Ana Sayfa Kimdir Kürşat Başar kimdir? hayatı ve eserleri

Kürşat Başar kimdir? hayatı ve eserleri

0

Kürşat Başar kimdir? hayatı ve eserleri: İstanbul’da doğan Kürşat Başar, ilk ve orta tahsilini İstanbul, Ankara, Lefkoşe ve Doğu Beyazıt’ta tamamladı. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olan Başar, kısa zamanda dergi ve gazetelere geçti. Çeşitli dergilerde yazılan çı­kan ve yöneticilik yapan genç yazar, bir süre (1989-1991) Güneş gazetesi sanat sayfasını yönetti ve köşe yazılan da yazdı. İlk hikâyesi “Baran Örgün” takma adı ile 1985’te yayımlanan Kürşat Başar’ın hikâye kitabı:

Kış İkindisinin Evinde (1988) adını taşımaktadır. Romanları ise Konuştuğu­muz gibi Uzaklara (1990), Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum (1992) ve Aşkı Bul­manın ve Korumanın Yolları (1996) gibi çok uzun isimler taşıyor. Bu kitapların İkincisi, hikâyeleri toplamış olmaktan çok bir roman, yahut uzun hikâyeyi andırıyor.

Yazarın eserlerinde anlatış ve üslûp, başladığı gibi devam ediyor. Her eserin­de, bilinen klâsik roman ve hikâyelerin yerini, bambaşka zaman ve mekânlara çe­kip götüren bitimsiz anlatışlar alıyor.

Nitekim Mario Levi, Argos dergisinde Başar’ın romanının amaçsızlığına işaret ederek şunları söylüyor

“Son satırlarından, son noktasından sonra bile bitmeyen yeni yaşantılara ve kim bilir belki de yeni eserlere uç veren bir roman bu. Konuştuğumuz gibi uzak­lara, evet. Ama hangi uzaklara, hangi özlemler adına? Roman bu soruya bir yanıt aramıyor. Ama kimi satır aralarında yakalayabildiğimiz ayrıntıların varlığı bizle- re bir küçük sevinç sağlıyor. ”

Gerçekten Başar’ın hikâyeleri, hem sanki ân’ları yakalamakta, hem de sürek­li ân’dan âna geçmektedir. Bir de âdeta kurtulamadığı (musallat) temler halinde yalnızlığı, özleyişi, “cinselliği” ve ölümü anlatıyor. Ne var ki bu anlattıklarını ger­çek ve hayalleri kulaçlayarak duygu dolu şiirli, güzel bir Türkçe ile yazıyor.

“Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum”da. da hemen her hikâye kapalı, gerçek dışı ve rüyalık “anlatılardır. Anlatıcı olan Nevit ve Elfe, daima bunalımlı, tedir­gin, karamsar sanki bir hayattan başkasına geçiş halinde kişilerdir. Bunlar, ola­ğan kişileri, nesneleri ve geçmişi tabiî vak’aları da sanki, korkunun, bekleyişin rengine büründürürler; gerçeküstü (olağanüstü) gösterirler. Yalnız bir hikâyede (.Hikâyelerinin hepsi isimsiz anlatılardır) Nevit’in inanılmaz ölçüde ayrıntılı, tut­kulu, sağlıklı hatta “natüralist’’ sevişmeleri görülür. Bu hikâye (s. 85-87) belki de, kendisine “anlaşılmaz ve kapalı” diyenlere karşı Kürşat Başar’ın birçokları kadar “erotizmin de daniskasını” yapabileceğine dair bir iddiasıdır.

Kürşat Başar, kısa aralıklarla hızlı, fakat kalitesinden kaybetmeyen eserler vermektedir. Fakat ne olsa genç, yeni bir yazardır. Bu sebeple yarın neler yapaca­ğı, sanatta hangi yollan tutturacağı, roman yazmaya devam edip etmeyeceği bili­nemez. Bu bakımdan, onu birtakım kesin hükümlerle anlatmak yanlış bir tutum olur.

Şimdiye kadar kitaplarında görülen cidden güzel bir Türkçe ile yepyeni, hatta “postmodern” denilebilecek denemeler yapmakta oluşudur. Ne var ki, kimilerin­ce aranmakta olan güçlü bir kalem olduğu, yetenek ve değerini de erken yaşta gösterdiği söylenebilir. Ayrıca, bizde ve dünyada “son roman” akımlanna bağlan­mış başka yazarlar gibi Başar da rüya-hayal ve gerçeğin karışımını arıyor, denile­bilir. Hayal-rüya gerçek, geçmiş ve gelecek, birçok yeniler gibi Kürşat Başar’ın da gözünde apayn değil, birbirini tamamlayan şeylerdir.

“Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum”

Kitab’ından Parçalar

Sıcak, yapış yapış yaz günlerinden birinde-ağustos mu?- demir bahçe kapısı­nı açtım, çıngırak çaldı. Bahçeyi geçtim, Elfe yoktu, annesi gazeteleri bırakıp be­ni öptü, uzun zaman sonra ilk kez görüyordu, bütün o korkunç şeylerden sonra ilk kez geliyordum buraya. Annemle konuşup beni o sessiz, ormanın içindeki has­taneye yollayan oydu. Hiçbir şey sormadı, “seni iyi gördüm” dedi yalnızca, eskiye göre biraz uzak, belli etmeden süzerek, hep yaptığı gibi, bahçe sandalyelerine, bü­yük ıhlamur ağacının altına oturduk. Hiçbir olağanüstülük yoktu, az sonra beni bütün yaşamım boyu izleyecek, acılara, pişmanlıklara yol açacak, mutluluğun ne olduğunu gösterip sonra onu elimden alarak sonsuz umutsuzluğa düşürecek yol­culuğu başlatan şeylerin az ötemde durduğunu gösterir hiçbir işaret yoktu. Elfe alışverişe gitmişti. Nevit’i alıp gelecekti. “Onu tanıyor musun?” diye sordu. Hayır, Elfe mektuplarında söz etmişti ondan, başkalarına her hafta sonu çiçeklerin, ko­nukların, pastaların geldiği o uzak kasabadaki hastanede tek armağanım olan mektuplarda. Uyumadan geçen bir geceden sonra vapura binip adaya geçmişim. Koltuğumun altında birkaç kitap vardı, Elfe’nin kim bilir ne zaman verdiği kitap­lar, eşyaların arasından çıkmıştı.

Aklımda hep müzik kutularının içindeki manzaralar gibi, çam ağaçlarıyla, kuş sesleriyle, o yazlık sandalyelerle kalan bahçedeki köşede, sözcüklerin, çocukluk günlerinden benim yaptıklarıma, oradan annemin çektiği acılara nasıl geldiğini, önceleri sevinçle gülümseten sonra birdenbire içimin burkulduğu bir öyküye na­sıl dönüştüğünü hatırlamıyorum.

O bunaltıcı yaz günü -belki de eylül- Elfe kapıdan Nevit’le girip yanımıza gel­dikten az sonra, öğleye doğru birdenbire yağmur başladı, bütün bir gün salonda-

M çiçekli koltuklarda oturduk, büyük camlara vuran yağmuru, gitgide kararan denizi ve dalgaların yükselmesini seyrettik. Akşam vapuruyla dönecekti, Elfe kal­mam için üsteliyor, annesi vapurların çalıştığını söylüyordu, ona sağlamaya çalış­tığı temizlenmiş dünyada benim yerim yoktu artık, Nevit benle iskeleye geldi, yağmurda yürüdük, yokuşu indik, konuşmadan.

Sıcak, bunaltıcı yazın ardından renkli kalabalıklar gider, kıyıdaki kahvede yaşlılar, balıkçılar, bisikletle alışverişe inen kadınlar -kendini bilinmez bir tanrı­ya adamış mavi rahibeler-yukarılarda çingeneler kalır geriye, birkaç faytoncu is­kelede esneyerek bekler. Adanın en sevdiğim zamanı. Ama akşam üstü, yağmu­run ansızın başladığı, ışığın erkenden tükendiği o gün, iskeleye geldiğimizde bü­yük bir sıkıntı duyuyordum. Elfe bütün gün parmaklarıyla çay fincanının kenarı­nı, elindeki yastığın kabartma desenlerini ya da uzaktaki hayalî nesnelerin tasa­rımını çizip durmuştu. Vapuru beklemek için kahveye girdik. Arka masalarda bir­kaç kişi kağıt oynuyordu, pencere kenarına oturduk. Nevit’in saçları ıslanmıştı, pencereden dışarı bakıyordu, ben de, ama içerde ışık yanıyordu ve yalnızca birbi­rimizi görüyordu. Orada, camdan dışarı bakarak ama birbirimizi görerek, dünya­nın birdenbire karanlık olduğu o akşamüstü neler konuştuk? Elfe başka bir ülke­ye gidecekti, annesi böyle istiyordu, Nevit üzgündü,“Ben de şenle birlikte vapu­ra binsem ve bir daha geri gelmesem çok sevinir” dedi. Bu orta yaşlı kadın her şe­yi yönetmek istiyordu, orada otururken zarif giysileri, ince uzun parmaklan ve es­ki sözcüklerden oluşan konuşma biçimiyle hiç unutmadığım bu kadın, kendi ço­cukluğundan, başkalarının, hiç tanımadığımız insanları yaşamlarına, roman kah­ramanlarından uzak ülkelere bitmek bilmez konuşmasında ne demek istemişti acaba? Bizi hiç yalnız bırakmayarak, gece kalmamı açıkça istemeyerek, Nevit’i hiç görmemiş gibi davranarak… Uzun saçlarından hâlâ yağmurun süzüldüğü bu genç adama baktım, onla baş etmesi imkânsızdı, o, sözcüklerin böylesine ustaca bir oyunla yanyana getirilişine karşı çıkamazdı, genel geçer doğruları olan, iyi ye­tişmiş, sıradan bir kadın, bizim gibi yaşamayı beceremeyen -Nevit de öyle miydi?- küçük çocukların Elfe’ye ancak zarar verebileceğini anlamıştı, bense aradan ay­lar geçtikten sonra ve o gün onun izleyemediğim karışık cümlelerinden aklımda hiçbir şey kalmamışken, yalnızca köpekleri, bahçenin yağmur kokusunu, sandal- lan, çiçekli koltukların durduğu salondaki eski fotoğrafları hatırlarken anlayacak­tım.

Belki bütün bunları o zaman bilseydim, kendi adıma istediklerini yapardım, Elfe’nin hayatından çıkıp giderdim ama yaşam, sessiz anlaşmalarımızla kurulmu­yor, bizi, yaşamlarımızı bir biçimde belirleyen şey, önceden görsek bile değiştirme­mize izin vermiyor.

Bir vapur geldi, birileri indi, birileri bindi, kahvede televizyon açıldı, ben Ne­vit’e veda ettim -ilk kez- her şeyi unuttum. Aklımda yalnızca Elfe’nin bir fincanın kenarına sürmekten bıkıp usanmadığı parmakları kaldı.

(Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum, 1992, s. 15-18)

Siz hiç kendini öldürmüş biriyle birlikte oldunuz mu? Şimdi onu anlayabiliyo­rum, beni ne kadar severse sevsin sonunda Elfe’yi seçeceği başından belli değil miydi? Bizim gibi birbrine benzeyen, bizim gibi hayatın yalnızca kaçamaklarını yaşamak isteyen zayıf insanlar asla birlikte olamaz. Çılgınca tutkumla onun sakin, bir gülümseyiş gibi kurulmuş yaşamını yok edecektim, bunu anlıyordu, mutsuz bir çocuğun büyümüş hali, kendini öldürmek isteyen biri, sürekli içkilerin ya­nılsamasıyla var olabilen biri, uzak hastanelerde kalmış, kimsesi olmayan, anne­sini bile unutmuş, en sevdiği dostunu ölümcül bir yalanla aldatan biri…

Evet şimdi bütün bunları anlayabiliyorum ama o zaman müthiş bir acı duyuyordum, onu da kendimi de öldürmek istiyordum, hayatımda bir yağmur damla­sı kadar bile yerim yok, diyordum kendi kendime hıçkırarak ağlıyordum. Kamı­ma bir ağrı saplanıyordu, her şeyi boş verip bu çocuğu doğurmalı mıydım yoksa, belki de Elfe yalan söylemişti, kendi kendine kurmuştu bu evlilik masalını… Ama o yalan söylemezdi, bizdik o, hayata tutunamayan, bütün gerçekliklerden, görün­tülerin sahiciliğinden korkup kaçan, yanılsamalara, düşlere, hayallere, yalanlara, yitip gitmiş günlerin anılarına sığman… Bir hafta sonrasına aldığım biletlere bak­tım, orada, uzakta, bir uçakla ulaşabileceğimiz bir yerde kurduğum ama asla yaşayamayacağım şeyler vardı, ilk kez, bütün bunlardan sonra ilk kez biriyle konuş­mak istiyordum, birine anlatmak, soluk alamıyordum ama kimse yoktu. Rastgele telefon numaralan çeviriyordum, karşıma, sinirli, sert erkek sesleri, hep aynı ap­tal sözcüğü yineleyip duran, giderek, telefonun öteki ucundakini çok merak edi­yormuş gibi bağıran kadınlar çıkıyordu, belki bir rastlantı beni uzaklardan, unut­tuğum birinin sesine ulaştırırdı.

(Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum, 1992, s.111-112)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL