Mehmet Niyazi Özdemir kimdir? Hayatı ve eserleri: Kitaplarında, yazılarında Mehmet Niyazi adını kullanan yazar, Sakarya’nın Akyazı ilçesinde doğmuş… İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini (1967) bitirmiştir. İlim meraklısı yazar, daha sonra Almanya’nın Köln şehrinde Türk Hukukunda Hürriyetler konusunda doktora yapmıştır. Hâlen, serbest yazar olarak köşe yazılan, araştırma eserleri ve romanlar kaleme almaktadır.
1970’lerden beri romanları ile tanınan Mehmet Niyazi Özdemir milliyetçilik, hukuk ve Türk – İslâm tarihinde derinleşen düşünce eserleri ile de ünlüdür. Bunlar:
Millet ve Milliyetçilik (1979), İslâm Devlet Felsefesi (1989), Medeniyet Ülkesini Arıyor (1992), Türk Devlet Felsefesi (1993)’dir.
Mehmet Niyazi Özdemir ’in, bir deneme olarak kalan tek hikâye kitabı “Bayram Hediyesi’ (1991)’dir. Bugüne kadar çıkardığı romanları ise:
Ölüm Daha Güzeldi (1982), Varolmak Kavgası (1969), Yazılamamış Destanlar (1991), Çağımızın Âşıkları (1977), İki Dünya Arasında (1992), Çanakkale Mahşeri (1998)’dir.
Mehmet Niyazi Özdemir, romanlarının konularını, incelemelere ve bazen de kendisine anlatılan gerçek vak’alara dayandırıyor. Bütün eserlerinde roman sanatından ve üslûp endişesinden daha çok millî duygularımıza dayalı idealist (ülkücü) telkin ve savunmaları ön safta tutuyor. Romanlarda olayı anlatırken kendi düşünce ve duygularından yana ağırlık koyuyor. Tarafsız davranamıyor, çok yönlü olamıyor, karşı fikre ve karşı eyleme, hayat ve hareket hakkı tanımıyor. Her eserinde, kendi sevdiği taraf ululanmakta, görüşlerine zıt veya hasım bilindiği taraf ise tamamıyla haksızdır; çok defa kaleme alınmaya bile değmemektedir.
Demek ki Mehmet Niyazi Özdemir, memleketini çok seven, yakın tarihin şahsiyetleri arasında beğendikleri ve sevmedikleri bulunan, milleti için fedakârlık edenleri kaleminin bütün gücüyle öven, aksi tutumda farzettiklerini yerden yere vuran milliyetçi bir kalemdir. Mehmet Niyazi Özdemir bir destancıdır. Nitekim, çok büyük vatan hizmetleri olduğu halde haksızlığa ve resmî tarihin kahrına uğratılarak unutulmuş nice seçkin Türk kahramanına karşı, hepimizin millî minnet borcu ödeyen eserine Yazılamamış Destanlar adını vermiştir. O zamanki “otoritelerin” istememesine rağmen, Edirne’nin, Bulgar’lardan kahramanca geri alınmasını (istirdadını) sağlayan yiğit insanlarımızı anlatan bu eserin, daha birkaç ciltlik muhtevayla devam edecek
Kahramanları tarihî kişiler olan, yüce hizmetleri, maalesef, biz Cumhuriyet nesillerinden gizlenen, gözünü budaktan esirgemez, Müslüman Türk yiğitlerle beraber, tarihimizin acılarla dolu bir dönemini anlatan “Yazılamamış DestanIar”ı, Mehmet Niyazi Özdemir ’in en değerli eseri olarak aşağıda tanıtacağız. Ondan önce, öbür romanlarından kısaca söz edelim:
Mehmet Niyazi Özdemir Romanları
Önce bütün eserlerinde ortak özellik, Mehmet Niyazi Özdemir ’in, yakın tarihimize olan merakı, onun doğrularını kurcalama ve onu dûçar edildiği resmî yalanlardan arıtma gayretidir. Nitekim yazar, kişileri (fertleri) anlatırken dahi, onları bir tarih atmosferi içinde ele alır. Bu kahramanlarını yaşadıkları zamanın öbür kahramanları ve tarihî kişileriyle mukayeseli bir tarzda anlatır. Meselâ Varolmak Kavgası ’nda, İmam Hatip okulunu bitiren bir gencin, küçük bir Anadolu kasabasındaki maceralarını, milletinin geçmişi ve geleceğini yansıtan hacimde ele almaktadır. Her eserinde olduğu gibi bu romanda da Niyazi, olayların gidişatına müdahale etmekten kendini alamamakta; acı, tatlı fakat doğru bildiği yönü onlara vermektedir.
Mehmet Niyazi Özdemir ‘inBir Sevda Hikâyesi, romanında, yine bir Türk gencinin, Alman kızı ile sıcak aşk macerası, iki genç etrafında, iki milletin karakterleri derinleştirilerek anlatılmaktadır. Bu eser, yazarın, Almanya’da uzun bir süre kalmasının ve Alman tarihinin Alman gençlerine verilen ülküleri de iyi tanınmasının belirtilerini taşımaktadır. “Bir Sevda Hikâyesi” yazarın daha önce taslak halinde yazdığı “Çağımızın Aşkları”, romanının genişletilmiş, olgunlaştırılmış şeklidir.
Ölüm Daha Güzeldi, romanı, esasta, Mehmet Niyazi Özdemir ‘in esir Azerbaycan üzerindeki derin acılarını, oradaki Rus zulmünü ve esirlerin kara zindan hayatlarını dile getirmek için yazılmıştır. Önce kahraman annesi Zeynep hanımla Türkiye’ye kaçmaya tevessül eden; yakalanıp anası öldürülen (babası esasen şehit, kızkardeşi Hatun mazlûm) Tahir Mihmandarlının, diğer bazı Türklerle beraber, dayanılmaz Sibirya, kamp ve zindan yaşayışları, bu romanda dile getirilmektedir. Yazarın, bu roman olayını hakikî kişilerinden dinleyip yazdığı söylenir. Doğrudur Azerbaycan’da, Bulgaristan ve Yunanistan’da, buna benzer büyük bir eziyet ve felâketlerden sonra Türkiye’ye kaçabilip yaşamakta olanlar çok görülmüştür. Bu eser, şüphesiz gerçeklere dayanıyor, fakat “roman gerçeği” dediğimiz, sanat özelliklerini, bir romanda bulabilmek, edebiyat araştırıcıları için daha önemlidir.
Yazılamamış Destanlar – Mehmet Niyazi Özdemir
“ Yazılamamış Destanlar” adının da ifade ettiği gibi tarih-roman-destan karması bir eserdir. Yakın tarihimizde maalesef kasten unutturulmuş hatta haksız yere karalanmış Said Nursî, Kuşçubaşı Eşref Bey, (bir bakıma) Enver Paşa gibi seçkin ve fedakâr vatan evlâtlarını, pırıl pırıl hizmetleri ile araştırıp ortaya koyuşu bakımından, tarihimize de ışık tutuyor. Tabiî, tarihî kişilerin gerçek hizmet ve yiğitliklerini, hiç toz kondurmayan övgülerle donattığı için eser tarihten de romandan da öte, bir destan oluveriyor.
Balkan Harbinde (1912), Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sonucu, birleşen Balkan kavimleri (ki bugün birbirlerini yiyorlar) zayıf düşen Türklüğün üzerine çullanıp Rusların ve ötekilerin yardımı ile Çatalca’ya kadar gelmişlerdi. Bu mağlubiyetin acı sebeplerinden birisi, ordudaki subayların İttihatçı-İtilâfçı diye ikiye bölünmüş olmaları idi.
Balkan Harbindeki yenilgimizin acılarını güçlü şiirler halinde Mehmet Akif in (Safahat’ın üçüncü Kitabı) Hakkın Sesleri’nden okumalıyız. Bulgarlar Rusların korunmasında Çatalca’ya kadar gelmiş, İstanbul bile tehlikeye düşmüştü. O kara günlerde “Düvel-i Muazzama” denil em büyük devletler, İstanbul’u bize bırakmaya karşılık bütün Rumeli (Trakya) topraklarımızı Bulgar ve Sırplara ve zaten oralarda oturan Rumlara peşkeş çekmişlerdi. Kendilerince “Enez-Midye” hattını düşmanlarımıza karşı, sözde sınır koymuşlardı, ama Bulgarlar, Muratlı’ya kadar girmekten geri durmuyorlardı.
Kan ağlayan Türk-Müslüman halkının ırzı, canı ve malı Bulgar çetelerin keyfine bırakılmıştı. Bu görülmemiş faciaları Avrupa, âdeta teşvik ediyor, hükümetimizin elinden ise hiçbir şey gelmiyordu.
600 yıllık devletimizin ikinci payitahtı, Rumeli Serhaddi ve Selimiye’nin, İslâmî en yüksek mimârî zirveleriyle gösteren yuvası Edirne’nin işgali milletimize en büyük gönül yarası idi. Tarihin inanılmaz vahşetlerini, o nazenin şehre uygulayan Bulgarlar, Rusların da yardım ve teşvikleriyle orayı bırakmak niyetinden uzaktılar…
Pek tabiî, orduda da sinirlenmeler, alıp yürüyordu. Hükümetin acz içinde oluşu, hiçbir şekilde hazmedilemiyordu.
Nitekim bu yüzden “Bâbıâli Baskım” yapıldı. Nâzım Paşa vuruldu. Kâmil Paşa istifa ettirildi. İttihatçılar, iktidarı aldılar. Ne var ki büyük devletlerin tehditleri onları da korkutarak hareketsiz bırakıyordu.
Bu şartlar altında Edirne’yi geri alıp bütün Trakya’yı kurtarmak görevi, sadece ve hükümete rağmen, kahraman gözü pek subaylarımıza ve inançlı vatanseverlere kalmıştı. Nitekim bu Kurtuluş, başta:
Kuşçubaşı Eşref Bey, Süleyman Askeri, Said Nursî, Mamaka, Müşir Deli Fuad Paşa, Cihangiroğlu, Selim Sami gibi kahramanların, yüce feragat destanı olan gayretleriyle sağlanmıştı. Onlar, Muratlı’dan başlayarak, Edirne’ye ve ötelerine doğru zafer dolu büyük sefere çıkmış, Trakya’yı, köy köy, şehir şehir, kirli düşmanlardan temizlemişlerdi. Said Nursî’nin muhteşem dinî telkinleri ve Kuşçubaşı’nın inanılmaz atılımları ile sağlanan bu zafere, (gönülden istese bile) İttihat Terakki hükümetinin taraftar olmadığını söylemiştik. Çünkü, büyük devletlerin ve özellikle Rusların, İstanbul’u işgal ettireceklerine dair tehditleri devam etmekte idi.
İttihatçıların söz sahibi üç şefinden Cemal Paşa, bu kurtarış cihadına açıkça karşı koymaktadır. Talât Paşa, vaziyeti idare ediyor. Yalnız, gözü pek Enver Paşa’dır ki Eşref Kuşçubaşı’yı, gücü yettiğince desteklemektedir.
Neticede: Roman bir destan şekline konularak, acıklı olduğu kadar da şanlı bir zaman dilimi, edebiyatımızda ve tarihimizde (maalesef) ilk defa, anlatılmış oluyor.
Az bilinen bu gerçek, önceleri Trablusgarb direnişinde, sonra Balkan ve I. Cihan Harblerinde büyük yararlıklar gösteren Kuşçubaşı Eşref Bey’in dirayet, gözü peklik ve azimle Edirne’yi kurtarmış olduğudur. Onun yanısıra Said Nursî’yi de görüyoruz. Eşsiz din âlimi ve aynı zamanda çağımızın ön saftaki “müçtehidi” olan bu zat, Trakya’nın kurtuluşunda, kumandanların yanı başında bulunmuş, onların danıştığı ve “harb fenni”ni de çok iyi bilen bir maneviyet öncüsüdür. Nursî’nin bu savaşta, aynı zamanda Van birliklerinin başında olduğu da unutulmamalıdır. Öbür ittihatçı liderlerin iyi niyet ve gayretlerine rağmen, Edirne’nin kurtarılışında, Kuşçubaşı ve arkadaşlarına en büyük yardımı sağlayan (bu yüce kurtuluş mücadelesinin içerden baltalanmasını önleyen) biricik resmî sıfatlı zat ise, devrin Harbiye nazın Enver Paşa’dır.
Balkan savaşı yenilgisinden sonra Edirne’nin kurtarılışı, Türklüğün bu sayede, Avrupa’da kalışı ve “Misâk-ı Milli’ hudutlarının böylece çizilişi, İstiklâl Harbimizde, İzmir’in kurtarılışı kadar büyük önem ve değer taşımaktadır. Bu dahi, o zamanki İstanbul hükümetinin (korku yüzünden, denge aramak hissiyle) muhalefetine rağmen (İzmir zaferi gibi) kazanılmış mühim bir zafer hareketidir. Bunun başında bulunan Enver-Eşref İkilisinin, bu benzersiz hizmetlerini gizlemek, Türk tarihçileri için utanç verici bir şeydir. Tarih, büyük insan ve eylem örneklerini gençlere sunmak, için olduğuna göre “Resmî tarih”in bu tutumu son derece hatâlıdır.
İstiklâl Harbi’mizin manevî lideri, iman ve fikir öncüsü nasıl Mehmet Akif Bey ise, Said Nursî’nin Trakya kurtuluşundaki üstün hizmetleri aynı ölçülerde kutsanacak değerler taşımaktadır.
Heyhat ki resmî tarih, sadece bilinen birkaç ismi göklere çıkarmak için (ve sanki onlara mani imiş gibi) Kuşçubaşı, Süleyman Askerî (ve hatta Doğu’nun büyük fâtihi Kâzım Karabekir Paşa gibi, üstün kumandanları (İstiklâl Harbinin Fuad Paşa, Rauf Bey, Ali İhsan Sabis, Nureddin Paşa gibi öncüleri de bunlara dahildir.) unutturmaya çalışmıştır. Said Nursî gibi bir din ve fikir öncüsü düşünün ki: Bütün bu millî gayretlerine rağmen, daha sonraları sürgünden sürgüne yollanmış, öldükten sonra mezan bile yok edilmiştir. Ne yazık! İstiklâl şairimiz Mehmet Akif e yapılanlar da pek farklı değildir.
İşin daha acısı, İttihat ve Terakki üzerine roman yazan Kemal Tahir, Tank Buğra, Attila İlhan gibi usta kalemler bile bu hakikatları kurcalayıp o dönemin gerçek romanını yazmamışlardır.
Yazılamamış Destanlar’dan İki Parça – Mehmet Niyazi Özdemir
Van Gönüllüleri
Sisli bir sabah yeni bir gönüllü grubuyla karşılaştılar. Bunların kıyafetleri değişik, başlan sarıklıydı. Bellerini, omuzlarını armaları dolanıyor, sağ yanlarında da kamaları sarkıyordu. Tüfeklerini çatmışlardı. Başlarında uzunca boylu, levent endamlı, bıyıklı, çizmeli, her bakımdan gösterişli bir kumandan vardı. Talime başlayacakları sırada gelen Gönüllü Kuvvetleri Genel Kumandanı Eşref Bey, yanındaki birkaç genç subayla yeni gönüllülere doğru yürüdü. Kumandanları (Said Nursî) da onları karşıladı. Askerî seremoniden ziyade dostane bir buluşma cereyan ediyordu.
Aziz Üstadım, bu kara günümüzde öğrencilerinizle imdadımıza koştunuz. ” Eşref Bey ona devamlı “Aziz Üstadım” derdi; o da Eşref Bey’e “Kahraman Kumandanım” diye hitap ederdi.
“—Ah benim Kahraman Kumandanım, kara, gün hepimizindir. Böyle bir günde din ve devletin hizmetinde bulunmayacağız da ne zaman bulunacağız?”
Eşref Bey’in yanında bulunan subaylar da saygıyla elini sıktılar. Eşref Bey’in sesi kahır doluydu:
Böyle zelil duruma düşecek millet miydik Aziz Üstadım?”
Said Nursî derin bir nefes almasına rağmen Eşref Bey’i teselli etmenin gereğini duydu.
Kahraman Kumandanım, bu duruma düşmemizin sebebi ve suçlusu çoktur. Bunlar iç meselemiz; şimdilik bir kenara bırakalım. Düştüğümüz yerden kalkmaya çalışırsak, Rabbim yardımını esirgemez inşallah.”
Konuşmaları devam ederken birkaç genç subayla Cemal Paşa geldi. Hepsi “Hoş geldiniz” deyip elini sıkarken bir başka araba ile Kaymakam Enver Bey nizamiyeden içeri girdi. Said Nursî bu genç subayla çok samimî dosttu. Yüzüne yerleşen matem uzaktan da belli oluyordu. Said Nursî’yi görünce gülümsemeye kendini zorladı.
“- Geldiniz değil mi Canım Üstadım!”
Ona her zaman “Gayur (gayretli) Kardeşim” diye hitap eden Said Nursî cevap verdi:
“— Nasıl gelmiyeyim gayur kardeşim?”
Said Nursî’nin boynuna sarılırken duygulu bir sesle sordu:
“— Nasılsınız canım Üstadım?”
“— Allaha şükür, vatan ve milletimizin kederinden başka sıkıntımız yok. Siz nasılsınız?”
“—Nasıl olayım canım Üstadım, nasıl olayım?”
Said Nursî bir elini omuzuna koydu; sesi de teselli ediciydi.
Üzüntüyle bir yere varamayız. Rabbü’l-Alemînin rahmetinden de ümid kesmeye hakkımız yok. Biz elimizden geleni yapalım. ”
Askerler ve gönüllüler talime başladılar. Cemal Paşa, Enver Bey, Eşref Bey, Said Nursî durum muhakemesi yaparak tepeye doğru yürüyorlardı. Cemal Paşa eski fikrinde ısrarlıydı.
Bir kapışma felâketimiz olur. Bulgarlara İstanbul’u teslim ederiz. Veya Bulgarlar girmesin diye büyük devletler İstanbul’u işgal ederler; ebediyyen de çıkmazlar. Her ne pahasına olursa olsun, savaşa meydan vermeyelim; Londra’da alınan kararlan yürürlüğe koyalım. Ancak büyük devletler Bulgarlar’ı Enez-Midye hattına çekerler.”
Farklı görüşte olan Enver Bey düşüncesini saygılı bir tavırla söyledi.
“— Paşa hazretleri, büyük devletler bugüne kadar Bulgarlar’ı Enez-Midye hattına çekmediler; bundan sonra da çekecekleri şüphelidir. Çekseler bile Bâbıâli baskınını niçin yaptığımızın hesabını da millet ve vicdanımıza veremeyiz. “Hükümet Edirne’yi Bulgarlar’a veriyor” diyerek milleti ayağa kaldırmadık mı?”
Enver Bey’i haklı bulmasına rağmen Cemal Paşa görüşünde ısrar ediyordu. “—Evet hükümeti suçluyorduk, fakat ordumuzun bu kadar kötü olduğunu bilmiyorduk. Baktık, orduda hayır yok; Trablus-Garb’daki uygulamanıza özenerek, biz de burada gönüllü kuvvetler kuralım, dedik. Halil Bey’le, Yakup Cemil Bey’in emrinde beş bin kişilik bir milis kuvveti oluşturduk ve bunu da “Müdafaa-i Milliye Cemiyeti” adıyla bir şekle bağladık. Millette de ümid belirdi; yüz binlerce altın bağışladı. Hüsranla sonuçlandı; şimdi bu gürûh başımıza dert oldu.” Konuşmaları dikkat ve sükûnetle dinleyen Eşref Bey cevap verdi:
Efendim; bu konuda iki büyük hata yapıldı. Milletten para toplamak için Teşkilât-ı Mahsusa’nın adının kullanılması birinci hatadır. İkinci hata ise gönüllülerin hapishanelerdeki mahkûmlardan oluşturulmasıdır. Bunlardan netice alınması elbette mümkün değildir. Sizlerce de bilinmektedir ki böyle küçük kuvvetlerin başarılı olmaları, çok iyi eğitilmelerine ve yüksek fedakârlık şuurlarına bağlıdır. Nazım Paşa beni çağırdı; bugün gidip görüşeceğim. Zannediyorum ki görüşmemiz bu konu ile ilgili olacak.”
Cemal Paşa durdu; ses tonu da değişti:
“—Eşref Bey, karşımızda İtalyanlar yok. Bu tip teşebbüslerden bir neticeye varılacağına bir ihtimal vermiyorum.”
Kumandanların görüşlerini dinlemek kararında olan Said Nursî cevap vermek mecburiyetini hissetti.
Kumandanlarım; bildiğiniz üzere askerlik mesleğim değildir. Fakat ecdadımızın binbir şehit ve emekle elde ettiği vatan beldelerini böyle ucuz bir şekilde düşmana terk etmek bize yakışmaz. Ceddimize olduğu gibi orada kalan kardeşlerimize de vecibelerimiz vardır. Ben talebelerimle ve bana inanan, eli silah tutan yakınlarımla buraya savaşmaya geldim. ”
Sinirlenmemeye çalışan Cemal Paşa Said Nursî’ye döndü:
“—Ah Efendim; Edirne’yi alanın ayağını öperim. Biraz da ihtisasa hürmet ediniz; bir asker olarak bunu mümkün görmüyorum. Savaşa başlamamızla İstanbul’u elden çıkaracağımız gibi düşmanı nerede durdurabileceğimizi de bilmiyorum.”
Talim alanına döndüklerinde hava açmıştı. Hareketli bulutların arasında güneş bir görünüyor, bir kayboluyordu. Cemal Paşa vedalaştıktan sonra arabasına binip gitti. Komutanların arasındaki görüş ayrılığından üzülen Said Nursi, Enver Bey’e döndü:
Ne diyorsun uz, gayur Kardeşim ? ”
Enver Bey gülümsedi:
Merak buyurmayınız canım Üstadım. Biz bildiğimizi okuyacağız. -Eliyle işaret ederek- Müsaadenizle gönüllülerinizi karşıki tepeye taarruz ettirmek istiyorum.”
Said Nursî’nin yüzüne hafif bir esinti dokunup geçti.
Buyurunuz?”
(Yazılamamış Destanlar, I. bs., 1992 s. 56-59)
Edirne’nin Kurtuluşu Üzerine
Edirne’nin geri alınışı Avrupa’da büyük yankılar yaptı. Çünkü Batılılar başından beri Balkan devletlerinin zaferini ilgiyle izliyorlar, Bulgarlar’ın İstanbul’a girmelerini bekliyorlardı. Beklediklerinin tam tersi gerçekleşince kan ve ateş içinde kalmış yerlere Avrupa basını en yetenekli elemanlarını gönderdi.
Edirne’ye gelen muhabirler düzenli bir ordu göremediler; kılıkları, kıyafetleri, lehçeleri, hatta lisanları farklı insanları karşılarında buldular.
Belinde arması, elinde tüfeği, kalpağı, meşin çizmeleri, ak sakallarıyla Uşaklı Mehmet Baba gazeteciler için bulunmaz bir malzeme idi. Bol bol resmini çektikten sonra tercüman vasıtasıyla konuşmaya başladılar:
(Gazeteciler)
Eşref Bey’in odasına sığmadılar, salona çıktılar. Gazeteciler daha güzel poz yakalamak için birbirini itiyorlardı. Kara kaşlı, bıyıklı, etine hafif dolgun, uzun boylu, keskin bakışlı Eşref Bey’i başındaki kalpağı, ayağındaki çizmeleri daha heybetli gösteriyordu. Masaya oturan Eşref Bey’e tercümanla sormaya başladılar.
Karşılaştığımız insanlar, bugüne kadar gördüklerimizden çok farklıdırlar. Nereden geldiler?”
Eşref Bey’in yüzünde manâlı bir gülümseme dolaştı.
Devletimizin topraklan geniştir. Ortaya koyacak taze kuvvetlerimiz daha çoktur. Zannettiğiniz gibi, “Hasta adam” değiliz. Sıhhat ve dinamizmimizi yakında bütün dünya görecektir. Kusurumuz vaktinde davranmamaktır. Fakat artık bizi kimsenin gafil avlayamayacağını hadiseler sizlere de göstermiş olmalıdır.”
Hareketiniz nereye kadar devam edecektir? “
“—Ata yadigârı topraklarımızı işgal eden Balkan devletlerinin insanımıza,yaptıkları zulmü herhâlde biliyorsunuzdur. O devletlerin arkalarında Avrupa ve Rusya’nın bulunduğunu da herhâlde ilk kere benden duymuyorsunuz. Gayemiz kardeşlerimizi ve işgal altındaki topraklarımızı kurtarmaktır; fakat aramızda silâh dengesizliği vardır. Bunun için sorunuza, “şehit oluncaya kadar” şeklinde cevap vermek istiyorum. ”
“— Hükümetinizle aranızdaki anlaşmazlığın sebebi nedir?”
Hükümetimiz, Londra Konferansı’nda kararlaştırılan şekilde Enez-Midye hattından beriki toprakları düşmana verip, barış yapmak istiyor. Topraktan vazgeçtik, buradaki kardeşlerimizin durumu ne olacak diye sorduğumuzda, “Medenî Avrupa’nın kefaletine bırakacağız” diyorlar. Hâlbuki bizler Avrupa’nın ne medeniliğine, ne de insafına inanıyoruz. “Batılı milletlerin içinde azınlık var mıdır? Varsa durumları nedir?” diye siz kendinize sorunuz. Endülüs’teki Müslümanlar, İspanya’daki Yahudiler ne oldu? Avrupa zalimlerin saltanatı, mazlumların mezarıdır. Maksadım, siz misafirlere katiyen saygısızlık etmek değil, tarihin tespitini ifade etmektir. İnsanlarımızı onların insafına bırakmak, yeni kurbanlara zemin hazırlamaktır. Bu belki Avrupalılar için zafer olur, ama insanlığın ebedî lekesi hâline gelir.”
Dışardaki nöbetçilerinizin arasında muhteşem görünüşlü bir zenci var. Müsaade ederseniz, onunla görüşmek istiyoruz.”
“— Buyurun, rahatça görüşebilirsiniz.”
Eşref Bey’e ayrı ayrı veda ettiler.
Dışarıya çıkan Zenci Musa’nın yanma geliyordu. Sıkıldığı belli olan Zenci Musa’nın siyah rengi tunçlaşıyordu. Tercüman:
Kumandanınızdan izin aldık. Size de bazı sorular soracaklar” dedi.
Zenci Musa terliyordu.
“— Buyursunlar. ”
Tercüman sorulan tercüme etmeye başladı:
Sizi buraya zorla kim getirdi?”
Beni zorla kimse getirmedi. Ben bir gönüllüyüm. ”
“— Niçin ve nasıl gönüllü oldunuz?”
“-Bir gün Mısır’da duydum ki İtalyanlar Trablus-Garb’a çıkarma yapmışlar ve İstanbul’dan gelen bir avuç subay onlara karşı koyuyormuş. Ben de silâhımı alıp, gönüllü iştirak ettim. Sonra da buraya geldik. Türk çocuklarını Libya’nın savunmasına çeken ne ise, bizleri de aynı şey buraya getirdi. ”
“—Fırsatını bulsanız, ülkenize hemen döner misiniz?”
Ününü duydukları Said Nursî ile de mutlaka konuşmak istiyorlardı. Tercüman, ikindi namazını kılmak için Selimiye Camii’ne gittiğini öğrenince o tarafa yürüdüler.
Said Nursî camiden çıkmış, yanındakilerle konuşarak geliyordu. Yanındakilerin tavrından ona hürmet gösterdikleri belli oluyordu. Tercüman:
Efendim, Batılı gazeteciler sizinle konuşmak istiyorlar” derken, resmini çekmeye başladılar.
Said Nursî’nin bakışları değişti.
Niçin benimle konuşmak istiyorlar?”
“—Hem din âlimisiniz, hem de savaşıyorsunuz; buradaki tenakuzu anlamak istiyorlar.”
Said Nursî’nin yüzünde hafif bir tebessüm belirdi:
Misafirlerimizi müşkül durumda bırakmak istemem; fakat Haçlı ordularının hazırlanmasında Hristiyan din adamları önemli görevler yaptılar. Papalık hangi savaştan geri duruyor? Ve onlar Hz. îsa’yı takip ettiklerini söylüyorlar. Hz. İsa’nın da “Bir yanağınıza mı vurdular, diğerini de çeviriniz” dediğini dillerinden düşürmüyorlar. Ayrıca biz Müslümanız; Peygamber Efendimizin izinden gidiyoruz. Allah’ın Resulü de az mı savaşlara girip çıktı?”
Tercüman sorulan Türkçe’ye, cevaplan, İngilizce’ye çeviriyordu.
“— Kakınızdakilerin Hristiyan olması mı sizi savaşa mecbur ediyor?”
Said Nursî hiç tereddüt etmedi:
“— Hayır. İslâm kelime olarak selâm, selâmet mastarından gelir. Kök itibariyle “Her türlü belâ ve âfetten uzak olmak” demek olduğu gibi, “Barış, emniyet, ibadet, itaat” mânâları da vardır. Ayrı dinden olmayı savaş sebebi telâkki etseydik, İstanbul’da ve diğer pek çok şehrimizde yaşayan Hristiyan ve Musevîlere hayat hakkı tanımazdık. Ve bu soruyu soranın şunu unutmaması lâzımdır M bugün bize saldıranlar dört-beş yüzyıl tebamızdı; onlar bugün yaşıyorlarsa, hayatlarını Müslüman oluşumuza borçludurlar. Tarih şahittir, herhangi bir milletin ayrı dinden olması bizim için savaş konusu değildir. Biz vatanımız ve ezilen Müslümanların hakkı, hukuku, hürriyetleri için savaşıyoruz. ”
“— Sizi buraya hangi güç getirdi?”
“— Dinimiz Müslümanların kardeşliğini esas alır. Bizi buraya sadece bu kardeşlik bağı getirdi. ”
İçinde yaşadığınız devlet Türk devletidir. Ama siz İslâmiyet için savaştığınızı söylüyorsunuz. ”
“—Devletimizi Türkler kurmuşlardır; ama onu İslâm’a göre düzenlemişlerdir. Türkler devlet hayatında hiçbir zaman diğer milletleri saf dışı etmemişler, liyakatları ölçüsünde devlete iştirak ettirmişlerdir. Herkes biliyor ki Türkler’in kurduğu bu devlet dünyada İslâmiyet’i temsil ediyor. Onun yeryüzünden kalkması sadece İslâm dünyası için değil, bütün mazlumlar için felâket olur.”
Niçin Said-i Kürdî adını kullanıyorsunuz? Bu adla ayrı bir milletten olduğunuzu ortaya koymuyor musunuz?”
Bediüzzaman Said Nursî, o dönemde Said-i Kürdi adını kullanıyordu.
Kavmiyet dâvasında değilim. Hiç kimse kavmini seçmekte hür değildir. Kürtler’in menşeini merak ediyorsanız, tarihçi İdris-i Bitlisî’yi okuyunuz, Bu devlete sahip çıkmam da menşe birliğimizi gerektirmez; çünkü ben Müslümanım ve bu devlet İslâm devletidir. Niçin Said-i Kürdi adını kullandığımı Yıldız Mahkemesi’nde izah etmiştim. Kürdi kavmiyet asabiyetimi değil, doğduğum bölgeye mensubiyetimi ifade eder.”
Hak din kabul ettiğiniz İslâmiyet’in hâkim olduğu ülkelerin perişanlığına ne diyorsunuz?”
Müslümanların hatâsını, eksikliğini İslâmiyet’e mal etmek iptidaî bir zihniyettir. Günümüzde İslâm dünyası buhran geçiriyor, inşallah bu buhranı atlatacaktır. Biz de Batılılar gibi, hâkim olduğumuz memleketlerde ne bulduysak, ülkemize taşısaydık, maddî imkânlarımız ölçülemezdi. Fakat hakka ve merhamete istinat eden dinimiz güçlüyüz, hâkimiz diye her şeyi ahp götürmemizi yasaklar. Unutulmamalı ki Fatih, Yavuz, Kanunî, daha önce Büyük Selçuklular, Karahanlılar zamanında da Müslümandık; gücümüze hiçbir millet erişemezdi. İslâmiyet güçlü olmayı engelleseydi, o zamanlar nasıl güçlü olabilirdik? Zannettiğiniz gibi, hristiyanlık tekâmül için kâfi olsaydı, ilk Hristiyan devletlerden biri olan Habeşistan’ın en ileri ülkelerden birisi olması gerekirdi. Sonra Avrupa yeni Hristiyan olmadı ki! Neredeyse iki bin yıldan beri hristiyan’dır. İslâm dünyasına karşı üstünlüğü son yüz elli yıldır ele geçirdi. “Gücü dinden geliyorsa, neden daha önce güçlü değildi?” sorusunu açıklamamız gerekmez mi? Demek ki Müslümanların güçsüzlüğünü, Hristiyanlar’ın güçlülüğünü başka noktalarda aramak lâzımdır.”
(Mehmet Niyazi Özdemir – Yazılamamış Destanlar, 2. bs., 1992, s. 157-162)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL