Osman Cemal Kaygılı kimdir? hayatı ve eserleri hakkında bilgi: İstanbul’da doğdu (1890). ilköğrenimini Cezri Kasım Paşa İlkokulu’nda, ortaöğrenimini Eğrikapı Merkez Rüştiyesi ve “Menşe-i Küttâbı Askeriye” de tamamladı. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye (Genelkurmay) Dairesinde (1906-1909), Kıtaat-i Fenniye Müfettişliği Kalemi’nde kâtiplik etti (1909-1913). Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra (12.6.1913) “ittihat ve Terakki Fırkası”na muhalif yazarlar, politika adamlarıyla birlikte Sinop’a sürgün edildi. Seferberlikte affedilerek, gezici tümenlere kâtip olarak gönderildi. Hastalık nedeniyle emekliye ayrıldı (1918). Emekli aylığı ile geçinme olanağı bulamadığı için, yıllarca sütçülük, manifaturacılık, Şirketi Hayriye vapurlarında biletçilik gibi işlerle yaşamını sürdürdükten sonra imam Hatip Okulu’nda (1925-1931), Çemberlitaş Erkek Ortaokulu’nda (1931-1932), Fener Rum Kız Lisesi’nde (1932-1945) Türkçe öğretmenliği yaptı. 9 Ocak 1945’te kanserden öldü.
Osman Cemal’in ilk yazısı Baha Tevfik’in güldürü dergisi Eşek’te (1913) yayımlanmıştı. Uzun süre ara verdikten sonra Şeba (1920), Alay (1920), kendi yayını Âyine (1921), Güleryüz (1921-23), Aydede (1922) dergilerinde yazdı. 1920-1945 yıllarında çalıştığı Sabah, Alemdar, ikdam, Cumhuriyet, Yeni Gün, Vakit, Son Posta, Son Saat, Son Telgraf gazetelerinde, yayımladığı öykü, mizah yazıları ve tefrika romanlarıyla İstanbul’un kenar köşe semtlerinde yaşayan insanların yazarı kimliğini kazandı.
Sanatı
Bürokrasinin asker kanadından geldiği halde, çağdaşı yazarların çoğunun aksine, “İttihat ve Terakki Fırkası” nın denetimi altına aldığı düşün ve sanat çevrelerine girmeyen Osman Cemal, öykülerinde Hüseyin Rahmi ve Refik Halit’in (özellikle Memleket Hikâyeleri, 1919) uygulamaya çalıştıkları gerçekçi anlayıştan etkilenmiş görünür. Okuma yazma bilen herkesin anlayacağı yalın bir dil örgüsü içinde, halktan kişilerin kendi yaşamlarında izler bulabileceği konuları işler.
“Tası tarağı topladı”, “apışıp kaldı”, “yardakçılığa başladı”, “para etmedi”, “çene çalmak” gibi İstanbul halkının kullandığı deyimlerin bolca rastlandığı bu öyküler -kuruluş yönlerinden zayıf olmalarına karşın- tiplerin çizimi yönünden belli bir başarı düzeyine ulaşmışlardır. Gerçeği kendi sanatçı dünyasının verileriyle zenginleştirme gereğini duymayan Osman Cemal ele aldığı olayı bir röportajcının gözlem anlayışı içinde öyküleştirmeye çalışırken “ertesi akşam”, “iki üç gün içinde” gibi ifadelerle zaman belirtmelerine özen gösterir. Çevreyi kısa çizimlerle vermekle yetinir, uzun betimlemeler yapmaz. Tanzimat ve Servet-i Fünun yazarlarında görüldüğü gibi kişilerin adlarını Çok sık kullanır. “Bahusus”, “Zaten”, “Mamafi” gibi sözcüklerle inandırıcı öğeleri pekiştirmeye çalışır. Kimi öykülerinde, Yahudi, Laz gibi kişilerin “şive”lerine çok uygun konuşmalar bulunmasına özen gösterir. Yazarın sahne deneyi olduğundan, konuşmalar genellikle başarılıdır.
En önemli yapıtı sayılan Çingeneler romanında ise Osman Cemal, daha değişik bir kişilik göstermiştir. Yine çok güçlü gözlem yeteneğine bağlı olarak ele aldığı kişilerle birlikte İstanbul çevresinin tüm canlılığı ile sergilendiği Çingeneler’de, geleneksel roman kurallarına uygunluk söz konusu değildir. Kişilerle ana olay arasında bağlantılar yakıştırma izleniminden kurtulamazlar. Yan olaylar belli bir plan doğrultusunda geliştirilmediği için roman dağınıktır. Gerçekçilerde görmeye alıştığımız ölçülülük yerine, özellikle romanın başkişisi olan îrfan’ın anı defterine dayanan ikinci bölümde büsbütün kuraldışına çıkılır.
Ne ki, Osman Cemal, yaşamlarını yansıttığı insanlar gibi, kendini özgürce bıraktığı sayfalarda duyarlığına kapılıp giderken -özene bezene bu kurallara uyma çabası gösterilen birçok romanda rastlamadığımız- bir anlatım zenginliğiyle olağanüstünün kapılarına ulaşmıştır.
Bu aralık az esmer, uzunca boylu, ince yapılı, tirşe gözlü, sarı zemin üzerine siyah çiçeklenmiş cepkenli, morla karışık turuncu beneklerle dolu şalvarlı, belinde lâhuraki taklidi şal sarılı, başı alaca yeme- nili, ayakları püsküllü iskarpinli, her iki bileği ve parmaklan gümüş ve altın yaldızlı bilezik ve yüzüklerle süslü yirmi, yirmi iki yaşlarında bir kız yanımıza sokuldu. Sırnaşan arsız çocukları yarı gerçekten, yarı şakadan azarladıktan sonra kendisi yılıştı:
(Çingeneler, 3. bas., sf. 13, 1972)
Okuduğumuz bu kısa parçada bile Çingeneler de -özgünlüğü bir yana- Türk romanının gelişme evrimi içinde, yol açıcı, nitelikleri kazandıran öğeleri görmek mümkündür. Osman Cemal’in öyküleme geleneğine bağlı kuruluştan uzaklaşarak konuşmalarla insanı kendi özellikleri içinde yansıtma gücü açıktır. Sait Faik, onun bu gücünü, şöyle ifade etmiştir:
“Osman Cemal’in Çingeneleri muhakkak bir şaheserdir.. Osman Ce- mal’in bu kitabı için röportaj kokuyor demişlerdi. Kokladım, mis gibi şaheser, bir hakiki roman, davantür, avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de örf ve adet romanı.”
YAPITLARI
KAYNAKLAR: Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman-I (1959), 100 Ünlü Türk Eseri cilt II (1974); Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (2. bas. 1971); Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde (1970); Refika Taner-Asım Bezirci, Seçme Romanlar (S. bas. 1997).
OSMAN CEMAL KAYGILI’DAN ÖRNEKLER
KIRKINDAN SONRA SAZ ÇALINIR MI?
Kırkbeş yaşına geldiği halde Köse İsmail, kendine hâlâ adamakıllı bir iş bulamamıştı. Mamafih İsmail, isterse ekmeğini taştan çıkarmasını bilir, cebbar bir adamdı. Bundan iki ay evvel bir akşam üstü, Balat’tan geçerken baktı ki, iki yahudi köşeye balık tablalarını koymuşlar, hem ellerini şıkırdatıyorlar, hem kıvrak bir makamdan “al, yarım okka, ver bir çeyrek!..” diye âdeta türkü söylüyorlardı. Yahudilerin bu hali Köse’nin hoşuna gitti ve güldü, geçti. Oradan biraz daha ileride, ona benzer diğer bir sahneye rastgeldi. Yine iki yahudi çocuğu, yolun ortasında çikolata ve bisküvi kutularını koymuşlar, hem oynuyorlar, hem de: “çikolata nestele, canım da besle!” diye balıkçıların makamım daha tiz perdeden terennüm ediyorlar ve cayır, cayır satıyorlardı… Eve gidince Köse, karısına “yahu” dedi, “sabahleyin şu bizim çamaşırsepet- leri ile iki tane peştemal hazırla!”
Ertesi günü, mahalle kahvesine uğradı, işsiz gürûhundan Fasafiso Remzi’ye:
Beraber kalktılar, balıkhaneye gidip yirmi okka balık aldılar, ikindiye doğru Balat’a geldiler, yahudilerin karşısındaki köşeye sepetleri yerleştirip, aynı makamla, el çırparak başladılar:
Yahudiler, bu rakipleri görünce fena
halde kızdılar, lâkin ne yapabilirlerdi? Ticaret serbest değil mi? Köse’yi oradan koyamazlardı ya… Şimdi işin kurnazlığına davranmak ve bu suretle rakipleri oradan kaçırmak lâzımdı. Müşteri daha o akşamdan ikiye ayrıldı. Yahudiler her akşam otuz okka balık harcarlarken bu akşam on okkayı güç satabildiler.
Ertesi akşam Köse hiç ummadığı bir hâl karşısında kaldı. Yahudiler yanlarına bir arkadaş daha almışlardı. Bu, yüzü gözü boyalı, başında uzun külah, elinde zilli maşa, onsekiz yaşlarında bir soytarı, idi. Ötekiler bağırırken, o, iki tarafa sallanıyor ve elindeki maşa ile tempo tutuyordu. Bittabi Köse’nin de buna canı sıkıldı. Evvelâ hiddetle atılıp soytarının başındaki külahı yırtmak, elindeki maşayı alıp, kafasını, gözünü yarmak istedi. Sonra bundan caydı. Fa- safiso’nun kulağına eğilip:
Fasafiso’nun bu teklifini İsmail Ağa, çok beğendi:
Bir çeyrek sonra, yahudiler, galibiyetlerinden emin ve memnun bir tarzda ahenklerine devam ederlerken, birdenbire zurna sesini duyunca apıştılar, kaldılar. Şimdi işin garibi, yahudilerin soytarısı da şaşırarak elindeki zilli maşayı zurnaya uydurdu, o da bilmeyerek Köse’nin tarafına yardakçılığa başladı. Bunun için kır bıyıklı, şişman yahudi, birkaç defa soytarının kulağından tutarak ikaz mecburiyetinde bile kaldı. Fakat para etmedi. Köse’nin uzaktan gösterdiği ufak bir işaret üzerine soytarı, ustalarına müstehcen bir küfür savurarak geldi, o da beriki tarafa iltihak etti. Köse sordu:
iki, üç gün içinde bu zurnalı dümbe- lekli, palyaçolu balıkçılar bütün civarda duyuldu; her akşam yüzlerce kadın, erkek, çoluk, çocuk bunları seyire gelmeye başladı. Ve artık Köse’nin satışı günde iki, üçyüz okkaya kadar yükseldi, yahudilerinki ise beş okkaya düştü. Bir gün balıkçı yahudiler toplandılar, bu hususta aralarında uzun müzakerelerden sonra Köse’nin karşısına dört kişilik bir ince saz getirip oturttular. Lâkin o da fos çıktı, çünkü Köse derhal takıma bir de davul ilave edince, yahudilerin sazı sivrisinek vazıltısı gibi kaldı. Artık bu sonuncu muvafakkiyet üzerine Köse’nin koltukları büsbütün kabardı.
Şimdi bu iş yalnız yahudilerin değil, orada Nevşehirli bakkal Sava’nın da canını sıkıyordu. Zira gürültü ikindide başlıyor, yatsıya kadar sürüyordu. Evvelâ Sava’nın dükkânının önü kapanıyor, sâniyen bu gürültü patırtı ile kafası şişiyor, beş yazacak yerde onbeş yazıyor, elli vereceği yerde yüz veriyordu. Sâlisen kendi tezgahını süsleyen lakerda, turşu balığı gibi bazı çeşitler üç beş gündür hiç satılmıyor, herkes bunları Köse’den alıyordu. Sava yahudilerle ittifak edip Köse’nin aleyhine bir tuzak kurmak istiyor. Lâkin netice cılk çıkarsa yahudilerin kendini yalnız bırakacağından korkuyordu. Nihayet bir akşam, Sava için iyi bir fırsat zuhur etti. Köse’nin mahallesinde oturan yaşlıca ve boşboğaz bir kadın mum almak için dükkânına girdi ve sordu:
Sava, derhal işin kurnazlığına kaçtı:
Kadıncağız Sava’nın bu sözlerini ciddi sanarak söylene söylene çıktı gitti. Sava şimdi sevinçle:
Şüphesiz şimdi o kadın gidip meseleyi mahallede yayacak ve bunu Köse’nin karısı duyacak, neticede bir kepazelik olacaktı.
Sular henüz kararmıştı. Köse’nin orkestrası şatafatlı bir hava çalıyor, kendisi de neş’eli ve coşkun bulunuyordu. Sava, çırağına:
Beşinci kadehler tokuşturuluyor, çalgı bir kanto çalıyor; soytarı oğlan da ortada göbek atıyordu. Birdenbire dışarıdan bir kadın feryadıdır koptu:
Köse içerden karısının sesini duyunca süratle dışarı fırladı. Ne oldu, ne var? demeye kalmadan karısı ile büyük kızı üzerine atıldılar, karı çarşafının altından çıkardığı ocak maşası, kızı da ayağından çıkardığı takunyalarla zavallının kafasına, gözüne indirmeye başladılar. Ahali birbirine girdi, çalgıcılar savuştu, Remzi kaçtı, yalnız soytarı oğlan hiç istifini bozmadan elindeki zilleri çalarak:
diye hâlâ bağırıyor, Sava ise tezgâh başında kıs kıs gülüyordu.
(Eşkiya Güzeli, 1925)
ÇİNGENELER’den
… Kalın ve kalantor herif, arabacı Akman ağa ile beni görünce hemen işi çaktı ve daha on beş, yirmi adım uzaktan elini uzatarak:
-Hoş gelmişsiniz beyim’i bastırdı! Sonra eliyle kendi çadırım gösterdi: – Buyurun da içeri, malum a, dışarısı çamur, buyurun içeri!..
Çadırın kapı tarafındaki büyücek bir yeşil sandığın üstüne ben; kilimlerin, keçelerin, yatakların üzerine onlar yerleştiler.
Etem, Çeribaşı ile çingenece bir şeyler konuştu ve bana döndü:
Çeribaşı tekrar Etem’e kendi dilleri ile bir şeyler söyledikten sonra Akman ağaya takıldı:
Akman ağa, bir hayli nazlandı, bin- bir dereden bir hayli su getirdi. Sonra Çeribaşınm ısrarına dayanamayıp Rumeli’nin o çok meşhur, o çok güzel, o çok yanık:
“O/ civan Alişitni Tuna boyunda…”
türküsünü tutturdu. Baktım, Akman baba, türküye başlar başlamaz, öteki çadırların önünde küçük kızlar da hep bir ağızdan buna karıştılar.
Etem, şimdi ikide bir zır zır çadırdan dışarıya fırlayıp yine geliyor ve her geldikçe Çeribaşınm kulağına bir şeyler fısıldıyordu.
Akman babanın türküsü biter bitmez az çiçek bozuğu bir kız, çadıra geldi, yatak takımının arkasında dayalı olan yuvarlak bakır siniyi alıp alçak bir mum iskemlesinin üzerine yerleştirdi. Onun arkasından orta yaşlı, uzun boylu, kalın gövdeli, devanası gibi bir kadın bakır bir tas içinde, üzeri kırmızı biberli, yağlı, sulu bir şey getirip bir kenara koydu. Daha arkadan al zemin üzerine turuncu bircepken ve sarılı, karalı bir şalvar giymiş olan buğday renkli, badem gözlü bir kız, bir tepsi içinde dilim dilim ekmeklerle üstü kapalı bir sahan getirdi.
Çeribaşı sofrayı gösterdi:
Yerdeki kilimlerin üzerine kurulup sofranın etrafına çevrelendik, Etem, oturduğu yerden elini yana uzatıp oradaki su küpünün ardından koskoca bir binlik çıkardı.
Sordum:
Sofraya ilk önce, üzeri kırmızı biberli yağlı çorba konuldu. Bu, harman yerinde yeni ayrılmış, o yılın taze buğdayı ile yoğurt ve sarmısaktan yapılıp üzerine kırmızı biberli tereyağı gezdirilmiş, fakat buz gibi soğuk ve enfes bir çorba idi.
Arkasından gelen, Haznedar çiftliğinden henüz alınmış, taptaze, peynirli, domatesli yumurta, yani, bir çeşit enfes çingene omleti idi. Yumurta ortaya konduğu vakit Çeribaşı itiraz etti:
Bu omletle birlikte sininin üzerine koskoca bir toprak çanakla, hemen tartılsa bir okka gelir bir domates, soğan, zeytin salatası yerleştirildi.
O dehşetli yağmurlardan, sellerden, şimşeklerden, gök gürültülerinden ve o pek korkunç araba macerasından sonra şimdi akşamın bu canlara can katan serinliğinde Akman babanın öyle de iştahası açılmıştı ki, elindeki Çeribaşının sandığından çıkarılan içi çiçekli şimşir kaşıkla salatayı adeta pilav yer gibi tıkınıyordu. Böğürtlen şerbeti de pek güzel yapılmıştı.
Yemekten sonra bu küçük obanın hatırı sayılır erkek ve kadınları bizim çadırın çevresini kuşattılar, üstüste birer sade, birer şekerli kahve içildi. Şuradan buradan tekrar biraz hoşbeş daha yapıldı. Çeribaşı, bu çingene kelimesinin vaktiyle nasılsa kendilerine takılmış olduğunu ve çingenenin mânası, arsız, yüzsüz demek olduğunu, o ise ki kendini bilen insanın hiç bir zaman arsızlık, yüzsüzlük yapmayacağını uzun uzun anlattı. Biraz eski, geçirdiği hoş âlemlerden, gençlik maceralarından açtı; biraz orada bizi dinleyen karısını çekiştirdi.
Tabii başta kendisi ve karısı olmak üzere hep birden kahkahaları salıverdik. Tam kalkma zamanımız gelmişti ki az çiçek bozuğu kız, elinde yepyeni, tertemiz, sakız gibi bembeyaz, hiç kullanılmamış ince, uzun bir çilek sepeti ile çadıra girdi. Sepetin üstü koca koca incir yaprakları ile tepeleme, sipsivri sarılmış ve sonra yaprakların üstü de sazlarla bağlanmıştı. Onu bir kenara bıraktıktan sonra kızcağız, bana yerden bir temenna edip çadırın kapısına dikildi.
Derhal kavramıştım. Bunlar bana bir sepette bir şey ikram ediyorlar ve buna karşılık benden bir bahşiş bekliyorlardı.
Kalkarken Etem, sepeti Akman ağaya tutuşturdu:
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı , Meşrutiyet Dönemi 2, Şükran KURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.