Hobbes ve Spinoza’nın benzer ve farklı yönleri: Spinoza’nın kökleri büyük ölçüde kendi felsefesinde, özellikle de sosyal hayvan olarak insan telakkisinde ve metafiziğinde bulunan siyaset felsefesini tetikleyen şey, elbette zamanının politik problemleri olmuştur. Onun Hobbes’la ortaklığını temin eden, siyaset felsefesinin Hobbes’un politika felsefesine birçok bakımdan benzemesine yol açan şey, bunlardan ikincisi, yani zamanın politik problemleridir. Buna mukabil, onun siyaset felsefesinde Hobbes’tan farklılaşmasını hazırlayan husus da birincisi ve esas itibariyle metafiziğidir. Gerçekten de pek çok araştırmacı, onun Hobbes’un siyaset felsefesine çok şey borçlu olduğunu, Hobbes’un politik düşünce alanında kaydettiği bütün yenilikleri devam ettirdiğini kabul eder.
Bir kere, gerek Hobbes gerekse Spinoza, Machiavelli tarafından başlatılan modern siyaset felsefesi geleneğinde yer alır. Buna göre, klasik siyaset felsefesini hemen tamamen reddederken, geleneksel politika filozoflarının yararsız ve çoğunluk ütopik kavrayışlarının yerine siyasal hayatla ilgili gerçekçi ve bilimsel analizleri ikame etme çabası veren Spinoza siyasal fenomenleri, değerden bağımsız bir biçimde, tıpkı başka herhangi bir bilim dalının fenomenlerini inceler gibi ele alır. Yine bu cümleden olmak üzere, gerek Hobbes, gerekse Spinoza, Machiavelli’nin başlattığı sekülerleşme hareketini, politik alanda aklı geleneksel dinden bağımsızlaştırma işini devam ettirir. Başka bir deyişle, her ikisi de dinin siyaset alanıyla ilişkisi konusundaki hatalı görüşlere karşı çıkmıştır. Spinoza, felsefesinin bütününde olduğu gibi, siyaset felsefesinde de Descartes’ın ve bu arada Hobbes’un matematiğe olan hayranlığını korur ve matematiksel analizi beşeri düzene uygularken, matematiği yanlış ütopyaların yerine bilimsel kavrayışları geçirecek yeni akıl için bir model olarak alır.
Tıpkı Hobbes gibi, o da modern insanın politik problemlerine getirilecek sağlam ve etkili bir çözümü insana dair gerçekçi bir kavrayışa, bilimsel bir insan doğası telakkisine dayandırır. Yine Hobbes’la birlikte, politik düzen ve hayatın anlamıyla amacının ancak insan tarafından tesis edilen politik düzenin kendisinden çıktığı bir “doğa durumu”na geri gitmek suretiyle anlaşılabileceğini düşünür. Her ikisinde de doğa durumu bireyin ya da bireyler çokluğunun önceliğiyle karakterize olur. Buna göre, gerek Hobbes ve gerekse Spinoza, “sözleşmeci devlet geleneği” içinde yer almakta olup, doğa durumundaki insanın “kendini korumak” için gerekli her şey üzerinde sahip bulunduğu doğal hakkından ve bu hakkın, politik toplumun insan tarafından kuruluşu sırasında, egemene transferinden söz eder.
Gerçekten de sivil toplum düzeniyle politik otoritenin bireylerin kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeye dayandığını söyleyen Spinoza, tıpkı Hobbes gibi, bütün insanların zorunlulukla kendi varlıklarını koruma ve sürdürme, güç ve özgürlüklerini arttırma amacı peşinde koştuklarını öne sürer ve bu temel hakikatin politika teorisinin vazgeçilmez başlangıç noktasını meydana getirdiğini iddia eder. Ona göre de bütün politik oluşum ve sözleşmelerin temelinde bulunan bir amaç olarak barış ve güvenlik haline ve dolayısıyla savaştan kaçınma durumuna sadece bireylerin hak ve yetkilerinin bir kısmını egemene devretmeleriyle ulaşılır. Bu nedenle, politik ve sosyal problemlerin bilimsel bir tarzda ele alınmaları gerektiğine inanan Spinoza için de toplumlara ve politik yapılara ilişkin araştırmada, ahlaki kavramlar ya da moral telakkiler yerine, sadece güç kavramına başvurmak gerekir. Çok daha önemlisi, yine Hobbes için olduğu gibi, Spinoza için de rasyonel bir kişisel çıkar türü veya aydınlanmış özçıkarın kusursuz bir ifadesi olarak politik itaat, güvensizlik, kaos ve anarşinin en büyük kötülükler oldukları yerde, mümkün en küçük ve görece en önemsiz kötülüğün kabulünün bir sonucu diye meşrulaştırılır.
Hobbes’tan Ayrıldığı Noktalar
Fakat Hobbes ile Spinoza arasındaki ortaklık ya da benzerlikler burada sona erer ve Spinoza’nın değeri ve özgünlüğü de bu noktadan sonra ortaya çıkar. Buna göre, Hobbes metafiziksel açıdan materyalist bir filozoftur. Bu yüzden, evrendeki akıl yoluyla kavranabilir düzen, maddenin hareketinin bir sonucu olup, insanın fiziki hareketlerin dizilişine ve yapılanmasına ilişkin yorumuyla ortaya çıkar. Dolayısıyla, onda birey önce gelir; bireyin kendi varlığını koruma ihtiyacı toplumdan daha temel ve ilkel olup, toplumun ve hatta felsefenin vazgeçilmez koşulunu meydana getirir. Bu yüzden, onda bireyler sözleşme yoluyla doğa halinden politik toplumu geçtikleri zaman, olmayan bir düzeni kendileri yaratırlar. Oysa Hobbesçu anlamda bir materyalist olmayan Spinoza insandan bağımsız, bireyden önce gelen ezeli-ebedi bir düzenin varlığını öne sürer. Bu yüzden, onda doğa halinden politik topluma geçiş, Hobbes’ta olduğu gibi, düzenin yaratılması veya iktidar için gerekli koşulların ortaya konması anlamına gelmez. Daha ziyade, felsefe için varolan toplum, düzenin keşfi amacına hizmet eder. Bununla yakından ilişkili olacak şekilde, Hobbes’ta birey, bunların nasıl veya ne türden arzular olduklarına hiç bakılmaksızın arzuları tatmin edildiği ya da istediğini yapabildiği zaman, mutludur; araçsallaşan akıl, onda sadece ihtiyaç ve arzuların söz konusu tatminini mümkün kılacak en etkin yol ve araçların temini ve hesaplanması işiyle meşgul olur. Realist muhafazakârlığın kötümser filozofu olarak Hobbes’ta barış ve güvenlik unsurlarıyla belirlenen standart bir toplum hayatı ve arzuların tatminiyle belirlenen bir kişisel hayat dışında iyi yaşam tasarımı diyebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Yine Hobbes’ta, bireyin haklarını egemene devretmesinde onu haklı çıkaran argümanın kendisi de bütünüyle olumsuzdur; onda birey egemene boyun eğdirilmekten ve öldürülmekten kaçtığı için itaat eder. Ve düşünceyle inanç özgürlüğünün, güvenlik adına gerektiğinde ortadan kaldırılabileceğini öne sürmekten çekinmeyen Hobbes’un, politik otoriteyi neredeyse mutlaklaştıran politika felsefesinin, çok ciddi otoriteryan içerimleri vardır.
Gerçekten de Hobbes, bireyin radikal özerkliğini politik toplumda da korur; bundan dolayı, o bireylerin politik toplumdaki bu doğal çoğulluğunu çok güçlü bir merkezileşmiş otorite yoluyla dengelemeye çalışır. O, birey için monarşist olan bir filozoftur; bireylerin ortak korkularına yegâne ilaç güçlü bir monark olabilir. Üstelik söz konusu radikal özerklik bireylerin radikal eşitliğini ifade eder. Bu eşitlik ise ancak olabildiğince homojen bir toplum düzeninde korunabilir. Bundan dolayıdır ki sınırsız yetkilerle bezenmiş monark, bireylerin sosyal iradelerinin birliğini ifade etmek suretiyle, sosyal birimlerin eşitliğinin bir sembolü olarak ortaya çıkar. Onun bir ve mutlak olan iradesi başka her bireye eşit bireyin iradesinin bir yansımasıdır. Bu yüzdendir ki onda en iyi rejim monarşi olmak durumundadır.
En İyi Yönetim Biçimi Olarak Demokrasi
Oysa Spinoza, bireylerin radikal eşitliğine karşı çıkıp, onlarda ezeli-ebedi düzenin, bütün parça ilişkisi içinde temsilini görür. Bu nedenle, bireylerin birbirlerinden farklılıkları politik açıdan çok temel bir rol oynar. Bireylerin doğal farklılıkları, toplumda en azından işlev ve hiçbir güç tarafından ortadan kaldırılamayacak olan görüş farklılıklarını gerektirir. Bu yüzden, onda en iyi yönetim biçimi, insanlar arasındaki doğal farklılıkları yansıtacak ve koruyacak bir yönetim tarzı olarak, ifade özgürlüğünün vazgeçilmez olduğu demokrasi olmak durumundadır. Her ikisi de doğru tanımlandığı zaman, felsefenin çıkarlarıyla demokrasinin çıkarlarının örtüştüğünü savunan Spinoza demokrasinin korunması için felsefe özgürlüğüne ihtiyaç olduğunu iddia eder. Spinoza’da en iyi yönetim biçiminin demokrasi olması sonucuna, bir başka yoldan daha varılabilir. Onda gerçek mutluluk, etiğinde de görmüş olduğumuz üzere, insanın özgürleşmesinden, kendisini olumsuz ve onu bütünüyle edilgen kılan arzu ve duygulardan kurtularak tamamen akla uygun bir yaşam, iyi bir hayat sürmesinden oluşur. Ve insan bunu en iyi başkalarıyla birlikte yapabilir. “Mesele sadece aydınlanmış insanların kendi içlerinde nefrete, hasede ve hüsrana bir son vermeyi arzulamaları değildir; fakat onların başkalarındaki nefreti, hasedi ve hüsranı azaltmadıkları sürece ağır bir şekilde darbe yiyecek olmalarıdır. Spinoza’nın aydınlanmış insanı, bundan dolayı, bilgi arayışında başkalarıyla işbirliği içerisindedir ve bu işbirliği, Hobbes’taki her işbirliğinin olduğu şekilde korkuya değil, fakat kendinin-bilgisi ve bilgi gibi iyilerdeki bir ortak çıkara dayanır.” İşte bu durumdur ki onda devleti bir amaç değil, fakat sadece bir araç haline getirir; başka bir deyişle, Spinoza’da devlet ya da politik otorite insanların rasyonel, özgür ve dolayısıyla, mutlu yaşayabilmeleri için gerekli koşulları sağlayacak bir araçtan daha fazla hiçbir şey değildir. Özgürlük ve bilginin ya da ancak bilgi yoluyla gerçekleşecek özgürlüğün en belirleyici unsuru olduğu iyi yaşam tasavvurunu temele alan Spinoza’ya göre, devleti veya herhangi bir politik yapıyı yargılamada kullanılabilecek yegâne ölçüt, mevcut politik yapının özgür insanın doğayı anlamasını ve Tanrıya duyulacak entelektüel aşkı mümkün mü kıldığı yoksa engellediği mi hususudur. Onun demokrasinin savunuculuğunu yapmasının esas nedeni, budur. En rasyonel devlet, özgür yaşamak tamamen aklın rehberliği altında yaşamak anlamına geldiği için en özgürlükçü, farklılığı ve dolayısıyla ifade özgürlüğünü temele alan devlettir.
Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci