MONOPOL Bk. Tekel MONROE DOKTRİNİ
Amerika’yı askerî ve
siyasî bakımdan Avrupa kuvvetler dengesi dışında tutmaya çalışan dış politika
stratejisi. ABD’nin 5. Başkanı James Monroc’nun 2 Aralık 1823’de Amerikan
kongresine gönderdiği mesajda yer alan ve ilkeleri belirlenen bu strateji,
Amerikan dış politikasında Mon-roe Doktrini adını aldı. Doktrine göre
“ABD, Avrupa’nın işlerine karışmamak-
taydı”,
“Avrupa ile hiçbir politik ilgisi yoktu ve Avrupa’nın içişlerine de
karışmayacaktı.” Buna karşılık “Avrupa devletleri de Amerika
kıtasının içişlerine karışmamalı ve Amerika kıtasından uzak
durmah”ydi-lar. “Amerika’nın bu isteğine rağmen, eğer herhangi bir
Avrupa devleti Amerika kıtalarına ayak basar ve bu kıtalarda bir sömürgecilik
teşebbüsünde bulunursa, ABD bu hareketi düşmanca bir hareket sayacak ve Avrupa
devletleri ABD’yi karşısında bulacak” ti.
Monroe Doktrini, ilk
bakışta bir Amerikan izolasyonİzm’İ gibi bir izlenim veriyorsa da, bu
“coğrafi, kültürel veya iktisadi bir yalnızlık” değildi ve gündemde
de böyle bir şey hiçbir zaman yer almamıştı. Bu doktrin yalnızca askeri bir
stratejiydi. ABD, arka planda pasif bir yayılma harekelini sürdürmüş, açık
kapı politikası ‘m desteklemiş; Çin ve Japon limanlarını 1854’de donanma
toplarının tehdidiyle Amerikan tacirlerine açtırmıştı. Asıl amaç, bu politika
çerçevesinde diğer Amerika kıtasındaki devletlerle ilişkileri daha da
geliştirmek, buna karşılık kendisinin bulunduğu konuma tehlike olabilecek
Avrupa’lı devletlerin faaliyetlerini engellemek, Amerika kıtasında tek başına
söz sahibi olmaktı.
Monroe Doktrini,
birkaç evreden geçti. Ortaya çıkışından sonra, aşağı yukarı 20 yıl doktrinin
taşıdığı mesaja pek fazla önem verilmedi. Ancak Texas’m ABD’ye katılmasını
önlemeye çalışan İngiltere ve Fransa’nın politik manevralarının etkili olmaya
başlaması, İngiltere’nin Orcgon ve Kaliforniya üstündeki amaçlarını
gerçekleştirmeye çalışması üzerine, 2 Aralık 1840’da yayınlanan bir
bildirgeyle Monroe Doktrini tekrar ele alındı. 1848’dc bildiri İngiltere ve
İspanya’ya karŞ’
yeniden silah olarak kullanıldı. 1850’lerin sonuna doğru Monroe’nun bildirisi
daha da büyük bir önem kazandı. “Milli bir dogma” haline geldi ve
“doktrin” olarak görüldü, yücetildi. Üstelik bu doktrini artık
yabancı ülkeler de tanımaya başlamışlardı. İspanya 1861’de Dominik Cumhuriyeti
üstündeki hakimiyetini yeniden ileri sürünce, Monroe Doktrini İle karşılaştı.
1870’den sonra ise, doktrin daha liberal bir şekilde yorumlanmaya başlandı.
1870’dcki tebliğ ile Monroe Doktrini iyice açıklığa kavuşturuldu. Bu
açıklamalardan sonra, “yalnız Avrupa devletlerinin toprak edinmeleri”
doktrine aykırı sayıldı. Bir Fransız grubunun 1880’lcrin başında Panama
Kanalı’nı açma teşebbüsünü önlemek, bu kanalın ancak ABD’nin garantisiyle yapılabileceğini
belirtmek için Monroe Doktrini’ndcn sık sık söz edildi. ABD’nin 1895’de İngiliz
Guinea’sı ile Bolivya arasındaki anlaşmazlığa karışması, Büyük Britanya’yı kuvvet
kullanmaktan vazgeçmeye ve hakeme başvurmaya mecbur bıraktı. Dolayısıyla
Monroe Doktrini görevini bir kez daha yapmış oldu. 1902’de Venezuela’mn
İngiltere, Almanya ve İtalya tarafından kuşatıldığı görüldü. Amerikan kamuoyu
buna Şiddetle karşı çıktı ve Monroe Doktrini’ni ileri sürdü. İngiliz devlet
adamları bu kamuoyu baskısı karşısında Monroe Doktrini’ni kabul ettiler.
Ancak Almanya buna yanaşmadı. Başkan Roosvelt 1940’daki bildirisinde,
“kimi gelişmelerin Batı yan küresinde güçlü bir ülkenin harekete
geçmesine yol açtığım ve Monroe Doktrininin ışığı altında bu ülkenin ABD
olabileceğini” belirtti. 1919’da Monroe Doktrini, Paris’te hazırlanan
Milletler Cemiyeti antlaşmasıyla yeniden gündeme geldi. Barış antlaşmasına,
doktrin ile ilgili
şartlar konulması üstünde ısrarla duruldu. Müphem bir şekilde de olsa, Monroe
Doktrini’ni koruyan bir hükme yer verildi.
Bu arada, Latin
Amerika’da Monroe Doktrini sanıldığı gibi memnunlukla karşılanmadı. ABD’nin
asıl emellerini sezen Latin Amerika ülkeleri bu doktrini endişeyle ve
kızgınlıkla karşıladılar. Latin Amerika ülkeleri, bu bildiriyle Avrupa
saldırısından çok, ABD’nin müdahalesinden ürkmeye başladılar ve bu ülkelerde
Amerikan egemenliğine karşı muhalefet gittiçe güçlenmeye başladı. Bunu
farkeden ABD, Monroe Doktrini’ni daha muhafazakarca yorumlamak ve savunma
ilkesine dayandırmak zorunda kaldı. Ancak Almanya’da Adolf Hitler’in iktidara
gelmesi, Monroe Doktrini’ne yeniden anlam kazandırdı. 1947’de Rio de Janeiro’da
imzalanan Amerika ülkeleri arası karşılıklı yardım anlaşmasında, “bir
Amerikan ülkesine karşı gİri-Şİlen saldırının şiddetle karşılanacağı” kabul
edildi. Böylece Monroe Doktrini daha da geniş bir anlama sahip kılındı. Ancak
1. ve 2. Dünya Savaşlan’ndan sonra, değişen gelişmeler karşısında çıkarlarını
gözönüne alan ABD, bu politika stratejisinden vazgeçti. Çünkü artık sözü geçen
bir dünya devleti olmuş ve milletlerarası politikada birinci plana yerleşmişti.
Amerikan dış
politikasında Monroe Doktrini adını alan bu dış politika stratejisinin
sonucunda, Avrupa devletleri sömürge alanlarının büyük bir kısmını Amerika’ya
terketmek zorunda kaldılar. Her ne kadar Latin Amerika ülkeleri
bağımsızlıklarını kazanmış gibi göründülerse de, aslında yan sömürge durumundan
kurtulamadılar.
ABD’nin dolaylı ve
dolaysız İktisadi, askeri ve siyasi gücüne boyun eğmek zorunda kaldılar.
Politikada, askeri alanda ve ekonomide kendinden daha ileri bir Avrupa görmek
istemeyen ABD, Monroe Doktrini ile Avrupa’nın bu gücünü kırıp pek çok yerdeki
kuvvet boşluklarından yararlandı; her türlü fırsatı değerlendirip kendini
güçlendirdi. Hawaü, Guam ve Filipinleri kolaylıkla ele geçirdi. Çin ve
Japonya’ya kaba kuvvetle etkilerde bulundu. 1934’dc Milletler Cemi-yeti’nden
çekilen Japonya, Monroe Doktri-ni’nîn etkisinde kaldı ve Asya’nın Monroe
Doklrini’ni ortaya attı. Japonya’ya göre “Asya Asya’lılann”dı. Benzer
bir etkilenme de daha sonraları Afrika’da görüldü ve Afri-ka’hlar “Afrika
Afrikalılarındır” sözünü sloganlaştırdılar.
Adem KANDEMİR