliyet veya varlıkların sınırlamalarını olumsuzlayarak erişiriz. Hayat’ın kendisi işte böyle bir mükemmeliyettir; bilgelik ise başka bir yetkinliktir. İşte bütün bu mükemmeliyetlerin tikellikleri ve sınırlılıkları bir tarafa bırakıldığında, geriye kalan Tanrı olmak durumundadır. İşte bu, yaratmış olduğu dünyaya tamamen aşkın ve Bir olan olarak Tanrıdır.
Dünya da farklı varlık düzeylerine ait varlıklardan oluşmuş olan ahenkli bir sistemdir. Mirandola, bu çerçeve içinde Tanrının dünyanın doğasını temaşa edecek, onun güzelliğine açık olacak, büyüklüğünü takdir edecek birini yaratmayı istemiş olduğunu söyler. Bununla birlikte, Tanrı kendisine yükselme veya düşme imkânı sağlayan bir özgürlük armağanıyla bezemiş olduğu insana evren içinde sabit bir yer vermiş değildir. İnsanı mikrokozmos olarak değerlendiren Mirandola’nın insan görüşü büyük ölçüde Hıristiyanlığın insan görüşüdür. Evrende üç ayrı dünya vardır: “İnsanların ve hayvanların ikamet ettiği ayaltı âlem; gezegenlerin bütün haşmetleriyle hareket halinde oldukları görsel âlem ve nihayet meleklerin bulunduğu ayüstü âlem.” İsa’nın insana ayüstü âlemin yolunu açtığını bildiren Mirandola’ya göre, insan aşağı yaratılış âleminin başı ve sentezidir.
Mirandola kimi Rönesans filozofundan farklı olarak, sihre dayalı doğa telakkisine karşı çıkmıştır. Başka bir deyişle, astrolojinin ahenkli bir doğal sisteme ve bütün olayların karşılıklı ilişkisine beslenen bir inancı ihtiva ettiği ölçüde, ister doğru ister yanlış olsun rasyonel bir sistem meydana getirdiğine inanan Mirandola, bununla birlikte onun rasyonel bir sistem olmadığını, dahası yeryüzündeki her olayın göksel cisimler tarafından belirlendiği inancıyla belirli sembollerin bilgisine sahip olan bir kimsenin bu sembolleri doğru ve yerinde kullanmak koşuluyla şeyleri etkileyebileceği inancını içerdiğini öne sürmekteydi. Mirandola’nın karşı çıktığı şey işte bu sihir anlayışı ve insan eylemleriyle ilgili determinist görüş oldu. Olaylar elbette nedensel olarak yönetilmekteydi; fakat bu nedenler, yıldızlarda değil fakat dünyadaki çeşitli şeylerin doğalarında ve formlarında bulunmak durumundaydı.
Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci