Orhan Kemal kimdir? Hayatı ve eserleri: Ceyhan’da doğdu (15 Eylül 1914). Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Kastamonu milletvekili ve Ahali Fırkası kurucusu olan babası Abdülkadir Kemalî’nin siyasal nedenlerle Suriye’ye kaçması sonucu öğrenimini tamamlama olanağı bulamadı. Antakya, Hama, Beyrut’ta iki yıl babasıyla birlikte yaşadı. Beyrut’ta bir basımevinde “mücellit çırağı” olarak çalıştı. Ülkeye dönüşlerinde (Haziran 1932) pamuk fabrikalarında işçilik, dokumacılık, kâtiplik yaptı (1932-37). O yıllarını şöyle anlatır:
Yığınla futbol hastalarından biri de bendim. Ağustos güneşinin kasıp kavurduğu sıcak altında oynanan futbol… Mahalle futbol kulübümüz… Laf aramızda iyi penaltı atardım, iyi bir santrafordum ha…
Bir iki gol her maç sağlamdı. Sonra Giritli’nin kahvesi… Okula filan bir tekme yallah dediğimiz yıllar… Yirmi yaşındaydım, kafam bir türlü çözemediğim sorunlarla yara olmuştu. Sanki yere basmıyordum. Havada, boşluktaydım. Ve bir gün, bir kahve köşesinde tanıdığım işçi dostum İsmail Usta… Sonra kitaplar… Bir çoğu İsmail Usta’nın hediye ettiği kitaplar. Serseriler, Stepte, Istratsi Mordasti, La Dam o Kamelya, Madam Bovari, Germinal, Benim Üniversitelerim…
Askerlik görevinin bitimine yakın, Ceza Yasası’nın 94. maddesine aykırı hareketten 5 yıla hüküm giydi (27 Ocak 1939). Kayseri, Adana, Bursa Cezaevlerinde yattı.
Bursa’da Nâzım Hikmet’in sevgisini kazandı. Böylece hem kişiliğini ortaya çıkaracak yapıtları okuma, hem de şairin edebiyat, dil, düşün alanlarındaki bilgi ve deneylerinden yararlanma olanağı buldu.
Cezasını bitirip çıkınca (1945) Adana’da fabrika işçiliği, sebze nakliyatçılığı, Verem Savaş Derneği’nde katiplik yaparak geçimini sağlamaya çalıştı. Karısı ve çocuklarıyla birlikte İstanbul’a göçtü (Nisan 1950). Öykü, roman, oyun, senaryo türlerinde yapıtlar veriyor, gene de yaşamını sürdürmekte güçlük çekiyordu. Grev adlı kitabında yer alan “Grev” öyküsü nedeniyle 142. maddeden (1956), hücre çalışması yaptığı savıyla (1966) -bir süre tutuklu kalarak- yargılanmış, beraat etmişti.
1967’de önemli bir kalp hastalığı geçirdi. Aynı hastalık nedeniyle, çağrılı olarak gittiği Bulgaristan’da öldü (2 Haziran 1970).
Edebiyat Yaşamı
Orhan Kemal edebiyata Kayseri Cezaevi’nde yatarken hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerle başlamıştı. Bu ilk kalem denemelerini Raşit Kemal adıyla Yedigün dergisinde yayımlama olanağı buldu (1939-1941). Nâzım Hikmet’le arkadaşlığından sonra hece ölçüsünü bıraktı. Yeni Edebiyat, Yeni Ses (1942-43) dergilerinde çıkan ölçüsüz şiirlerinde gerçekçi temaları işliyor, adı dönemin toplumcu gerçekçi genç şairleriyle birlikte anılıyordu. Aynı evrede öyküye de başlamış, özelikle Yeni Edebiyat, Yürüyüş, Yurt ve Dünya, Adımlar (1940-44) dergilerinde ilk ürünleri yayımlanmıştı.
Cezaevinden çıkınca Varlık, Yığın, Genç Nesil, Seçilmiş Hikâyeler, Yaprak (1944-49) dergilerinde yayımladığı öykülerle tanındı, bu türdeki başarısı çabuk kabul edildi. Varlık dergisinin açtığı bir soruşturmada 1945 yılının en beğenilen öykücüsü seçildi.
1950’den ölümüne değin Yeryüzü, Beraber, Varlık, Yelken, Ataç, Yeni Edebiyat vb. dergilerinde yazdı. Romanları, Vatan, Dünya, Cumhuriyet, Milliyet vb. gazetelerinde “tefrika” edildi. Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda Yalova Kaymakamı, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda 72. Koğuş oyunları sahnelendi. 50’yi aşkın kitabının değişik basımları yapıldı.
Öyküleri
Orhan Kemal, ilk kitabı Ekmek Kavgası’nın (1949) çıkışından önce dergilerde yayımlanan öyküleriyle dönemin edebiyat yaşamında yeni bir ses olarak kabul edilmişti.
Bu yıllarda Adana’da yaşıyordu. Savaş sonrası koşullan, tarımda endüstrileşme, kapitalizmi özellikle Çukurova’da itici güç durumuna getirmişti. Pamuk üretiminin makineleşmesi bir yandan toprak sahiplerinin fazla ürün almasını sağlıyor, öte yandan ortakçı durumundaki köylüleri işçilik yapmaya zorluyordu. Kırsal bölgelerden büyük kentlere işçi akını başlayınca, eski gelenekler, yaşam ve çalışma koşullan değişmeye başlamıştı.
Orhan Kemal, kendini bu hızlı gelişme süreci içinde bulmuş, tabandaki insanların yaşadığı ortamda, onlarla aynı iş ve yaşam koşullarını paylaşırken emek-sermaye çelişkisinin somut sonuçlarını görmüştür. Bu gerçekler, sanatının ilk evresi sayabileceğimiz, 1942-46 yıllarında kimi öykülerine saptama, sergileme olarak yansıdığı için doğalcılığa yaklaştığı söylenebilir. Çocukluk ve hapishane anılarından kaynaklanan öykülerinde de ekmek kavgası mahşer’ine itilen insanları işlemesine karşın yine sergileme yönü ağır basmaktadır. Bu dönemin ürünlerinden belki yalnız “Uyku” (Adımlar, Nisan 1944) öyküsünde sorun-olay bağlamının vurgulandığını görürüz. Kişilerin yaşadıkları durumun özellikleriyle somutlandığı bu öyküde, çocuk yaştaki işçiler on sekiz saat çalışma zorunluğunun yarattığı çöküntüyle boğuşurlar, işveren yandaşı ustabaşı, işveren bir durumda isyankâr, bir durumda boynu bükük Celâl Usta, amansız çalışma koşulları içinde sergilenirken sorunlar belirginlik kazanarak, karakterlerin ortaya çıkmasına yardım etmiştir.
Özellikle 1946’lardan sonra Orhan Kemal öyküsü, sermayenin büyümesine koşut olarak emekçinin bilinçlenme sürecinin ilk aşamalarına girdiği dönemin özellikleriyle bütünleşmiştir. Bu nedenle bir eli tarımda, bir eli endüstride olan kapitalizmin dişli çarklarına egemen kişilerle (patron, patron çocukları, yandaşları, beyaz yakalılar; tutucu, sınıf değiştirme tutkusuna kapılmış orta tabaka adamları) tarım ve endüstri işçileri -işyerlerinin özellikleri içinde ve yaşamlarının öbür kesimlerinde, evlerinde, kahvede, meyhanede- karşımıza çıkarlar. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, satılmışlar, yiğitler, namuslular, sarı işçiler, hastalar Orhan Kemal öyküsünün yaşayan kişileridir.
Prof. Kagan’ın da belirttiği gibi, Gorki, devrim sancısı çeken Rusya’nın insanlarım yazgı beraberliğinden gelen verimli bir algılamayla yansıtmıştı. Orhan Kemal öyküsünde, yer yer kapitalistleşmenin hızlandığı evrede ancak bu yeni döneme özgü savaşım koşullarının sancısını çeken insanlar görürüz. Nedir ki, kapitalizmin yasalarının geçerli olmadığı bir düzen umudunu yaşadıkları söylenemez onların. Olsa olsa, varlıklarıyla düzenin çirkinliklerini simgelerler. İyilikleri de, kötülükleri de koşulların ürünüdür. Kendiliğinden sınıf olma aşamasındadırlar çünkü. Aç insan, karnını doyurmak ister; kapitalist daha büyük kazanç peşindedir. Ekmek parası için günde on saat iki yüz kilo balyayı sırtlayan adamın ciğerleri delik deşik olacaktır. Sınıfsal çelişkilerden kaynaklanan gerçeklerin dışında kalmış birkaç öykü kişisi gösterilemez Orhan Kemal’de. Sabahattin Ali’nin kimi öykülerinde olabilirlik varsayımlarına dayanarak romantik öğelerin ağır bastığı yazılmıştır. Orhan Kemal’de toplumsal koşulların yol açtığı olgular belirler kişilerin durumunu. Doğrudan işçilerin özne durumunda oldukları olaylara dayanan öykülerde çoğunluk bu olguların açmazına düşmüştür.
Bir Ölüye Dair’de (Ekmek Kavgası) Zehra kendini asarak kurtulur bu açmazdan. Celfin öyküsündeki (Yeni Hikâyeler, 1950) veremli işçinin başkaldırısı ancak, “Ulan Allah, ulan ne kötülük ettim sana? Yol mu kestim, cana mı kıydım. Ne tükenmez gazabın varmış. Al canımı diyorum almıyorsun…” biçiminde sözcüklerle dışa vurur. Dert Dinleme Günü’nde (Grev) Topal Salih ile Hüseyin Yorulmaz, gerçeğe gözlerini kapamayı ilke olarak bellemişlerdir. İşsiz kalma korkusunun ağır basması nedeniyle içlerinden konuşurlar. Emeklerinin hesabını sormak yerine patronun çıkarına aykırı düşmeyecek edimleri benimsemek, “ siyaset” lerine uygun gelir. Bu öykünün kişilerinden dokumacı Kemal Dokuzcanlı’nın “Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük derdimi ne bilecek? Onlar kendi dalgalarında ben kendi dalgamdayım…” biçiminde konuşmasından {Grev, sf. 50, ilk bas. 1954) sınıf ayrımı bilincine ulaştığı sezinlenebilir.
Çocuk kahramanların işlendiği öykülerde de toplumsal koşulların yabancılaştırdığı büyüklerle küçükler vardır. Orhan Kemal, büyük kentin çirkinliği içinde direnen ve teslim olan çocukları yansıtırken sefaleti (Çikolata, Dünyada Harp Vardı), direnci (Fırlama, Dünyada Harp Vardı), sınıf ayrımının küçükler üstündeki etkilerini (Büyükler ve Küçükler, Sarhoşlar) ortaya koymaya özen gösterir. Bu özen hapishane öykülerinde de ihmal edilmemiştir.
Orhan Kemal’in öyküleri olaylara dayanır. Kişileri çoğunlukla hareket halindedirler. Öykünün omurgasına egemen olan olay Sabahattin Ali’nin öykülerinde olduğu gibi birçok yan olayla örgülenmiştir. Bu nedenle kişilerin bu yan olaylar içinde somutlandığını söyleyebiliriz. Bunu yaparken çoğun, “şive” uyarlığına özen göstererek “diyalog’’lardan yararlanır Orhan Kemal. Öykümüzün büyük “diyalog” ustasıdır o. Kişilerinin ruhsal durumlarının uzak gerçeklerini bile bir konuşmayla yansıtma becerisi, onda en noksansız düzeye erişmiştir.
Ortam çizimi, zaman belirtme ve betimleme yönlerinden alıştığı bir ölçülülük içindedir. Bu nedenle çağrışım, anımsama, bilinçaltının dışa açılmaları gibi 1960 sonrası karşılaştığımız değişikliklere ender olarak başvurduğu bile söylenemez. Anlatım çok yalındır. Yer yer üç beş sözcükle kurulmuş tümcelerde imgeye hemen hiç rastlanmaz. Konuşmaları belirleyici tümceler yerli yerindedir. Genellikle konuşan kişinin amacını vurgulamakta büyük işlevleri vardı.
Romanları
Orhan Kemal 27 roman yazdı. Bu türdeki ilk çalışmaları, öykücülüğünden kazandığı deneyleri kullanma evresinin ürünleri olarak düşünebiliriz. 1949 tarihini taşıyan Baba Evinde, Lübnan’a kaçan babası Abdülkadir Kemal’in yanında geçen yıllar öykülenmiştir. Yer yer bağımsız öykü parçaları izlenimini veren 24 küçük bölümden oluşmaktadır. Birincil kişinin anlatışıyla kurulmuştur. Birinci kişi, içdüzeni sarsıldığı için yoksullaşan ailenin çocuklarından biri olan, yazarın kendisidir.
Avare Yıllar (1950) da doğrudan anılarından kaynaklanmıştır. Yazarın Adana’ya dönüşünden sonraki birey olma sancılarını içinde taşıyan delikanlı çağının romanıdır. Bu romanda da okuldan ayrılıp fabrikada çalışmak, boş gezmek, mahalle, futbol arkadaşlıkları, gönül serüvenleri gibi ilişkiler verildiğinden “otobiyografik” nitelik ağır basar. Bu nedenle Orhan
Kemal’in romancılığı Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde gibi yapıtlarında düzeyini bulmuştur, denebilir.
Bu dizinin öteki yapıtları “anı dökümü” havasından kurtulmuştur. Yazarın anılarında yaşayan kişilerin kimi konumlarıyla, kişiliklerini bulmuş görünürler bu romanlarda, özellikle, yaşamının geniş kesitlerle verildiğini söyleyebileceğimiz Dünya Evi’nde “genç adam” olarak anılan “küçük adam” aydınlığa çıkmıştır. Onunla birlikte iyi niyet ve bağlılık simgesi olarak görünen karısı; “teşebbüsü şahsî” kavramı ile bireysel çıkar ahlakını bilinçle birbirine karıştıran baba dostu Hilmi Efendi (sf. 125-128), fabrika sahibini tokatladığı için övünen arkadaşı Şaban (148-152), gizli korkutma mektupları yazan Camgöz varoluşlarına sahip kişilerdir. Olaylar anı güzelliği ve unutulmazlığı niteliklerinden çok, yaşamın yorumu olarak karşımıza çıkar Dünya Evi’nde. Bu nedenle bireysel gerçekler toplumsal gerçeklerle bütünleşmiştir. Sokak, konu komşuyla, bakkalı kasabı ile; fabrika işçisi, sarı işçisi, beyaz yakalısı, patronu ile; bilinçlenme aşamasındaki genç adam zayıflığı, gücü, direnciyle bir tarih kesitinin gerçekliğini vurgularlar. Aynı dizinin başka bir romanı, Arkadaş Islıkları ise “anı dökümü” niteliğinden kurtulmuş olmasına karşın: -belki birinci kişi anlatışıyla kurulduğu için- daha dar, sorunları daha yüzeysel bir dünya getirir.
İkinci aşama VII. bölümden sonra Pehlivan Ali’nin “Çukurova’nın kızgın güneşi altında” çalışmaya başlamasıyla gelişir. Kapitalistleşen tarım işletmelerinde tekil olaylardan yaşamın genel koşullarını ustaca çekimlerle sergiler Orhan Kemal. Eski-yeni toprak işçileri, olaylara görerek bakan teknisyenler, doğanın ve iş koşullarının belirlediği olumsuzluklar ortamında yalnız kalmışlardır. Esrarın, kumarın, fuhuşun ortadan kaldıramadığı bir yalnızlıktır yaşadıkları. Ve insansal olan her şey yabancılaşma kokmaktadır. Ancak Pehlivan Ali’nin patoza yakalanıp parçalanmasıyla “emekçiyim ben köle değil…” diyebilen insanoğlu çıkar karşımıza.
Bereketli Topraklar’dan sonra köy-kent emekçisinin yaşamını konu alan romanlarının kimilerinde insansal gerçekleri aynı güçle özümsediği söylenemez Orhan Kemal’in. Vukuat Var’da çıkara dayanan bir evlendirme olayı temel alınarak çeşitli yörelerden gelen etnik grupların oluşturduğu emekçilerin sergilenişi dışta kalır. Evlendirme olayının kahramanlarından genç kız (Güllü) ve sevgilisi (Yağcı Kemal), toprak ağasının yeğeni (Ramazan) koşulların çıkmaza soktuğu kişiliklerinden çok, yazgılarını yaşayan insanlar olarak belirginleşirler. Vukuat Var’ın devamı olan Hanımın Çiftliği’nde olaylar iki temel doğrultuda gelişir. Egemen güçlerin yaşam biçimleri; toprakları işgale uğrayan küçük üreticilerin savaşım zorunluğu… Yukarda egemen güçler kesiminde Vukuat Var’ın Güllü’sü Ramazan’a boşverip, amcası toprak ağası (Muzafter Bey) ile evlenmiş, adını bile değiştirmiştir. Aşağıda, küçük üreticiler kesiminde yasal yollardan haklarını alamayan köylülerin patlama düzeyine gelen öfkeleri, hınçları Muzaffer Beyi öldürmeye kadar varınca, olaylar iki kesimin bireylerini aşar; toplumsal içerik kazanır. Hanımın Çiftliği’nde öldürme, çiftlik yakma gibi olağanüstü olaylardan kuşkulanmamıza karşın, bunları yaratan kişilerin dramlarıyla etkilendiğimizi söylemek güçtür.
Sınıf değiştirme tutkusu yaşamına egemen olan sakat ama çok kurnaz bir adamın (Topal Nuri) romanı sayabileceğimiz Kanlı Topraklar’da ise hem eylemlerinin adamı olarak görünen, hem iç dünyalarıyla bizi etkileyen kişiler vardır. Bu nedenle roman, toplumsal gerçeklerin sergilenmesini aşmıştır. Düzenin belirlediği görünmez yasalarla (vurgunla, kapkaçla, hileyle) bağdaşan kimi insanlar her yönleriyle hareket halindedirler. Anamalın daha fazla üretim için insanlara en doğal hakları olan uykuyu bile çok gördüğü ortamda işgücünün mala dönüşmesine nöbetçilik eden Murtaza, kendi adıyla anılan romanın yükünü omuzlarında taşımaktadır. “Elleri üzerinde yürümeyi olağan saymaya başlamış bir toplum, belki bir dünyada, ayakları üzerinde yürüyen”[1] “faşist disiplinli ruhu ve yöntemiyle fabrikada yüksek yöneticilerin çok hoşuna giden bir” “vazife arslanı”dır Murtaza. Bu romanda da, özellikle çır çır fabrikası ve gece vardiyasında çalışan işçiler yetkinlikle verilmiştir.
Genel Özellikleri
Orhan Kemal’in romancı olarak yaratılarını ortaya koyduğu yıllar, iç kapitalizmin genişleme yolunda engel tanımadığı dönem içindedir. Özellikle Ege ve Çukurova’da değişen tarımsal ilişkiler sonucu “köylülüğün bir yandan kent ve köy emekçilerini, öte yandan, geçimlik tarımı aşıp ücretli emek kullanan kapitalist işletmeleri, dolayısıyla kırsal burjuvaziyi ürettiği”3 kabul edilmiştir. Farklılaşma belirginleştikçe küçük ve orta üreticinin temsil ettiği geleneksel köylü ailesinin yapısında değişmeler de belirginleşir, bu değişme-çözülme dönemine özgü yeni insanlar çıkar ortaya. Orhan Kemal’in konularına bu insanlarla toplum arasındaki uyuşmazlık ve çatışma egemen olur; kaynaklık eder.
Kent ve köy emekçilerini temsil eden bu kişiler; varlıkları, ekmek kavgaları, yaşadıkları olaylarla değiştirilmesi gereken bir düzenin bireyleri olduklarını vurgularlar. Kimilerininse yaşadıkları dönemin toplumsal savaşım koşullarıyla bağlamları vardır. İyiler iyi, kötüler kötü yaratıldıkları için iyi ya da kötü olmamışlardır. Durumlarını, niteliklerini toplumsal koşullar belirler bu kişilerin. Köy-kent burjuvazisi ile onların sınıf değiştirme tutkusuna yuvarlanan yardakçıları (elciler, ırgatbaşıları, odacılar, kâtipler) tüm ilişkilerinde sahteci, kalleş çıkar adamları olarak görünürler. Hem emekçilerden, hem mülk sahiplerinden faydalanmak, mesleklerinin gereği olmuş gibidir. Bereketli Topraklar’da onlardan birini şöyle çizer Orhan Kemal.
Az sonra ırgatbaşı geldi. Daracık omuzlu, uzun boylu ne anasının
gözü olduğu belli, hinoğluhin bir Alasonyalı. Bin tarakta bezi vardı. Birbirine yakın gözleriyle kuşku içindeydi, işe adam kayırır, kayırdığı adamlardan avanta alır şuna buna para karşılığı çırçırdaki kadınları kızları tavlar, para vermeyen hele hele para vermeyip bir de kafa tutanların anasını beller biri. (sf. 57)
Kimi daha çok kişiye gereksinme duyulan işlerde daha az kişi çalıştırarak hırsızlama kazanç sağlarken, ölümle sonuçlanacak kazalara neden olur (Bereketli Topraklar, sf. 174); arkadaşını yolsuzluğa “teşvik” ederek suçüstü yakalatır (Kanlı Topraklar, sf. 174); sınıf değiştirme tutkusu kişiliklerine sinmiş, her türlü kötülüğün kaynağı olmuştur. Kanlı Topraklar’ın Topal Nuri’si, rakısını yudumlarken şöyle somutlar bu tutkuyu.
Pamuk tüccarlığı, küçükten fabrikatörlük derken Allah izin verirse bir yerlerde bir miktar toprak. Topraktı aslolan, Nedim Ağa da, Kayseri’den Adana’ya gelip dükkân, tezgâh, hatta fabrika sahibi olan Nuri Ağalar, Seyid Ağalar, Mustafa Özgürler, Nuh Naciler bile, toprağa heves etmemişler miydi? Nedim Ağa gibi, Nuri Ağalar da günün birinde fabrikalarının ellerinden alınması ihtimaline karşı Solaklı köyünde toprak satın almamışlar mıydı? Nedim Ağa da toprak sahibiydi. Onun için, kendisi de kuvvetlenince, elini Çukurova’nın bereketli topraklarına uzatmalı, bu bereketli topraklara sahip olmalıydı, (sf. 146)
Emekçilerle yakın ilişkileri olan bu kişilerin karakterleriyle az çok birbirlerine benzemelerine karşılık yalnız Bekçi Murtaza yaşamı, doğruluk anlayışı, kendi kendine inanması, değer yargıları, görev ahlakıyla ayrılır onlardan. Oğlunun gözünde bile “emekçi düşmanı, mal sahibi yardakçısıdır ama bunu kendisine biçilen ücretten daha fazlasını almak için yapmaz Murtaza. Görevi üretimde beklenen düzeyin altına düşülmemesi için işgücüne nöbetçilik etmektir onun. Kafasında yalnız bu doğru vardır, inançları çağ dışı değerlerle biçimlendiği için tuttuğu nöbetin kime, hangi sınıfa yaradığını düşünme yeteneğinden yoksun kalmıştır. Çok yönlü özelliklerin kimliğinde toplanması hem ırgatbaşı, kâtip, odacı gibi anamalın öteki yardakçılarından, hem tanıyıp bildiğimiz insanlardan ayırır Murtaza’yı; özgün bir kişilik yapar.
Orhan Kemal’in romanlarında toprak ve fabrika işçileri iş bulma zorun- luğu ile her türlü güçlüğe boyun eğen kişiler olarak görünürler. Özellikle köyden gelenler için işkollarına, kentte, ırgatbaşlarımn madrabazlıklarına, kadın ilişkilerine alışmak istenç işidir. Kendilerinden önce sınırları çizilmiş bir dünyada ayakta kalabilmek için çoğun bireysel direnç kaynaklarına tutunmaya çalışır bu kişiler. Aralarında eski deneylenmiş işçilerden, namuslu ustabaşılardan yararlanarak kişiliklerini bulanların yanı sıra küçük çıkar hesaplarına dayanan o berbat, acımasız dünyanın çarklarına kapılanlar vardır. Bu çıkar hesaplarının, gizli oyunların özünü kavrayacak bilinç düzeyine erişemeyen mevsimlik işçiler, deneysizler sarı işçi durumuna düşer; bir gecelik küçük kazançlarla geleceğini güven altına almayı düşleyen kadınların ayakta durma güçlerini yitirdikleri görülür.
Kişilerini yaşamın gerçekliğinden soyutlamadığı için karakterindeki toplumsal başat’ı belirlemede de ustalık kazanmıştır Orhan Kemal. Bu nedenle 1949 sonrası Türkiyesinde emekçi sınıfların gizilgücünü simgeleyen eski neyli işçiler, namuslu ustabaşılar, teknisyenler belli bilinç ve savaşım güne sahip insanlar olarak çıkar karşımıza. Yazarın başarısı onların yaşamın vazgeçilmez bir parçası, toplumun ortadan kaldırılamayacak bireyleri olarak kabul ettirebilmesidir.
Orhan Kemal’in romanlarında çocuklar, genç kızlar, toplumsal bozulmanın, sorumsuzluğun acı meyveleri görünüşündedir. Çıkar uğruna satılan ya da kaldırıma düşen öğrenci yaşındaki kızlar vardır aralarında. Babasız anasız erkek çocukları, bir yandan karınlarını doyurmak için, bir yandan cezaevlerinde bile namuslarını korumak için savaşırlar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, romanlarında toplumsal değişmenin burjuva aydınları üzerinde yarattığı etkileri göstermek istemiştir. Onun kişileri siyaset, ekonomi, felsefe, sanat konularında düşünür, sözü aldı mı bir solukta sayfalar boyunca birbirlerinin tıpatıp benzeri konuşmalarıyla yaşamlar ve karakterleri özerinde kuşku uyandırırlar. En azından romancının dünya görüşünü onaylamak için yaratılmış gibidirler. Orhan Kemal’se değişmenin başka bir aşamasında emek gücüyle etkilenen insanlara bakar; onların yaşarlığındaki en somut özellikleri yakalayarak tipleştirmeye çalışır. İnsanın bulunduğu konumdaki gerçekliğini, farklılığım çok iyi kavradığı söylenebilir. Bu gerçekliğin değişik süreçleri içinde onu kişi yapan öğeleri ortaya koyar. Bu nedenle romanlarında da -öykülerinde olduğu gibi- diyalog büyük yer tutar. Hangi yaşta, hangi sınıf ve tabakanın insanını tipleştirmeye çalışırsa çalışsın, onu hareket içinde vermeyi yeğlemiştir. Kadınların, çocukların, ihtiyarların, göçmenlerin, işçilerin, patronların, okumuşların özellikleri konuşmalarıyla belirsin ister.
“Hüseyin? Uyuyor musun yavrum? -Uyumuyorum. -Niye? -Uyku tutmuyor… -Niye. -Bilmem. Anne be. -Söyle yavrum… -Ölüm haberi nasıl gelir…” (Sokakların Çocuğu.., sf. 237) örneğinde görüldüğü gibi, çocuğun iç dünyasında biriken acıyı anlatmaz; anlattırır. Kişilerin dili, mantığı ve durumlarının özelliğini iç içe geliştirerek temel sorunlarıyla ilgili öğeleri ağır ağır sergiler.
Ender olarak, kendi başlarına kaldıkları zamanlarda ruhsal çözümleme yöntemlerine başvurarak kişilerinin bilinçaltı birikimlerini ortaya koyarken yalın tümcelerle temeldeki duyarlığı vurgulamaya çalışır:
… Bir gece, ama çok eskiden, taa çocukluğunda, babasının ayıp küfürlerle naralarla mahalleyi altüst ettiği, parçalardan idare lambasının alev alev yandığı karanlık taşlıkta, annesinin çığlık çığlığa dayak yediği geceler gibi bir gece. Sedir. Sedirde demiri paslı bir çakıyla oynuyordu.
– Çakı, kesmiyorsun değil mi? Kesme. Babamın elinde olsan keserdin. Ben küçüküm diye kesmiyorsun. Ben de büyüyeceğim bir gün. O zaman benden ne korkacaksın. Babam da korkacak. Anneciğim korkmaz. Anneciğim öldü. Ölmeseydi, şimdi büyüdüm işte. Kocaman değilim ama gene de büyüküm. Anneciğim sağ olsaydı… Çevriye, ben, o… üçümüz…
(,Sokakların Çocuğu, sf. 167)
Orhan Kemal, kişilerle olaylarla ilişkisini zorunlu gördüğü yerde çevre özelliklerini yansıtırken, ortam çizimlerini uzun betimlemelerle donatmayı sevmez pek. Yalın tümce beğenisini koruyarak, en plastik sözcükleri seçmeye özen göstererek, yer yer şiirsel öğelere başvurarak yapar bunu. Özellikle yakın çevreyi, sokağı, fabrikayı, tarlayı, evi, kahveyi, odayı, mutfağı kesin çizgilerle sergilerken kişilerinin yaşamlarındaki yerlerinin belirmesine çalışır. Kimi romanlarında eşya ve insan ilişkileri dikkati çekecek ölçüdedir.
Kimi eleştirmenler Orhan Kemal’in romanlarında “gerçekçiliğin natüralist çizgilerde sığlaşmasına, yalınkatlaşmasına” yol açtığını yazmışlardır. Biz de ilk öykülerinin kimilerinde doğalcılığa yaklaştığım söylemiştik. Romanlarının büyük çoğunluğu için geçerli değildir bu yargı. Doğalcılar “Karakter ile çevre arasındaki diyalektik ilişkiyi gözden kaçırarak gerçekliği sadece belirtmişlerdir.” Orhan Kemal, karakter ile çevre arasındaki diyalektik ilişkinin belirlenmesine özen gösterir. Doğalcıların, “Burjuva düşüncesinde barınan metafizik ve diyalektik olmayan yaklaşıma yönelik olduklarından, gerçekliğin çelişmelerini ya da hareketini açığa çıkarma” yolunda çabaları yoktur. Orhan Kemal, yaşamın bütün kesimlerine bakarken, emek-sermaye çelişkisinin yarattığı başat sorunları kavrar; toplumsal çözüme ulaştırır. Ve “toplumbilimsel kavramları mekanik biçimde uygulamaktan” kaçması, “insanın iç dünyasını belirleyen toplumsal etkenleri algılama yeteneği” ile toplumcu gerçekçi akımın temel ilkelerini uygulama ustalığı kazanır. Ona çağdaş romanımızdaki yerini sağlayan da bu ustalık olmalıdır.
ÖYKÜ KİTAPLARI:
ROMANLARI:
OYUNLARI:
İspinozlar (ilk oyn. 1964, bas. 1965. Daha sonra Yalova Kaymakamı adıyla oynandı, 1968); iki öyküsüyle iki romanını da sonradan oyunlaştırdı: 72. Koğuş (bas. ve oyn. 1967. Bu oyunuyla o yıl Ankara Sanatsever Derneği tarafından yılın en iyi oyun yazarı seçildi), Bekçi Murtaza (oynandı), Eskici Dükkânı (oyun 1969).
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.
ORHAN KEMAL
Cumhûriyet dönemi hikâye ve roman yazarı. Asıl adı Mehmed Raşid Öğütçü’dür. 1914’te Adana’nın Ceyhan kazâsında doğdu. Babası birinci dönem Kastamonu milletvekili olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi emekli öğretmen Azime Hanımdır. Babasının siyâsî sebeplerle Suriye’ye kaçması üzerine ortaokulun son sınıfından ayrıldı. Babası ile birlikte bir yıl Suriye ve Lübnan’da kaldıktan sonra, 1932’de Adana’ya döndü. Fakat öğrenimini devam ettirmedi. Pamuk fabrikasına işçi olarak girdi. 1937’ye kadar dokumacılık, kâtiplik gibi işlerde çalıştı. Niğde’de askerliğini yaptığı sırada yazdığı manzumeleri üzerine, “Askerleri tahrik etmek istediği gerekçesiyle” ideolojik sebepten 3,5 yıl hüküm giydi. Edebiyata karşı ilgisi de bu yıllarda başladı. Denemeleri Yedigün, Yeni Edebiyat, Yeni Ses, İkdâm, Yürüyüş, Yurt ve Dünyâ, Genç Nesil, Yığın, Gün, Varlık isimli dergilerde çıktı. Daha sonra roman yazdı. Kardeş Payı adlı hikâyesi 1958’de Sait Faik Armağanı, 1969’da Önce Ekmek, hikâyesi ile de Türk Dil Kurumu Ödülünü aldı. Hikâye ve romanlarında hayâtın değişik yönlerini ve şahıslarını işledi. Bir yandan Anadolu’yu işlerken bir yandan da büyük şehirlerin yaşayışını yansıtmaya uğraştı. Edebiyatımızda halkın sosyal yönlerini en çok işleyenlerden biridir. Hayâtının son yıllarında ticâretle uğraştı. 1970’te Sofya’da öldü. Cenâzesi yurda getirilerek Zincirlikuyu mezarlığında gömüldü.
Orhan Kemal, okuduklarından çok gördükleriyle yazmıştır. Bilgi eksikliklerine karşılık, günlük hayattan gelme kulak dolgunluğu bütün yazılarında göze çarpar. Eserlerinde, zengin bir âile çocuğuyken, yoksul ve zor bir hayat kavgasına düşmüş olmanın gizli acısı görülür.
Orhan Kemal, toplumculuğu, kolayca sınırlanmayan ve kendisinin de belirleyemediği bir sosyalizm olarak görmüş ve o görüşü türlü olaylar, gözlemler içinde telkin eden romanlar yazmıştır. Roman sanatının gerçekleriyle, ruh tahlilleriyle uğraşmamıştır. Orhan Kemal’e göre roman, kendince doğru olan şeyleri, okuyucuya, câzibeyle sunmaya yarayan bir vâsıtadır.
Orhan Kemal’e göre, hiçbir insan kötü değildir. İnsanları kötü yapan toplumun sosyal şartlarıdır. Bu şartlar, sosyalist metodla düzeltilecek olursa insanlar iyileşecek; ağa-ırgat, işçi-patron ve sınıf, zümre çekişmeleri kalkacaktır. Yazar, bu bozuklukları göstermek için o çekişmeleri, yolsuzlukları ve haksızlıkları mübalağalı bir tarzda yazmaktadır. Bütün sosyalist romancılar gibi o da hayvanlarda açıktan açığa görülen beslenme ve şehveti, toplum hayâtının iki esas temeli olarak görür ve eserlerinde insanları, bu iki şeye ulaşmak için didiştirir ve vuruşturur. Orhan Kemal, bir sosyal gerçekçi olarak, gerçeklerin çok yanıldığını, tarafsızca ele almaz. Aksine, olayların yalnız bir yanını alıp, sosyalist fikirlerin okuyucuya kabul ettirilmesinde malzeme olarak kullanır ve mânevî yöne değer vermez.
Orhan Kemal’in üslûbu çok tenkit edilmiştir. Üslûbundaki ihmalciliğinin asıl sebebi, çok yazması, bir de bilgi noksanlığıdır. Hikâye ve romanlarında, çok yer tutan söyleşmelerle hareket sağlamayı başarır. Kısa ve canlı olan bu konuşmalar arasında çirkin ve ayıp sayılan kelimelere yer vermekten hoşlanır.
Eserleri:
Hikâye kitapları: Ekmek Kavgası (1949), Sarhoşlar (1931), 72. Koğuş (1954), Önce Ekmek (1969).
Romanları: Baba Evi (1949), Âvâre Yıllar (1950), Dünyâ Evi (1960), El Kızı (1960), Gurbet Kuşları (1962), Mahalle Kavgası (1963), Yalan Dünyâ (1966), Üç Kâğıtçı (1969).
Orhan Kemal’in, İspinozlar (Yalova Kaymakamı adı ile sahnelendi), 72. Koğuş, Kardeş Payı, Bekçi Murtaza sahneye konan hikâyeleridir. Eskici Dükkânı ise Eskici ve Oğulları adlı romanının sahneye konulmuş şeklidir.
Kaynak: Rehber Ansiklopedisi, cilt 15
Orhan Kemal kimdir? Hayatı ve eserleri: (1914-1970) Orhan Kemal, kendi hayatını şöyle anlatmıştı: “1914 yılında seferberlik davulları çalarken, Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğmuşum. Babam, avukat, çiftçi, parti lideri. (1930’daki demokrasi denemelerine “Ahali Fırkası” ile katılan, bu yüzden çok sert çıkışlar yapan, sonra da Suriye’ye kaçan Abdülkadir Kemali Bey) Annem, eski öğretmenlerden Azime hanım. Biri erkek olmak üzere, benden küçük dört kardeşim var. Evliyim, dört çocuk babasıyım. Yıllardır kalemimle geçinmeğe çalışıyorum…
Öğrenimime gelince… Hiçbir zaman çalışkan bir öğrenci olmadım. Futbol ve polisiye romanlar beni okuldan çok ilgilendirdi. Babamın siyasî parti maceraları, Suriye’ye kaçmakla neticelenince, okulla aramdaki bağlar kopuverdi. (Ortaokulun son sınıfından ayrılmış, Suriye ve Lübnan’da bir yıl kalmışlardı.) Yıllar yılı Çukurova’da, Suriye ve Lübnan’da başıboş bir hayat sürdüm diyebilirim. Babanım özel öğretmenliği, okuldan daha etkin oldu.
İlk zamanlar fabrika işçiliği, sonra aynı fabrikada muhasebe memurluğu yaptım. (1932’de Adana’ya dönmüştü). Bu arada spora veda, okumak, yeni bir şeyler öğrenmek tutkusu ve hayata bakış. Hayata bakış, bazı sonuçlara varış derken hapishane. Hapishane benim için bir çeşit üniversite oldu diyebilirim…” (Orhan Kemal Niğde’de askerliğini yaptığı sırada yazdığı bazı manzumelerle “Askerleri tahrik etmek istediği” gerekçesiyle, ideolojik sebepten 3.5 yıl hapse mahkûm olmuştu.)
Yazar, daha sonra Adana’dan İstanbul’a gelmiş, senaryolar, romanlar ve hikâyeler yazmaya devam etmiştir. Son yıllarında ticaretle uğraşmıştır. Sofya’da ölmüş, cenazesi İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu mezarlığına gömülmüştür.
Kişiliği
Orhan Kemal, hayatın içinden yetişmiş, okuduklarından çok gördükleriyle oluşmuş bir yazıcıdır. Düzenli bilgi eksiklerine karşılık, günlük hayattan gelme kulak dolgunluğu ve tecrübe bolluğu bütün yazılarında göze çarpar.
Orhan Kemal’in eserlerinde zengin bir aile çocuğu iken, yoksul ve zor bir hayat kavgasına düşmüş olmanın gizli acısı sezilir. Her fırsatta babasından söz etmeyi sever. Kahramanlarının bir kısmı da, kendisi gibi zenginlikten yoksulluğa düşenlerdir.
Yazarlık tarzını, içinde çırpındığı hayatın bir gereği sayan Orhan Kemal, eğer “Baba evinin rahat ekmeğiyle tahsilimi normal şartlar altında yapıp yüksek bir diploma sahibi olsaydım… İhtimal yine hikâyeler, romanlar yazardım ama konularım herhalde bugünkü konular olmazdı.” demektedir.
Türler
Orhan Kemal, hikâye roman ve tiyatro türlerinde eserler vermiştir. Hikâyeleri ile romanları arasında, konu, anlayış, üslûp bakımlarından büyük ayrılık görülmez. Yalnız o, hikâyeciliği, romancılığa geçmek için bir basamak saymaktadır. Neredeyse Hikâye’nin ayrı bir tür olduğunu unutmuş onu, acemi romancıların bir tecrübe tahtası gibi görmektedir.
“Kanaatimce, küçük ve uzun hikâyelerinde iyice bilenmeyen kalem, romanı zor yazar, yahut yazamaz. Çünkü hikâye kompozisyonlarını kolaylıkla kıvırama- yan bir yazar, çok daha büyük, çok daha enine boyuna bir kompozisyon isteyen romanı meydana getiremez.”
Ne var ki, romana geçtiği yıllardan sonra da hikâyeyi büsbütün bırakmamıştır.
Hikâye kitapları şunlardır:
Ekmek Kavgası (1949),
Sarhoşlar (1951),
Çamarşırcının Kızı (1952),
72. Koğuş (1954),
Grev (1954),
Arka Sokak (1956),
Kardeş Payı (1957),
Babil Kulesi (1957),
Dünyada Harb Vardı (1963),
İşsiz (1966),
Önce Ekmek (1968).
Romanları ve Romancılığı
Orhan Kemal, önce hikâyeleriyle tanınmış sonra romana geçmiştir. Çok sayıda olan romanları:
Baba Evi (1949),
Avare Yıllar (1950),
Murtaza (1952),
Cemile (1952),
Bereketli Topraklar Üzerinde (1954),
Suçlu (1957),
Devlet Kuşu (1958),
Vukuat Var (1959)
Gâvurun Kızı (1959),
Küçücük (1960),
Dünya Evi (1960),
El Kızı (1960),
Hanımın Çiftliği (1961),
Eskici ve Oğullan (1962),
Gurbet Kuşlan (1962),
Sokakların Çocuğu (1963),
Mahalle Kavgası (1963),
Kanlı Topraklar (1963),
Bir Filiz Vardı (1965),
Müfettişler Müfettişi (1966),
Yalancı Dünya (1966),
Evlerden Biri (1966),
Arkadaş Islıklan (1968),
Sokaklardan Bir Kız (1968),
Üç Kağıtçı (1969),
Kötü Yol (1969),
Tersine Dünya (1986).
Ayrıca Senaryo Tekniği (1963) adlı bir eseriyle Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl (1965) adlı Bursa hapishanesi hatıraları vardır.
Orhan Kemal, sosyal gerçekçilerin aşırılarından olan bir yazardır. Toplumculuğu, kolayca sınırlanmayan ve kendisinin de belirleyemediği bir sosyalizm olarak görmüş ve o görüşü türlü olaylar, gözlemler içinde telkin eden romanlar yazmıştır. Roman sanatının gerçekleriyle, ruh tahlilleriyle uğraşmayı bir “boş iş” saymıştır. Onca roman, kendince doğru olan şeyleri, okuyucuya, cazibeyle sunmaya yarayan bir vasıtadır. “Sosyal endişe ile mi, sanat endişesi ile mi yazarsınız?” sorusuna şu cevabı vermektedir:
“ Bu iki endişe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Sosyal endişe sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında vardığı kanaatlerin neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı olması lâzım gelen sanatçı sosyal endişelerini, sanat yoluyla belirten insandır. Demek oluyor ki, peşin (önce) sosyal endişe… Fakat bu, sanatın ikinci plâna itilmesi demek değildir.. ”
Böyle düşünen yazıcı, iyi tanıdığı ve ömrünü geçirdiği muhitler içinde olagelen haksızlık, yolsuzluk, düzensizlik ve kötülükleri, bazen sebeplerini aramak, bazen de iyice abartmak, bazen de sırf gözler önüne sermek yoluyla öne sürmeye çalışıyor. Toplumu “değiştirmek” için kalıplaşmış birtakım Marksist fikirleri savunuyor.
Ona göre, hiçbir insan kötü değildir. İnsanları kötü yapan toplumun sosyal şartlandır. Bu şartlar, sosyalist metotla düzeltilecek olursa, insanlar iyileşecek; ağa-ırgat, işçi-patron ve sınıf, zümre çekişmeleri kalkacaktır. Yazar, bugünkü düzenin bozukluğunu göstermek için o çekişmeleri, yolsuzlukları ve haksızlıkları, mübalâğalı bir tarzda yazmayı tercih ediyor. Yalnız ekmek ve “cinsel aşkı” (seks) toplumu idare eden iki esaslı ihtiyaç konusu olarak alıyor. İnsanlar bu iki şeye ulaşmak için didişiyor, vuruşuyorlar, fakat bunların her ikisi de arslan ağzındadır. Didişmelerine rağmen, kötü aracılar yüzünden onlara nail olamıyorlar, ya ekmek ya da aşk yolunda tükenip gidiyorlar. İşte Orhan Kemal, her yerde var saydığı bu tükenişleri yazarak topluma bir romancıdan çok bir politikacı gözüyle bakıyor. Benzerleri ve taklitçileri gibi “Politika romanları” yasıyor.
Orhan Kemal, bir sosyal gerçekçi olarak gerçeklerin çok yanlılığını, tarafsızca görmek istemez. Tersine olayların yalnız bir yanını alıp fikirlerine malzeme olarak kullanır. Yolsuzlukları tek bir “yorum tarzı”na bağlar. Oysa aynı yolsuzluğu başka bir açıdan yorumlamak, başka birçok çözüm şekillerine bağlamak mümkündür.
Orhan Kemal, roman ve hikâyelerinde anlattığı şeyleri görmekle kalmamış aynı zamanda yaşamış bir insandır. Hatta sırf yaşadığı şeyleri yazdığını ısrarla belirtmektedir:
“Ben, köylüyü, köyünde (iken) yazmıyorum. Çok iyi bildiğim şeyi yazmak taraflısıyım. Görmeliyim, yaşamalıyım ve içimdeki o sanatkârlığın verdiği hız, beni itmeli. Adana’da Millî Mensucat Fabrikasında uzun seneler, küçük memurluklar, kâtiplikler yaptım. Bu sırada gurbete çıkmış orta Anadolu köylüleriyle tanıştım. Çırçır işçileri filân. Bu ham vatandaşların, şehir madrabazları elinde nasıl istismar edildiklerini gördüm. ”
Yazar, “bir çeşit kabartma sinema tekniği” kullandığını “kendisini aradan çekip okuyucuyu, anlattığı şeylerle başbaşa bıraktığını” söylüyorsa da, bunun yalnız bir dilek olarak kaldığı şüphesizdir. Çünkü kahramanlarının kimine acıyarak, kimini severek, kiminden nefret ettiğini belli ederek “kendini aradan çekme” ilkesinden uzaklaşır. Olayları sık sık yorumlayarak normal akışlarına engel olur. Çevre ve kişilere realist gözlemci gibi değil, dâvacı bir adamın hıncıyla bakmak-
Orhan Kemal’in sayıca otuz kitap dolduran roman ve hikâyeleri konulan açısından üç bölükte toplanabilir
a) Kendi hayatını anlatan eserler; Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Grev, Cemile vb.
b) Çukurova toprak ve çırçır işçilerini anlatan eserler: Bereketli Topraklar Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğullan, Kanlı Topraklar vb.*
c) İstanbul’un yoksul insanlarını anlatan hikâyeler Suçlu, Devlet Kuşu, Sokakların Çocuğu, Gurbet Kuşlan vb.
Olaylar .
Orhan Kemal, bir konuşmasında diyor ki:
“Hikâye ve romanlarım için bazen şöyle sorarlar:
– Bu anlattıklarınız gerçekten oldu mu? Cevap veririm:
– Okuduğunuz şeyler gerçekten olabilir mi, olamaz mı ?
– Olabilir, olup duruyor…
– Şu halde önemli taraf, gerçekten olmuş olması değil, olabilip olamamasıdır.”
Böylece Orhan Kemal, gözlemlerine dayanarak, “olabilir” şeyleri, ama mübalâğalandırarak, tek yanlı bakarak, tek açıdan yorumlayarak yazmaktadır. Özellikle: En fazla ekmek veya aşk peşinde tükenen hayatlar, toprak ağası ile ırgadın çatışmaları, köylünün makine karşısındaki şaşkınlıkları, köyden şehre göçün doğurduğu meseleler, gurbetçilerin büyük şehirde harcanmaları, yurdumuzda orta tabakanın yoksullaşması, kötü terbiye veya bakımsızlık yüzünden telef olan çocuklar, kaba erkeklerin baskısı altında perişan kadınlar, türlü çevrelerde bayağılaşan aşklar… gibi konu ve temaları işlemesi bundandır.
Kişiler
Orhan Kemal’in, Hüseyin Rahmi gibi kalabalık bir kişi kadrosu vardır. “Küçük adamlar” dediği bu kadro içinde işçiler, ırgatlar, fahişeler, yosmalar, suçlu çocuklar, mahpuslar, gardiyanlar, işçi kâhyaları, dilenciler, çöpçüler, işten atılmış memurlar, köyden kopmuş rençberler, gurbetçiler, kürtajcı doktorlar, onlara müşteri sağlayan simsarlar, ağalar, patronlar, emekliler, dullar, ihtiyarlar… velhasıl, ekmek peşinde koşan, aşk ihtiyacıyla çırpınan, haksızlıklar, düzensizlikler içinde ezilmiş, hırpalanmış olan, günahı olmaksızın başkalarının kahrını çeken veya eziyet eden, atlatan, sömüren, boğuşan bir alay insan kaynaşır durur.
Yazara göre bu kişilerin kimi ak kimisi karadır. Bir kısmı suçlu, fakat büyük çoğunluğu o suçluların kurbanıdır. Bu kurbanlar, bir kötü düzenin sonucudur. Yazar, bu kurbanlarına acır
“Ben bu gurbetçi işçileri seviyor muyum? Acıyor muyum onlara? Yoksa bun- larm iptidailiğine, cahilliğine, kepazeliğine kızıyor muyum? E, şöyle bir kendimi yokladığım zaman acıyorum… Çünkü onu ben, kendi çocuğum, kendi evlâdım yerinde görüyorum. İstemiyorum yumruklanmasını, parçalanmasını, ezilmesini.”
Bu anlattığı kişilerin bir kısmını, iyi tanır. Neyle geçindiklerini, neler özlediklerini bilir. Onları büsbütün aşağılatmaz. Direnişlerini sağlamaya çalışır. Bugünkü sıkıntılarıyla birlikte gelecek umutlarını da anlatır. En kötü şartlar altında bile, onlarda kalan insan cevherini ortaya koymak ister. Ne var ki, bazı sınıf ve zümre kişilerinin kötü ve ıslâh kabul etmez olduğuna önceden karar vermiştir. Onlara hiçbir “insanlık” yakıştırmaz.
Romanlarında iyi duygulu, becerikli, mücadeleci, bazı coşkun kişiler vardır. Yazarın kendi kendisini yaşattığı bu kişiler vak’anın sonucunu olumlu kılarlar, içinde yaşadığı geçim şartlarına baş kaldıran, başkalarının refahını kıskanan, isyancı genç adamlar yakışıklı ve çalımlıdırlar. Çok defa zalim patronların göz koyduğu işçi kızlarla sevişirler.
Kadınlarının bir kısmı ihtiyaç için kötü yola düşmüş, zorla kirletilip bir yana atılmış, erkek zorbalığı altında kıvranan düşkünlerdir. Fakat bir kısmının üstün kişilikleri vardır. Cemile gibi iyiliksever kadınlar temiz aileler kurarlar.
Çevre
Orhan Kemal, toplumun alt katının ve hayatını güçlükle kazananların yaşadıkları çevre ve muhitleri yazmıştır. Adana işçi muhitleri, Çukurova tarlaları ve İstanbul’un bakımsız fukara semtleri, en çok ele aldığı yerlerdir. Bunun yanında, çocukluğunun geçtiği yöreler, hapishanedeki 72. Koğuş, sübyan koğuşları, işçi mahallelerinin ve gecekonduların acınası halleri, ırgat pazarlan, “ayaktakımının” dolaştığı semtler, viraneler, Çukurova’nın kızgın güneşi altodaki “iş cehennemi” fabrika içleri vb. özel bir dikkatle canlandırılır. Yazar, bu çevrelerin ayrıntılı ve hareketli tasvirinde ustadır. Bu yoksul ve düşkün insanları da hem acıma hem sevgiyle anlatmaktadır.
Üslûp
Orhan Kemal’in en çok tenkit götüren bir yanı üslûbudur. Kendisi zaten biçimden çok muhtevayı, üslûptan çok konuyu önemsediğini birçok defa söylemiştir.
Üslûptaki ihmalciliğinin asıl sebebi, çok yazması, bir de kültür yufkalığıdır. Ne var ki sanatçı daman tuttuğu bazı yerlerde güzel sayfalar yazabilmiştir.
Hikâye ve romanlarında çok yer tutan söyleşmelerle hareket sağlamayı başarır. Kısa ve canlı olan bu konuşmalar arasında “çirkin ve ayıp” sayılan kelimeler çoktur.
Söyleşmelerde en çok şive taklidi yapan romancı Orhan Kemal’dir. Bu konuda Hüseyin Rahmi ve meddahlar geleneğini sürdürmüş ve aşırıya götürmüştür. Bunlar araşma güldürücü deyişler de sokuşturur. Lâz, Kürt, Arap, Yanyalı, Giritli, Boşnak, Arnavut, Fahişe, Mahalle kansı vb. ağızlarını başarıyla taklit eder.
Yazar, bu konuda, çokça tenkit edildiği için son eserlerinde, şive taklitlerini biraz azaltmıştır. Ne var ki, o bu “mukallitliği” sosyal gerçekçiliğin icabı diyerek savunmaktadır:
“Tiplerimin ruh tahlillerini ben yapamıyor, bizzat kendilerine yaptırmak istiyorum. Bunun için de şive farklarını korumaya mecburum…. Aksi halde tipler arasındaki özellik kaybolur. Bütün tipler aynı dille, yazarın diliyle konuşur ki, bu yalancılıktır.”
Orhan Kemal, söyleşmeler dışında da savruk, gelişigüzel, fakat rahat okunur bir tahkiye, hitap ve tasvir çeşnisi bulmuştur. Öbür gerçekçiler gibi o da, İstanbul kültür dilinden uzaklaşıp Anadolu kelimeleri ve cümle yapılarına dayanan bir anlatımda karar kılmıştır.
Cemile’den
Cemile, Sırbistan’dan Çukurova’ya göçmüş eski bir derebeyi ve çete reisi olan İhtiyar Malik’in kızıdır. Kardeşi Sadri’yle birlikte bir pamuk fabrikasında çalışmakta olan bu güzel kız, herkesin dikkatini çekmekte, özellikle Çopur Ali adlı biri, onu kaçırmak istemektedir.
Cemile, o fabrikada çalışan yoksul bir memura gönüllüdür ve onunla evlenecektir. Kırların ve dağların hür havasına tutkun olan Malik ise çocuklarının fabrikada çalışmasını istememekte, arkadaşı Muy’un çocuklarına olduğu gibi, onların da başına bir iş gelmesinden korkmaktadır. Nitekim Cemile ile Sadri’yi alıp bir toprak parçası üzerine yerleşmeyi hayal etmektedir.
Cemile yazarın sembol ve ideal kadınıdır. Fabrikada kâtip olarak çalışırken, âşık olduğu genç kızdır. Zağrep’te doğmuş bir Boşnak güzelidir. 5 Mayıs 1937’de onunla evlenmiştir. Eşinin yani Cemile’nin asıl adı Nuriye’dir.
Cemile’nin babası da Orhan Kemal’in babası gibi, zenginlikten yoksulluğa düşmüşlerdendir.
«İhtiyar Muy, ihtiyar Malik’in hemşerisi, çocukluk arkadaşıydı. Tara ırmağı
boyundaki (………… .) kasabasında birlikte büyümüşler, birlikte silâh kullanmağa
başlamışlardı. İçtikleri su ayrı giderdi. Malik hâlâ o kadar severdi ki, onun için kan dökebilir, bu ihtiyar yaşma; Sadri’ye, Cemile’ye rağmen, hapislere girebilirdi.
…Muy’un bir tek oğlundan başka kimsesi kalmamıştı. O da Şarkta çok uzak bir yerlerde askerdi.
Memleketin eşrafından Âmir Ağanın teşvikiyle Karadağ Milletvekili Boşko Boşkoviç’in öldürülmesi üzerine başlayan katliamdan kurtulmak için kaçmadan önce, Malik ve Muy ismi, Sırplar üzerinde yıldırım etkisi yapardı.
İstanbul limanına birkaç parça mücevherle ayak basan kalabalık iki ailenin elindeki, avucundakiler şaşılacak bir hızla eriyiverince, Malik’le Muy hayatlarında ilk defa geçim derdi diye bir şey olduğunu öğrendiler.
İki erkek ekmek kavgasına atıldı, olmadı. Ata binmek, silâh kullanmak, pusu kurup kelle biçmekten başka şey bilmiyorlardı. Şehir ise bundan anlamıyordu.
Fabrikaları ve pamuk tarlalarıyla meşhur bir cenup Anadolu şehrine göçüldü. Ne yapılsa nafile. Beceriksiz derebey torunları elleri böğürlerinde kaldılar. O zaman talihlerini denemek sırası kadınlara geldi. O kadınlar M, dallan yerlere değen koyu gölgeli meyve bahçelerinde gülüp türkü söylemek, süslenip, salına salına dolaşmaktan başkasına alışmamış, rahatlıktan semirmiş kadınlardı. Fabrikaların pamuk tozu yüklü, kola kokulu, rutubetli havasında hızla kuruyup çirkinleşmeğe başladılar. Gün gelir, ellerinde mendil, küt küt öksürerek, iki iyilikten birini dilediler.
Daha sonraları kadınlar toprağa verildi, çocuklar fabrikalara…
Çok geçmeden Muy’un büyük km bir Çingene çalgıcının peşine takılıp gitti. Küçüğe gelince… Bu sessin akıllı bir kızdı. Çok da güzeldi. Paydoslarda peşine sürü sürü delikanlılar düşerdi de, o hiç birine yüz vermezdi.
Bir gece yarısı saat on ikiden sonra, fırtına, yağmur… Yer yerinden oynarken, Muy’un km kendi kendine sokularak mahallenin dar sokaklarında yapayalnız işten geliyordu ki, önüne birtakım insanlar çıktı, kızın ağzını sıkıca kapayıp köşede bekleyen eski bir Ford’a sokup uzaklaştılar.
Gidiş o gidiş…
Yemek, içmekten kesilen Muy, haftalarca çılgına döndü, sokaklarda yan deli; dolaştı durdu. Neden sonra bir gün bir çoban, barsarsklarını köpeklerin çekiştirdiği, başı taşla ezilmiş bir cesetten bahsedince her şey anlaşıldı.
İhtiyar Muy o gün, bugün yarı delidir. Guslisi daima koltuğunun altında, canı istediği zaman çalar, söyler ve ağlar.» (Cemile,. 1952, s. 93-95)
Hanımın Çiftliği’nden
Çukurova’nın zengin çiftlik ağalarından biri Muzaffer Bey, siyasî nüfuz kullanarak birçok topraklan kendi üzerine çevirdiği için köylünün nefretini toplamıştır, batta bazıları onu öldürmeyi düşünmektedirler.
Öte yandan şımardıkça adamlarına hor muamele eden bu bey, ırz düşmanıdır da: Yeğeni Ramazan’ın güzel karısı Güllü’yü ayartarak onunla evlenmiş, eski sevgilisi Gülizar’ı boşamıştır. Bey’le evlenince Serap adını alan Güllü ise, sonradan görme şımarığın biridir…
«Muzaffer Bey direksiyona geçmiş, arabayı tam çalıştırmıştı ki, Yasin Ağanın kerpiç huğunun kapısı açıldı. Gün görmüş, umur sürmüş, çiftliğin direği koca Yâ- sin, ağlayacak kadar hırslı, arabaya yaklaştı. Bakmıyordu. Ne arabaya, ne de arabadakilere… Nefret ediyordu onlardan.
Hüzünlü ama tok sesiyle:
Muzaffer Bey arabayı işletmekten vazgeçerek, sordu:
– Nereye?
Akları damar damar kanlanmış gözlerini hınçla kaldırdı.
– Helâl süt emmiş bir ırz ehlinin kapısına! *
Muzaffer Bey sarsıldı:
– Yaa!.:
– Dal budak salan boynuzlarımdan yerlere geçiyorum. Köyün içinde dolaşamaz oldum. Kimselerin yüzüne bakamıyorum!
Boğulacak kadar hırslanan Muzaffer Bey tabancasına sarıldı. Çekti. Ama Yasin, çiftliğin direği, yetmişlik Yâsin tınmadı bile. Göğsünü gererek:
– Sık! dedi. Sıksana! Bir tabanca, sıkılmak için çıkarılır kılıfından. Sık! Ekmeğini yedim bunca yıl. Kanım sana helâl!…
Muzaffer bey toparlanmıştı. Güllü de müdahale etmiş, beyin kolunu tutmuştu.
– Amma beni kapında tutamazsın gayri. Yeğeninin avradına dolanan bir dayının ekmeği yenmez, boğar adamı. Boğuluyorum. Gideceğim.
– Git. Cehennemin dibine kadar yolun var!
İhtiyar Yâsin’in öfkeli sesine çiftlik halkı toplanmıştı. Meraktan büyümüş gözlerle bakışıyorlardı.
* Muzaffer Bey haykırdı:
– Ramazan! Gülizar! Seyyare!
Kalabalığın arasından ilerlediler. Büsbütün yaklaşmadılar. Başlan önlerinde, sinirli, beklediler.
Bey tekrar gürledi:
– Boynuzlarından utanan var mı başka?
Cevap alamadı.
– Var mı? Boynuzlarından utanan var mı? Söyleyin!
Gülizar’ın gözü bir an, zarif siyah mantosu içinde gururla oturmakta olan Güllü’ye ilişti. İçi yandı. Onu ilk defa böyle yakından ve muhteşem görüyordu. Kıskançlıktan kudurarak beye hınçla baktı.
– Var, dedi.
– Var mı? Sen mi? Pekâlâ, defol! Başka?
– Başkasından ses çıkmadı.
Muzaffer Bey ordakileri bakışıyla ezdikten sonra, arabayı çalıştırdı. Bej Kadil- lâk çiftlikten süzülerek çıktı gitti.
Yâsin Ağa, odasına hınçla döndü Kendisine ait nesi varsa topladı. Duvarlardan taş basma Mekke, Medine, Hazreti Ali resimlerini, eski sandığından din ulularının maceralarını anlatan kitaplarını, seccadesini teşbihini, fincanını, cezvesini… her şeyini aldı. Döşeğinin arasına doldurup katladı. İplik çula sardı, omuzuna vurdu.
Kapı önünde Zaloğlu’yla karşılaştı. Duvarın dibine çömelmiş, başını yumruklan arasına almış ağlıyordu. Yasin Ağa’yı görünce ayağa kalktı.
– Nereye emmi? Nereye gidiyon Yâsin emmi?
Önüne geçti.
Yâsin Ağa uzaklara, taaa uzaklara baktı. Cenabıallahın dünyası Muzaffer Beyin çiftliğinden ibaret değildi ya! ,
– Geri dur Ramazan!
– Gitme emmi. Beni bırakıp gitme…
Ramazan’ı itip geçti. Birkaç adım attı, durdu:
– Burda neyin kaldı? El âlemin yüzüne nasıl bakacaksın? Damarlarındaki kan kurudu mu? Ayıp sana ayıp. Gülizar kadar olamıyorsun.
Çiftlikten çıktı. Bir boy gitti, gene durdu. Döndü. Yıllar yılı taşını, toprağını, ineğini, öküzünü, camızını, tavuğunu, horozunu, atını, itini ezberlediği, her karış toprağına emeği geçmiş belki de bir daha hiçbir zaman göremeyeceği yerlere son defa baktı.
İçi kabardı.
İşte nihayet, baba, dede yurdundan çok daha yakın bildiği yerlerden kovulmuştu. Elinde büyüyen, omuzunda gezdirdiği Muzaffer: “Cehennemin dibine kadar yolun var!” demişti.
Çukurova güneşinin yetmiş şu kadar yıldır yakıp kavurduğu, köseleye dönmüş yüzü bir an ateşte dağlarmışçasına kıpkırmızı kesildi. İki damla, yalnız iki iri damla yaş yanaklarından toprağa yuvarlandı. Ama kendini çabuk toplayarak, hınçla söylendi:
-Nerde haksız, adaletsiz, ırz düşmanı varsa, Allah kahhar ismiyle kahretsin!”
(Hanımın Çiftliği, 1961, s. 104-106)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL