Nihat Genç kimdir? hayatı ve eserleri: Trabzon-Maçka’da doğan Nihat Genç Ankara Üniversitesi, Hacettepe Sağlık Yüksek Okulu’nu bitirdi. Ankara Rehabilitasyon Merkezi’nde çalıştı. Uzun süre “Ülkücü” görüşü benimseyen Nihat Genç, Nazâm-ı Âlem, Töre, Doğuş, Hamle, Çete gibi dergilerde yazdı, onların kuruluş çalışmalarında bulundu.
Nihat Genç’in:
Dün Korkusu (1989),
Bu Çağın Soylusu (1991),
One Man Show(1992),
Dar Alanda Tufan (1993)
Soğuk Sabun (1994) adları ile beş romanı, ‘Oflu Hoca’nın Sohbetleri” ile Şeriatta Ayıp Yoktur (1996) adlı kitabı vardır.
One Man Showkitabının arka kapağına Mehmet Can Doğan’ın şu açıklamaları alınmış:
“Nihat Genç, Dün Korkusu ve Bu Çağın Soylusu adlı romanlarında hayatı tek başına yüklenmek zorunda kalan bireyin kurtuluşu için, klâsik roman anlayışının dışına çıkıp, yer ile gök arasında varoluş sorunu tek başına anlamlandırmaya çalışır.
1970-1980 arası dönemi anlattığı “Dün Korkusu”nda, alegorik bir yapının arkasında sunulan çocuk dünyasının masal anlatımı, şizofren bir kırılmaya uğrayıp hepimizi doygun bir estetik şaşkınlığına uğratır.
1980-90 arasını anlattığı “Bu Çağın Soylusu”nda ise toplumla hayatla, kurumlarla, entelektüel bir uğraşın, yoğunlaşmanın ve hepsinin “ne olduğunun” kavgasına girer. Nihat Genç, roman yapısı, dil, anlatım üzerine oldukça yeni ve bambaşka bir gerçekçiliği şizofren bir arka plânın coşkulu tekniğiyle örmeye çalışır.
One Man Show adlı kitabında ise bu yoğun atmosferden yorulmuş gibidir, medya dilini kullanıp herkesin rahatça girebileceği bir dünyanın içinden daha geniş okurlara seslenmek arzusunu alaylı bir şekilde hissederiz. Dün korkusunu yaşamış bir teröristin günlüğü haline gelmiş sosyal kinini yazar kimliğiyle gidermek ister; tıkanır ve küfrederek rahatlamaya çalışır, hepimiz gibi. ”
Mehmet Can Doğan’ın, bu üç roman üzerindeki “açıklama”larından fazla bir anlam çıkarabilmek imkânsız. Çünkü o her üç roman; (özellikle sonuncusu olan One Man Show) bir şey anlatmak değil anlatmamak, açıklanmak değil de anlaşılmamak iddiasıyla yazılmış romanlardır.
Belki Oğuz Atayın ve ona da ilham ve en Batılı, Latin Amerikalı “yeni romancılar”a ait “Postmodern söylemlerinin”, “Türkiye için iyi” bir denemesini yapmıştır. Gerçekten “manyaklar kulübünde”; gerçekten “şizofren özentisi içinde” “normali” ve aklı başında yaşayışı (hiç olmazsa espri yapmak kasdıyla) ayıplayarak roman, o sınırlara varmıştır. Çünkü Genç’e göre bu zıvanadan çıkmış, şaşkın, özentili^ gösterişli haksızlık dolu züppe toplumla uzlaşmanın veya uyum sağlamanın çaresi şu olabilir:
“İnsanlardan kopuk aşırı lükse düşkün kadınların ve bitkin, sakallı, kirli yakalı, militanların modası çoktan geçti. Hem zarif, hem çarpıcı aksesuarlarla uyum içinde bir bakış bul kendine… Üstündeki bu elbiseyle ve isminin önündeki unvanla herkesi kafalayabileceğin umudundan vazgeç. Yeni kuşaktan gençlerin ilgisini çek ve eğlenceli bir konu bul kendine. Eşcinselleri ve çevrecileri çok sevdiğinizi söyleyin. İletişim kurabilmeniz için neşeli sakin ve sade olmaya bakın… Zor ve çözülmez biri olmaya bakın, içinizdeki canavarı şişirin, o kadar. Sahte samimiyetler ve yapay dostluklardan şikâyet edin, ortak çok noktada buluşacaksınız. Dostluklarım en azından deneyeceğinizi söyleyin. Normal adam ayaklarını bırakınız. Deli olmaya karşı olmayın. Temiz kalbi eleştirin. Neyi söyleyebileceğinizi, neyi tartabileceğiniz, ani kişilik sanayiinin bütün ürünlerinden söz etmeniz gerekir.”(One Man Show, 1992, s. 12-13)
Yalnız bu parçaya bakarak, Nihat Genç’in dil ve cümle yapısı, istihzası (ironisi) her şeyi hafife alışı, topluma, insanlara “şeytanî” olmaya çalışan alaycı, yan bakışı, argosu, cümle düşüklükleri, nükteli (esprili) buluşları (herkesi kafalayabilmek, normal adam ayaklarını bırakmak, kişilik sanayii vs.) görebilirsiniz.
Yukarıdaki ve kitaptaki çok uzun cümlelere bakılırsa, “anlatıcı” şahsın üçüncü tekil kişiye “emir sjgası” ile seslenişinden, (kendine bakış bul… vazgeç vs.) hemen aynı paragrafta “…söyleyin… olmaya bâkın… edin… şişirin… bırakınız” tamuda çoğul üçüncü şahıs emir sigasına geçildiği görülmektedir.
Romanda, tek mi, birkaç mı olduğu ayırt edilemeyen “anlatıcı kişi” bir de onun kimisi adıyla, kimisi sıfatıyla söylenen tanıdıklarından başka “roman kişisi” pek görülmemektedir. Konu tayin edilemiyor. “Olay” yok gibidir.
Dünya görüşü, belki “nihilist” inkarcı, (birey üstündeki ve dışında iri bütün gerçekleri ve değerleri inkâr eden) boş-verici, küçümseyici ve çağımızdaki değerler buhranını anlatıcı olarak özetlenebilir.
Nihat Genç, hemen bütün çıkışlarını günlük veya yakında yaşanmış olaylardan veya beylik bilgilerden alıyor. Sonra onları, mantık dışı, soyut, “imgeli” kaygan bir zemine aktararak “gerçeküstüye yahut saçma”ya götürüyor. Hakikatten, samimiyetten, sevgiden ümidi kesmiş gibi. Her gün tekrarlanan, beylik hale gelmiş söz kalıpları ile alay ediyor. Anlamsız yenilikleri (“dil devrimi” gibi) ağır, argo ve galiz kelimelerle yeriyor:
‘Yapımına on bin yıl önce başlanan kelimeler… siyaset… sanat…
Komserim, bu betonarme milliyetçiliği Orta Asya’da bıraktık. Komserim, iklimi, toprağı sevmenin daha güzel bir adı olmalı. Komserim, Karagöz, hayatımızdan çekilip gizlenmiştir. Komserim, Abdülhamid, Meşrutiyetçiler, Atatürk, altmışlı yıllarda solcu aydınlar, gelenekçilerimiz, devletimiz, muhafazakârlarımız, Karagöz’ü geri getirmek istedi, getiremedi.” (s. 17)
Nihat Genç, yazının, matbaanın, basının kötüye kullanılışını, onu bayağılaştıran aydım (!) ustalıkla yere vuruyor. Çok yerde “saçmaya” “Şizofrene” vuran Nihat Genç, bazen eleştirilerinde açık ve üstün mantıkla konuşuyor
“Komserim, niçin hiç kimse yazma işini, önüne gelen herkesin sorgusuz sualsiz yapabileceğini görüp paniğe kapılmamıştır, siz ne dersiniz Komserim? Usta- çırak yetişmesi olmadan ahlâkî bir olgunlaşma, dünyayla ve kendinle hesaplaşma olmadan bu korkunç aletin rastgele kullanılabileceğini niçin hattatlarımız dışında dört yüz yılda, tek bir insan akıl edememiştir?”
“Komserim, Batı terbiyesiyle törpülenmiş bu götü boklu prens ve şövalyeler, Karagöz perdeye çıktığında Shakespeare gibi konuşmasını beklemiş durmuş… Sonra kültürden vazgeçip, iki yüz yıldır çeviri üstüne çeviri..” (s. 18)
Kitabın 66. sayfasında, İslâm’la hiçbir ilişiği kalmadığı halde “İnşallah! Allah’ın izniyle! Allah saklasın! Mübarek!” gibi dinî yemin, deyim ve sözleri kullanmaktan geri durmayanların, çelişkileri alaya almıyor. 69. sayfada ve çok yerde bollukla, kapitalist sistemle, ters anlaşılan demokrasi ile, siyasî tabularla, ekonomik projelerle eğleniliyor. Yine kitabın çok yerinde, “anlatı” halinde sağın ve solun, anarşi, terör, kavga hadiselerinden vak’a olarak söz ediliyor.
Nihat Genç’in roman dili zerine, yer yer konuştuk. Şunları da ekleyelim: “uydurukçaya” yüz vermeyen Genç, bugünkü dilden rahatsızdır. “İnsan bir taze kelime arıyor. Bu kelime bir başka asırda örülmüş, leşleri getirilmiş… Daha çok kelimenin kam akacak…” vs. güçlü buluşlarla, çok kısa ve güzel ifade edilmiş kınama, alay ve hikmetlere yer veriyor.
“İktidar kavgası yüzünden bütün kelimeler can çekişiyor.” “Sırtınızı döndüğünüzde kamyon gibi çıkıyorlar üstünüze…” “Eşitsizliğe, işsizliğe, şu sıkıntı veren boşluk gölgesi kelimelere hayır! Bu ilginç işte! yine cici ülkemizden söz ediyoruz. Bütün gece onun kurbağalaştırdığı yüz binlerin kulağına sızabilmek için olabildiğince basitliğin çömezliğini deniyorum.” (s. 67-68)
Nihat Genç, zengin dil, bol mecaz, nükte, istihza sahibi zeki ve meziyetli bir yazardır. Ferdî (bireysel) fantezinin, alayın, hicvin, “sapma, soyut, sürrealist, varoluşçu ” demlen özellikle hepsini toplayacak anlamda “postmodern” adı verilen büktün akımların imkân ve imkânsızlıklarından yararlanarak, kendi deyişiyle: “Ne yaptıklarım ve ne yapacaklarım bilmeyenlerin” romanını yazıyor. Aşağıya alacağımız bölüm, bu sözlerimizi daha fazla açıklayacak ve örnekleyecektir.
Not: “One Man Show”adlı bu “postmodern” romana yine postmodern bir yaklaşım tarzını görmek için.
(bk. Polemik dergisi, Ekim 1992)
One Man Show’dan bölümler
Padişahım, devlet ve basın sanatçılarına yardım elini uzatmıyor, özel sektörde üstüne düşen görevi yapmıyor, çok üzülüyoruz. Padişahım, bir zamanlar bu ülkede birkaç güzel Rumeli türküsü vardı. Padişahım, âyinin, semanın, mehterin, gülbankın, sarayın, savaşın tadı yok. Padişahım, senden sonra Rize’ye çay fidanları diktik Trabzon sahillerine fındık, Samsun’daki bataklıkları kuruttuk ve yüzlerce baraj yaptık Ankara’ya taşındık padişahım. Bizimkiler Avupa’ya çalışmaya gitti. Çoluk çocuk pikniğe gidiyorlar, televizyonları da şu Türkler’e bakın deyip, aşağılıyorlar. Çingeneleri ve köpekleri bir gemiyle gönderdiğin Marmaris ve Datça’ya Avrupa’dan çıplak kanlar geliyor padişahım. Onlara balık ve deri ceket satıyoruz. Mehter marşı dinletiyoruz. Beylerbeyi; Dolmabahçe, Topkapı saraylarında defileler düzenliyoruz padişahım. Bize demokrasiyi öğretenler krallarından vazgeçmiyor padişahım. Bu güzel ülkede yaşayan yetmiş iki rengin yetmişini kovdular padişahım. Diz çöküp, eteklerinden öperim padişahım. Bu etekleri de Topkapı saraylarında parayla kâfirlere gösteriyorlar padişahım. Gün geçtikçe binlerce yavşak, elinde binlerce sorunla televizyona çıkıyor padişahım. Mezar taşlarını yurt dışında satıyorlar padişahım. En soylu damarlarımıza çomak sokup oynuyorlar padişahım. Bir Yemen türküsüyle, bizleri yetim koydun ve gittin padişahım. Bu sosyal çiftlikle bizleri, kafası kopartılmış tavuklar gibi yemleyip, gübreliyorlar padişahım. Her şey kanşık padişahım. Bugün de yakalanmadım padişahım. Benim olmayan hafif hikâyeler yazıyorum padişahım. Benim olmayan hayatı konuşuyorum padişahım. Seni çok özledim padişahım. Bu hayat benim olsa, onun bunun koynuna atardım, Ferhatçılık oynamazdım. Benim olsa hayatım, rüzgâr gülünün ortasına iğne diye sokandım. Sihirbazlar kralını seyrettiğim çocukluğumun yazlık sinemasında uyur kalırdım. Cambaz boncuk gibi bir çuvalın içine girer, ipin ortasında şaklabanlık yapardım. Menekşe abla gibi, beyaz fırfırlı şemsiyemle her gün sokağa çıkar, Amerika’dan dönecek sevgilimi beklerdim, yirmi beş yıl.
Komserim, şansım yaver giderse, bir gün bu satırları ailecek okursunuz, inşallah. Bakın komserim, bakalım… Müslüman tüccarların siyasî varlığını korumak ve kollamak için efsunlaştırılmış aydınlarımızın muska kitaplarım okuyun, derim. Komik cemaatlerine açıklaması zor bir bağlılık yemini içmişlerdir. Niçin komserim? Bu insanlarla statükoya ve Batı uygarlığının kaba şablonuna karşı kör bir beraberlik içindedirler. Ve başka bir herhangi meselede anlaşamamaktadırlar, derim. Komserim, bu aydınlar çaresizlik içinde kilitlenmişliklerini açmak için; cesur olmayı, kitle kaybetmeyi, cemaatten kovulmayı, kâfir ilân edilmeyi, abur cubur soru sormayı göze alamamaktadır. Komserim, sonunda Zağa, tornacıda çalışmaya başladı. Her akşam cımbızla gözünden demir kıymıkları kendi çıkarıyor. Komserim, bu aydınlar, yalnızlaşmayı, kimsesizleşmeyi, ideolojiksizleşmeyi, okuyucusuzlaşmayı, cemaatsizleşmeyi, göze alamamaktadır. Allah ’tan başka, korkusu olmayan bu aydınlar, ideoloik müritlerden, Müslüman tüccarlardan korkmaktadır, derim. Her iğrenç kitap ve slogan genç neslin göz bebeklerine demir kıymıkları gibi saplanıyor, derim. Komserim, bu ideolojik kitle canavarlarının tezgâhına düşen herkes, onların pazar şansını artırmakta ve siyasî yönelişlerini abartmakta kullanılırlar. Çünkü para onlarda, kitap satışları onlarda, ‘“Müslüman olma“ onlarda, İlahî cımbız onlarda derim. Komserim, sağ iktidarlar hegemonyası, şeyhlerin, cemaat liderlerinin, yani sun’î kitle canavarlarının göze alamadıkları değişme… modernizm gibi şeytanlığı üstlenmekte, bu canavarların baş- kaldıran, direnen sahte dava adamlığı kimliği zeval görmeden, ışıl ışıl yerinde durmaktadır, derim. Devran budur, ayranım sudur komserim. Değişmeyi ve modernizmi zorunlu kılan siyasî yöneticileri güya ustaca taşlayarak, siyasî iktidarı bir gün ele geçirme potansiyellerini ayakta tuttuklarını sanan ve sandıran oyunların içinde, yiyip, içip, gerinip, eğlenip, gitmektedirler komserim. Kitlenin cebinden paralar alınarak kendi eklam filmlerinde ağlayarak, müminler mümini coşup ağlama törenleri düzenleyerek, bu potansiyel varsayımı din haline getirmişlerdir. Komserim, komserciğim, işte bu varsayılan dinin rahatlığı içinde, mutmain balinalar gibi, bazen görünüp bazen tutuklanıp, ömür boyu sefalar sürmektedirler. Olan bize olmaktadır komserim. Komserciğim, bu aydınlar, sırtlarına yerleştirdikleri sülükler ordusundan kurtulmak istememektedir… yazdıkları şeylerin, posa, küspe, çöp olduğunu anlamamakta, bu kandırmaca hastalan, Batıdan daha Batılı olduklarına inanmak istememektedirler… Ler, ler, komserim, gün olur devran döner komserim, bizler ne güne duruyoruz komserim…
Lütfen yerlerinize oturun ve kemerlerinizi sıkıca bağlayın… Ülkemdeki demokratikleşmeyi fırsat bilip, şeffaflık politikasına ayak uydurup, gizli kalmış gerçeklerimi gün ışığına çıkartacağım. Solcu yazarların kaybolduğu şu günlerde, aşağılardaki yalnızlığımı sade ve sakin bir şekilde kurcalayacağım. İlkokul hayatım boyunca bir kez bile yirmi üç nisana alınmayışının hesabım soracağım. Niçin ayı kardeş, tavşan kardeş, prens yapılmadığımı, niçin iki siyah önlüklü Gofi ve benim en arka sırada göze hoş görünmediğimizi, niçin valinin önünden geçerken yürüyüş kolundan çıkarıldığımızı, niçin kalabalığın içine salıverildiğimizi yirmi beş yıl sonra merak edeceğim. Sevgili ülkem, bir yıldız bir kahraman olmamı göze alamadı. Belki de çok meşguldü. Bu yüzden bir çok politik sorun çıkardığımı, ülkemle çok sıkı bir ilişkiye mecbur olduğumu her zaman sıkı bir dayak yediğimi, uzun uzun anlatacağım. Yalan söylemeyi beceremeyen serseri çocuk unvanını ele geçirmek için hep felsefe okuyacağım. Biliyorsunuz, Atatürk büstünü*süslemek zengin çocuklarının ayrıcalıklı görevidir. Bir gece evvelden yüksek bahçe duvarlarım aşıp, kucak dolusu,rengârenk çiçekler çalıp okula gelirdik. Tehlikeyi göze alarak gerçeği aşabileceğim düşüncesi bugün de varlığını koruyor. Dokunulmazlığı olan zengin çocuklarının buna tahammül etmesi mümkün değildir. Şikâyet ediliriz, nereden çaldığımız sorulur, dayak yeriz ve on kasımın ruhuna uygun ağlarız. Neden kendimizi dış dünyaya bu kadar fazla kaptırmıştık. Herkesin yaptığım yapmanın karakterimizin en zayıf noktası olduğunu o çocuk günler bilmiyordu. Kendimizi çocuk sanarak ilk büyük tuzağımıza düşmüştük. Çünkü toplum suçluları, görüntüye girebilmek için de çalar. Doğamıza yakın bir kıyı bulabilmek için didindik durduk, bir ömür boyu ne ülkemizin bize, ne bizim bir psikoloğa ihtiyacımız oldu.
Dışarı fazla şeyler öğretir. Aptal sınavlara ve hayatınıza çalışmak zoruna kalmazsınız. Gurur duyulan bir yer için, yani gururumuz, kendi başının çaresine bakabilmek için kötü bir çakı bıçağı taşımayı ihmal etmez. Şimdiyse, haklı çıkabilmem için, duygularımın dökümünü mucizeler yaratarak vermek zorundayım. Valinin önünden geçemeyenler, buraya, bu saflara gelin. Lütfen yerlerinize oturun ve kemerlerinizi sıkıca bağlayın. Valinin önünden geçenler, kazasız belasız bir servet kazandılar ve hayat onlar için sürpriz olmadı. Güzel ülkem, onların yan kuruluşu oldu. Öğretmenim, müdürüm, ülkem, onlarla haklı bir gurur duyup; geleceklerini, televizyonda gazetelerde binlerce kez tartıştılar. İdeolojiler öldü. Aptal gerçekçiler, lezbiyen, eşcinsel hikâyeleri anlatıyorlar. Benim durumum, beni adam edecek bir kışkırtma plânlıyor. Yerli malı haftasında herkesin önünde, nar, şeftali, muzlar olurdu. Öğretmenin nazik ve sessiz baş hareketleri, sıramıza iki kuru fındığın konmasını sağlardı. Çocuklar, çabucak ve şapırdatarak ve damlatarak yer bitirir. Bizse, bu iki fındığı kırabilmek için tepinir dururduk. Kışkırtma bir meydan okumaya dönüşsün diye. Suç unsurlarından hoşlanalım diye… Bu boğa güreşinde anamız bizi kırmızı doğurmuştu. Suç unsurları ruhun temizleyicileri olmuşlardı. Şu bizim mütevazı arenamız, dinlenme, eğlenme alanı olmuştu. Çocuklar neşeli yüzlerle annelerine aldıkları hoş sürprizlerin hikâyelerini anlatıyorlar. Öğretmen birden dönüp, “siz ne aldınız?” dedi. Başımızı yere eğdik. Sonra öğretmen bir nutuk çekti: “Çocuklar, arkadaşlarınız da annelerinin elini öpüp, gönlünü aldı!” Anneme bu nutku almak istememiştim. Zırlama şansına sahip olmayan çocukların yüzü on beşine varmadan goruk üzüm, incir gibi olurdu. Bu insan avcılarının adı öğretmendi. Öfkemi kabartmak için beş bine kadar saydım, oysa, tam üç binle üç bin beş yüz arası zil çalması gerekirdi. Siz bilemezsiniz, zamanı kotlamayı öğrenen çocuklar, dalında büzülür, kırışır. Nutuk ise bir sevgi gösterisidir. Gösteri günleri bankaların verdiği küçük cep ajandalarında yazılıdır. O günlerde sahilde teknelerin adlarını okuyarak dersinize çalışabilirsiniz. Teknelerin en güzel yanının, orada tanıdık kimse ve kapılarının olmadığının olduğunu öğrenirsiniz. Çocukluğumun süper starlarından biri, bizim mahalleden bahriyeli olmuş Mangal Kâzım’dı. Gemiyle Amerika’yı, Afrika’yı, İtalya’yı gezdikten sora, yani askerliğin ertesi günü, yerden beş merdiven yerin altında tamirci dükkânına girdi. O gün bugün orada.. Oysa deniz, insana, yeryüzünün soylu bir yönünü öğretir: Üstündesin. Ve sevgi gösterileri insanın maceracı ruhunu kamçılar. Okul aile birliğinin aldığı önlükler okulun ön salonunda törenle giydirileceği gün, Sinbad-Alibaba-Alaaddin filmine kaçtım. Ertesi gün de bu faciadan kıl payı kurtulamazım. Bütün şehirde ayırt edilebilir parlak kumaş gün gibi ortada Hayatınızda bir kere olsun, çok nazik bir şekilde kabul etmemek şansına sahip değilsinizdir. Susmak ve kabul etmek yasadır. Mutlu görünmek, başını yere eğmek teşekkür ederim gibisinden davranmak zorunludur. Bu baş bir kere yere eğildi mi ömür boyu o başın çaresine bakmak zorundasınız. Orta atlasta bulduğum Muğla’nın Ula kazasına kaçmak fikrini burada edindim. Limandan sağanak altında kalmış bir fare, gelip giden gemileri, denizleri, atlasları seyrediyor. Bu hayvanların hepsinden çok sosyoloji, hepsinden çok eğitim felsefesi okudum. Ve siz, bu ülkede yaşayanlar hiçbiriniz, bugüne değin, yoksul çocukların yazılı ve kompozisyon kâğıtlarında kırmızı kalemle yanlışların altının çizildiğini, zengin çocukların, kırmızı kalemle, doğrularının çizildiğini bilemezsiniz. Biz, daha az yanlış için asker oluruz. Onlar daha ukala doğru için şımarık ve küstah olurlar. Bizi kırmızı kalemle adam etmeye çalışanların bilinç altlarında, kırmızı kalemden daha büyük köreltme, yıldırma, başını öne eğdirme politikası yoktur. Bu süslü kadınlar, bize mutluluk kazığı atmak için gönüllüdürler. Yutkunan bir güler yüzle, yüzünüz seyredilecek ve kirletilecektir. Ben de fena susmuyordum. Rakibime boşalma ve hayatının anlamını bulma şansı veriyordum. Şaşkınlık veren bir durum daha oluyor sonra: Alelacele eteğindeki tozu siliyormuş gibi başınız okşanır. Bu garip, sümüklü, teşekkürlü özür için, onlara bu fırsatı vermek için, bu dünyada bulunuyoruz. Çünkü onlar, hayatlarında bir kez olsun, hiçbir şeyi anlayışımıza bırakmamışlardır. Parlak üniformam yüzünden, okulun dillere destan kızı Oy a,’ya sessiz bir şekilde de olsa âşık olma şansımı kaybetmiştim. Gofi, mile oynayıp, bütün sınıfla birlikte gidilecek “Ayşecik” filmi için parayı bulmuştu ve beni açıkta bırakmıştı. Okulda parayı getiremeyen bir ben kalmıştım. Sonunda yakalandım ve Oya’yla birlikte öğretmenler odasında ağlaştık. “Öğretmenim işte bu çocuk parayı vermiyor/” dedi. Oya’nın üniformamı göz işaretiyle anlama süresi doldu ve derse alınmayıp bahçeye çıkarıldım. Bir çakı bıçağı bulup, ağacın kamını oydum. On beş yıl sonra okulun önünden geçerken, bu oyuğun izlerinde Oya’ya tecavüz plânlan buldum. Oysa ben sahtekârdım. Çünkü hayatım boyunca Oya’yı bulabilmek için uğraştım. Oyaya yolda bir araba çarpacak ve ben uçarak onu kurtaracağım. Bu aptal hayâllerim yüzünden Türk filmleri çok haklıydı.
Öğretmen çocuklara, büyüyünce ne olacaklarını sordu. Çocuklar “pilot” diye cevapladı. Öğretmen genel isteğe uygun olarak, uçmanın, havaların, uçağın, mühendisliğin güzelliklerinden konuştu. Sorgulama kazasız belasız çabucak bitsin diye biz de hemen “pilot” olacağımızı söyledik. Bu sefer öğretmen, hemşireliğin, öğretmenliğin, muhasebeciliğin, polisliğin ne kadar onurlu bir meslek olduğunu anlatmaya koyuldu. Gofiyle yeni işimizi kurabilmek, dört-beş seneye mal oldu: Kelebek aynalarını ve cant kapaklarını söküp, sanayide satmak. Sonunda bir çok politik aşamadan geçtim, yine de yaşamımın tümünü ele geçiremedim. Yazmaya başlayan insan, kendinden emekli olmuş demek değildir. Sadece yaralarım yüzünden mikrop saçmaya çalışıyorum. Oysa bütün aşıları olmuştum; tıbbî ve yasal. Aşı geldiğinde en çok korkan bendim, ama, en. ön sıraya geçerdim. Bu zamanla toplumsal bir sorumluluk haline geldi. Ne zaman aşı gelse, öğretmen beni, ya da Gofi’yi tutar, en ön sıraya geçirir, diğer çocuklara cesaret gelsin diye. Aslında bu davranışımız alkışlanır ama bir kere köşeye sıkışmıştık. Oysa, iğneci, dengeyi ve istikran bulduktan sonra iğneyi yaptırmak daha akıllıca değil mi? Bu politikada ve piyasada da böyledir. Emekli olur olmaz sünnetçiliğe başlayacak bir adam, ha- yatının ilk sünnetini tam aradığı çocuğun üzerinde denemeye kalktı. Yıllardır anneme, “Emekli olayım, senin çocuklan ben sünnet edeceğim” derdi. Adam emekli olmasın diye, mezarlıktaki büyük selvilerin altında yatsılara kadar Tanrı’ya boşuna yalvardım. Annem bir gün pencereden,“Emekli olacaksan ol, çocuklar eş- şek kadar oldu!” diye bağırdı. Adam makasla kesti. Ve tam üç kırtla. Yani, kırt- kırt-kırt. Sargılar bir ay bela oldu. Her sargı çözüldüğünde bağırtım göklere çıkıyordu. Bir ay sonra bir kadın, anneme, “Hanım,zeytinyağı damlat” dedi. Zeytinyağı damlatılınca sargı kendiliğinden düştü. Anladım ki, üçüncü dünyanın, üçüncü ülkesinde yaşanıyor bu hikâye. Bir aylık acı nafileymiş. Adamın pul makası kullandığından ise hâlâ eminim. Çok özel de olsa, sorun sorundur. Kız arkadaşınıza hadi gel pul kolleksiyonumu göstereyim, diye bir espri vardı. Ben bu espri yüzünden kendi tırtıllı sorunumun evrensel olduğunu sanırdım. Ülkemdeki açıklık politikasına kendimi fazla kaptırıp, köşe tırmıklarını, detayları, kelimelerle ancak bu kadar anlatabilirim. Bu muhteşem aptallık yüzünden geleneklerimden paniğe kapıldım.
(One Man Show, 1992, s. 25-33)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL