Halikarnas Balıkçısı kimdir? Hayatı ve eserleri: 1886-1973 Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan bu roman ve hikâye yazarı, daha sonra denize ve sürgün yaşadığı Bodrum’a tutkunluğu dolayısıyla buranın eski adı olan Halikarnas Balıkçısı ismini takınmıştır. Zengin ve nüfuzlu Şakir Paşa’nın oğlu olarak ilk çocukluk yıllan Atina’da geçmiş, orta öğrenimini İstanbul Robert Kolej’de görmüş, sonra İngiltere’de Oxford Üniversitesi modem tarih bölümünü bitirmiştir (1908).
İstanbula döndüğü 1910 yılında ekmeğini alın teriyle kazanmak amacıyla gazeteciliğe geçti. Bir yandan da resimler, karikatürler çizdi, süslemeler yaptı.
1925’te asker kaçaklarının yargılanmaksızın idam edilişlerini kınayan bir yazı yazdığı için İstiklâl mahkemesi’ne verildi. İdamdan güç hâl ile kurtulan Cevat Şakir, “Herodot’un şehri” Bodrum’a () sürüldü. Burada denize olan eski tutkunluğu çoğaldı. O kadar ki, sürgünlüğü bittiği hâlde, bu verimli ve çok sevimli deniz kasabasından ayrılamadı. Birçok hikâyelerinin konusunu oradan çıkardı. Halk ile iç içe, şehre yüz binlerce meyve ağacı diktirdi, süngercilik, balıkçılık ve tarımla uğraştı. Bunların modem tekniklerini İngilizce kitaplardan öğrenip, halka da yaydı, tanıttı. Kasabaya çok faydalı bir aydın oldu.
Sonra çocuklarını okutmak için, İzmir’e taşındı. Bir süre belediye bahçıvanlığı yaptı ve yazılarının geliriyle yaşadı. Birkaç lisan bilen Balıkçı, son yıllarını turist rehberliği yaparak İyon, Roma ve Türk-İslâm devirlerini çok iyi tanıdığı, sevdiği Ege bölgemizin “ölü şehirleriyle masal ve mitos dolu kıyılarını” yabancılara tanıtarak geçirdi.
Denize büyük pay ayırdığı hikâyeleri ve romanlarıyla bilhassa 1940’tan sonra tanındığı için bu bölümde incelediğimiz Halikarnas Balıkçısı hikâyelerini:
Ege Kıyılarında (1939), Merhaba Akdeniz (1947), Eğenin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957) Ege’den (1972) adlı kitaplarında toplamıştır.
Romanları ise: Aganta Burina Burinata! (1946), Ötelerin Çocuğu (1956), Uluç Ali Reis (1962), Turgut Reis (1966) adlarını taşımaktadır. Mavi Sürgün (1961) ise yazarın maceralı hayatını anlatan otobiyografik roman türünde bir eserdir. Ayrıca, Anadolu Efsaneleri (1954) ve Anadolu Tanrıları (1955) adlarıyla Anadolu’nun Türklerden önceki devreye ait mit ve efsanelerini toplayan iki önemli eseri vardır. Tarih ve Helenizm, Anadolu’nun Sesi (1971) adlı incelemesi önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş ve sonra yayımlanmıştır.
Halikarnas Balıkçısı üzerine okunacak bir eser: T. Alangu: “Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman”, 1965, s. 301-326, Azra Erhat’ın hazırladığı derleme bir eser ise “Düşün Yazılan”(1981)’dır.
Yaşayışındaki başkalık, dağınıklık ve kültür genişliği yanında denize, ağaçlara, mitoslara ve tarihe olan tutkunluğuyla da şöhret yapan Halikarnas Balıkçısı, bu özelliklerini geniş ölçüde eserlerine geçirerek, edebiyatımızın en orjinal deniz yazıcısı olmuştur.
Su ve kıyı adamlarının hayallerini bir gözlemci gibi değil, tam onlar gibi yaşayarak anlatmıştır. Roman ve hikâye kahramanlarının korku ve hayranlıklarını, kader karşısındaki aczlerini, denizin haşin ve uysal tabiatını kendi içinde duyarak ve gönül aynasında toplayarak yansıtmıştır.
Halikarnas Balıkçısı ’nın, kendi başında esen deniz yelleri gibi, kahramanları vardır. Roman ve hikâyelerinde, çoğu materyalist eğilimli, kimisi de dinî inanç ve duygulara karşı çıkan başına buyruk gemiciler, deniz adamları yaşamaktadır. Baş kişilerde ortak nitelik, denize tutkun olmalarıdır. Bunlar, en yakınlarının “vurgun yediğini”, denizde kaybolduğunu görürler de yine enginlere açılmaktan kendilerini alamazlar. Kimi çok genç, çok ihtiyar yahut sakat kalmış kahramanlan da kıyılarda durarak, denizlerde olmuş veya olacak macera ve mücadelelerini hayal ederler.
Halikarnas Balıkçısı da Jack London ve Joseph Conrad gibi sırf denizi anlatan yazarlara benzeyen ihtirasları belirtmiştir.
Ömrünün çoğunu Bodrum gibi (o zaman) çok küçük bir kasabada geçirmesi, denizde çalışan kişilere olan sonsuz sevgisi, Bodrum’un eski adıyla ilgilenerek Halikarnas Balıkçısı adını takınması, edebiyatımızda daha önce görülmedik yeniliklerdir. Ege denizinin efsanelerine, denizcilik usûl, töre ve olaylarına vukufu; o çevrenin eski inançlarına ve Türk denizcilik tarihine ait geniş bilgileri, onun edebiyatımızda bir deniz romanları çığın açmasına sebep olmuştur. Ünlü hikayeci Sait Faik ve romancılardan Yaman Koray, denizi anlatan eserlerinde Cevat Şakir’in deniz hayranlığını ayrı açılardan paylaşmışlardır.
Halikarnas Balıkçısı Fikirleri
Halikarnas Balıkçısı ’nın bütün yazılarına, hikâye, roman ve sohbetlerine yayılmış temel görüş:
»Anadolu, yalnız 1071’den yani burayı alıp vatanlaştırışımızdan sonra değil, ondan önceki kat kat bütün devirleri, medeniyetleri, âbideleri, kültürleri ile de bizimdir. Onu benimsemekten de fazla olarak kendi malımız olarak bilmemiz, yabancılara karşı savunmamız gereklidir. Çünkü, Anadolu’da gelişen medeniyet ve kültürlerin Yunanlılık (Hellenlik) le bir ilgisi yoktur. Eti, Frik, İyon, Urartu, Bizans ve Türk kültürleri, bu topraklarda mutlu bir karışım yapmış, bundan Türk Akdeniz medeniyeti doğmuştur. Biz bu gerçeği benimsememek suretiyle, kendi medeniyetimizi, kendi elimizle ret ve Yunanlılara devretmiş oluyoruz. Oysa, bugün Anadolu Türk’ünün eşyaları, inançları, sanattan, yaşayış tarzları, efsaneleri, hatta dili içinde bu eski medeniyetlerin kalmtılannı görmek zor değildir.” Cevat Şakir’in bazen da aşırıya giderek, Türklüğün ve Osmanlı’nm Ege’deki varlığına gölge düşürdüğü de görülür. Bu konudaki birkaç sözünü kaydedelim:
“Klâsik medeniyeti Anadolu’da kuranlar, bugün Anadolu’da yaşayan halkın uzak cedleridir. Batı’da küçük çocuklara Yunan efsaneleri diye Anadolu efsanelerini okutup ezberletirler. Bunlar, bizim elde etmek istediğimiz Batılı kültürün kökünü ve temelini teşkil eder.
Bizse, dudaktan olarak Batılılaşmaktan söz ederiz. Ne var ki Anadolu’daki eski kültürlerin sözü geçtikçe – Adam sen de Yunan kültürü!- diye omuz silkeriz… Bu sebep, Batı’nın kendisini sütbesüt klâsik asıldan, bizi ise, barbar aslından Aziyatik (Asyalı) sayması bizim de bu kanaatına içten içe katılmamızdır.”
Böyle’ düşünen Balıkçı, kendisini özellikle Ege denizi kıyılarına yığılmış parlak medeniyet kalıntılarının, eski yıkık şehirlerin, seçkin sanat eseri heykellerin, sütun ve kabartmaların, jimnazyumların, tiyatroların, agoraların mirasçısı saymaktadır. Buraların o Yunanlılara değil de “Anadolu”ya ait olduğunu, Batılara karşı savunmaktadır. Kendince çok önemsediği “Avrupalılığımız’ın belgelerini de (Türklük ve İslâmlıkla hiç ilgisi olmayan) bu eserlerde görüp göstermektedir.
Balıkçı’ya göre bu kıyılar, vaktiyle Avrupa’nın soygununa uğramıştır. (Hâlâ sürüp giden) Bu soygunda İngiliz, Fransız ve Almanlar, bugün müzelerini lebâlep dolduran büyük Anadolu eserlerini soyup götürmüşlerdir.
Bu arada İngilizler vaktiyle ’ın (Bodrum) dünyanın yedi harikasından biri olan “Mozoleum” (anıtkabir) indeki heykel ve kabartmalardan bir kısmını British Museum’da teşhir etmektedirler.
Halikarnas Balıkçısı, yoğun biçimde Grek mitologyası ile İyonya sevdasının, denize bağlı, çoğu eski inançlar içinde Fröyd’cü seks yorumlarının içinde dolaşan bir yazardır. İslama karşı kaba bir yan bakış ve kayıtsızlık, onun kahramanlarında, zengin ve bürokrat kişilere hor ve şüpheli bakışla birleşir.
İçinde deniz, adalar ve kıyılar olmayan tabiatı pek de sevmeyen, fakat denizin hâkim olduğu tabiata aşk derecesinde bağlı olan Cevat Şakir, yukarda saydığımız duygu ve görüşleri, roman, hikâye ve bütün eserlerinde alt yapı olarak kullanmıştır.
İyonya dediği Anadolu’nun, Yunanistan’a çok üstün olduğunu “Anadolu’nun Sesi, Tarih ve Helenizm” (Cumhuriyet, 16 Ağustos 1977) adlı eserinde, şu başlıklarla anlatmıştır
“Akdeniz, dünyanın altıncı kıt’asıdır… İyon Uygarlığı Anadolu’nun malıdır. Onu Atina’dan gelenler yapmamıştır… Homeros, Atinalı değil İyonyalıdır. Sokrates’in öldürüldüğü yerde fikir özgürlüğü yoktu. Homeros da Atina’da olsa öldürülürdü… Aklın ışıklı yoluna ilk ulaşan İyonya’dır…”
Homeros’tan başka Haketeos gibi coğrafyacılar ,Kadmos, Peresides, Ksanton gibi ilk nesir yazanlar, Stanköylü Hippokrat gibi akılcı filozoflar Miletos’lu Tales, Aksimendros, Aneksimenes gibi matematikçiler, milâttan önce beşinci yüzyılda Efes’te doğan Hereklaitos gibi akılcı filozoflar, hep Anadoluludurlar… “Yani Anadolu kültür, sanat ve medeniyette Atina’dan çok ileridir. Helenizm, hiçbir şeyin orjinal kaynağı olmayıp nesi varsa Anadolu’dan gelmiştir.”
Bu sözler, derin ilgi ve sevgiye dayalı uzun incelemelerle birlikte, hayranlığı dolayısıyla abartılmış iddiaların da yankılarıdır. Ayrıca, dünyadaki yalan yanlış Grek ve Helenizm hayranlığına karşı, vatanımızın eski bir çehresi olan İyonya’nın da hararetli bir savunmasıdır. Batı’nın Yunan hayranlığına karşı ancak bu iddialar ileri sürülebilir.
Ne var ki, Cevat Şakir aşın tutku haline getirdiği bu İyonya sevdası içinde, başka hiçbir şeyi göremez hale gelmiştir. Düşünülsün ki topraklar üzerinde uzun bir tarih yaşayan, buralara yeni üslûp getiren Selçuklu ve Osmanlı asırlarını da unutmuş, Hristiyanlık ve Müslümanlığın etkilerini de külliyen inkâra yönelmiştir…
Cevat Şakir, bütün Anadolu’yu Türklerden önceki kavimlerden, onların kültür ve medeniyetlerinden ibaret gören başka bazı “İyonist” ve “hümanist’ler gibi, Türklüğün bu topraklar üzerinde soy, dil, üslûp, folklor, mimarî olarak varlığını bile unutmuştur. Meselâ:
“Anadolu’ya bölük pörçük, parça parça gelen Türkler, buradaki yerli halka karışarak yok olup gittiler” gibi saçma, gülünç ve hatta düşmanca sayılacak iddiaları da, bazı kişilerle beraber ileri sürebilmiştir.
Şüphesiz ki, Anadolu’da, bizden önce de insanlar yaşamış, medeniyetler, mimarîler bırakmışlardır. O eserler de elbette bizimdir. Fakat, o eserlere “mahkûm” olarak değil “hâkim” olarak sahip çıkmak durumundayız. Nitekim Anadolu’nun koruyucusu, kurtarıcısı olduğumuz gibi, kültür, medeniyet ve folklorda, onun son sahibi, son çehresi ve gerçek şahsiyeti de Türklüktür… Türk-İslâm kültürü ve medeniyetidir. Yunus Emre’de sembolleşen ve yücelen olgun (kâmil) insan ülkümüzdür.
Cevat Şakir ( Halikarnas Balıkçısı) bir gün İngiliz Kraliyet sarayına şu mektubu yazdı:
“Bu heykellerin kadrini biz bilmezken siz bilmiş ve alıp götürmüşsünüz. Bundan ötürü size darılmaya belki hakkımız yok. Ama bu heykeller, Londra’nın sisleri için değil, buraların mavi gökleri için yapılmıştır. İnsanlık adına getirin bu heykelleri yerine koyalım ve hep birlikte mavilikler içinde seyredelim. ”
Balıkçı’ınn bu haklı, fakat olmayacak dileğine İngilizlerden şu fantastik, mi- zahlı cevap geldi:
“Size hak vermekle birlikte bu eserleri müzecilerin elinden koparmak bizim ömürlerimizden çok uzun sürecektir. Onun için şimdilik bu heykellerin bulunduğu salonun duvarlarını maviye boyamayı daha kestirme bulduk’’
Çevre: Balıkçı’nın hikâye ve romanlarında ön sah tutan unsurdur. Bu bütün kıyılan, enginleri, adaları, küçük tersaneleri, kurutma ağlan, kayıkları, gemileri motorları ve çok yeşil tepeleri, ölü, şehir kalıntıları ile Ege denizi ve dolaylarıdır.
Tâ dibine kadar bütün derinlikleri, bitkileri ve hayvarılarıyle tanıdığı denizin fırtınalı, sakin, amansız veya uysal hâllerini, zaman zaman dil sürçmeleri ve cümle sakatlıkları da bulunan ama şiirli diliyle tasvir etmektedir.
Mavi Sürgün adlı otobiyografik romanından, bu tasvirlerde nelere kadar ince ve dikkatli olduğunu gösteren, birkaç örnek verelim:
“Burada îyonya üslûbunda binlerce senelik bir tapınak artığının yanıbaşında Keykubat’ın bir Selçuklu kalesi yükselir. Kalenin gölgesinde bir Bizans kilisesi şekerleme kestirir. Karşı tepede Şövalyeler’in bir şatosu kararır. Bir yere varırsınız orada yetişen gülün rengi ve kokusu ora köylü kızının türküsü gibi etrafa hazin hazin yayılır. ”
“Bir yerde, şiddetli ışıkta kızgın, gölgede ise kapkara, duvar gibi dik yarlar arasında bir dere köpürüyordu. Dere koca kaya parçalan, çalılar ve kırmızı demetsi zakkumlarla âdeta boğulmuş, kıyamet kopuyordu. Ona Çine çayı diyorlar. Sonradan öğrendim ki, Marsiyas ve Apollon arasındaki müsabakada, Marsiya galip çıktığı için Apollon öfkelenmiş; Marsiyas’ın derisini yüzerek onu öldürmüş. Dağ ve su perileri kendilerine tatlı tatlı kaval çalan Marsiyas’a öylesine acımışlar ki, döktükleri gözyaşları ile bu Çine çayı’nı meydana getirmişler.”
Olaylar
Yine o denizin üstünde, dibinde veya kıyısında çalışan insanların başlarından geçmektedir. Ege kıyısı insanlarının, bin yıllardır buralarda yaşayan halklardan ve kendilerinin piri olan soylu denizcilerden süzülüp gelmiş inanç, töre ve mitos- lan vardır. Bu cennet kıyılardan buraların sır’larından uzak düşen roman kişileri pişman ve bahtsızdırlar. “Velinimet” denizi terkederek büyük şehirlere düşenlerin çoğu, ya acıklı bir serencama uğrayarak mahvolurlar, ya da kendilerini hemen toparlayıp sevgili denize dönerler. Bu romanlardaki olayların çoğu, denizlerin ortasında sanki ölüme değil de “Deniz tanrısı ”nın kucağına bırakılan gemicilerin felâketleriyle sona ermektedir.
Kişilerin çoğu balıkçı, gemici, süngerci, dalgıç, kaptan, tayfa, gemi inşaatçısı soyundan, ekmeğini denizden bin güçlükle çıkaran insanlardır. Halikarnas Balıkçısı ‘nın hikâye ve romanlarında kaynaşan bu kişiler kıt kanaat geçinirler, ama gönülleri zengin, yürekleri aşk ve şiir doludur. Eski mitoslardan sürüp gelen inançlara ve Kader’e mutlak şekilde teslim olmuşlardır.
Yazar’ın “Ötelerin çocuğu” diye andığı bu iyi kahramanlar, nerede olsalar deniz özlemi çekerler, dost gönüllüdürler, paraya değer vermezler, vefalıdırlar, insanların yardımına koşarlar. Eziyetli hayatlarını zevkli bir tutkunlukla severler.
Kıyılarda sakat kalmış veya yaşlanmış eski denizciler geçmiş günlerinin hatırasını sonsuz üzüntüyle naklederler. Kendilerini çalıştıranlara ve belki sömürenlere karşı içlerinde aşın kin yoktur. Cevat Şakir eserlerinde sınıf çatışması fikirlerine yer verirse de doktrinci Marksist görüşlere fazla iltifat etmez. Teker teker insan gerçeklerini dile getirir, her sınıftan iyilerle kötüler üstünde durmaya çalışmakla birlikte, büsbütün tarafsız da olmamıştır. Çevrede gördüğü yoksulluğun baskısı ve o zamanlar moda olan, sosyalist görüşün etkileri ile, onun romanlarında da “sömürenler, sömürülenler” ayrımı yapılmıyor değildir. Ayrıca “kötü” olarak kınanan deniz ağalarının bir kısmı da “dindar olan” veya öyle görünen kişilerdir… Çünkü İyon mitos’ları içinde kendinden geçen Cevat Şakir, bütün dinlere ama özellikle de İslâmiyet’e karşıdır. Dinleri, eski öz kültür ve mitos’ları bazen birer medeniyet düşmanı saymaktadır. Zaten, İslâm, milliyetçilik, millî tarih gibi fikir ve inançlara hem yabancı hem de muhaliftir.
Üslûp ve Teknik
Halikarnas Balıkçısı ’nın pek az önem verdiği ve fazlaca ihmal ettiği unsurlardır. Denize ait gözlemlerini coşkun ve gür şürli bir dille anlatır, fakat üslûba, plâna aldırmaz. Tahkiye-tasvir, ve söyleşmeler arasında orantı kurmaya yanaşmaz. Cümlelerini çok uzatır, bozukça söz dizimleri yapar ve bunları düzeltecek sabrı gösteremez. İlham ve sevgiyle yazar, fakat sanat disiplininden yoksundur.
Hikâye ve romanlarında olayların akışını keserek araya bilgiler sıkıştırması da, Ahmet Midhat Efendi ’yi andıran eksikliklerdir. Ne var ki bu bilgi aktarmacılığının, en yeni romanda dahi modalaştığını bugün görmekteyiz.
Bunun yanısıra, pek çok sayıda deniz ve denizci terimlerimleriyle yüklü, canlı, okunaklı bir anlatışı vardır. Tarih romanlarında, Türk deniz tarihine ve Akdeniz’e ait eski savaşları ve olayları bütün ayrıntılarıyla, kaptanlarıyla, gemi adlan, leventleri, gemi çeşitleri ve iç bölünüşleriyle, bordaların olduğu özel mahalleriyle yaşamış gibi bildiği görülür. Balıkların adlarını, şekillerini ve çeşitlerini, dalgıçlık ve süngercilik tekniklerini görülmemiş vukufla anlatır. Kıyılara, denize, balıklara, görünen görünmeyen derya sakinlerine ait efsaneler, inançlar, fıkralar nakleder.
Halikarnas Balıkçısı ’ndan Bir Hikâye Geç Kalma
O’na Köyde MORUK diyorlardı. Adı Davut Çavuş’tu. Fi tarihinde redif olarak Fethibülend Korveti hümayununda iken bir bacağını bir top güllesi alıp götürmüştü. Sonra doğduğu yer Bodum ’a gitmişti. Ona aylık bağlamışlardı. Oradan evlendi.
Kendisi ve karısı kendilerini dünyanın en mesut bir çifti sayarlardı. Kan koca taş ve çamur taşıyarak önü bir rasma çardağıyle gölgelenen beyaz badanalı bir ev
yaptılar. Bir erkek çocukları oldu. Ondan sonra bir kız ve bir kız daha dünyaya geldi. Derken karısı öldü. Kızları büyüyüp evlendiler. Erkek harpte şehit oldu. Ondan sonra Davut Çavuş ilçede oturamadı. Gökabat kıyısında köye çekildi.
Davut’un çocukluğundan beri en hoşlandığı şey balık avlamaktı ve balığı da yakalardı ha! Balıkların çeşitlerini, âdetlerini, hangi yemi sevdiklerini iyi bilirdi. Hemen hemen de bahktan başka bir şey yemezdi. Köyde on yıl, yirmi, otuz, kırk yıl balık avladı. Yamaladığı veya kuruttuğu balık ağlarının ve sepetlerinin etrafında oynaşan köy çocuklarının sakallan kırlaştı. O çocuklar Davut Çavuş’un adını unuttular. Ona Moruk diyorlardı. Son sıralarda eskisi kadar balık avlayamıyordu. Zaten paraya da ihtiyacı yoktu. Kahvenin önünde güneşte.oturup çubuğunu tellendirmek, dokuz mil açıkta sığa gidip bütün gece seksen kulaç derinliğindeki paraketa çekmekten daha rahat oluyordu. Balık avı artık onu fena halde yoruyordu. İhtiyarlık sinsice iliklerine kadar işlemişti. Kahvede birkaç kuşak delikanlılarla kahve içmişti. İlk kahve içtiği insanların, şimdi torunlarıyle kahve içiyordu. Onlara masallar anlattırdı. Kimi masalın ortasında uyuyakalırdı. Artık kulağı duymaz olmuştu. Daha sonraları durup dururken çenesi düşerdi ne gevezelenir- di.
Kahvedekiler artık ihtiyarın “Fethibülend Korveti Hümayunu” diyerek söylediklerine, “bunadı” diye kulak vermez oldular. Zaten kahveye kadaryürümek de ona zor geliyordu . Kulübesinde kalıyordu. Vaktiyle onun etrafına sarmaşıklar dikmişti. Sarmakşıklar percereyi sarıp örmüştü. Kulübe bir mağara kadar karanlıktı.
Kezban Nine, Davut’un oğluyla yaşıt ve onu Bodrum’da görmüş olduğu için Davut’a onun kızı imiş gibi bakardı. İhtiyara ara sıra kızlarından mektup gelirdi. Onlara cevap yazdırırdı. Fakat sonra onları da unuttu. Mektupları açmadan cebinde olta, misina ve balık yemi parçalarıyla taşırdı. Kızlar da cevap alamayınca ölmüş olduğunu sandılar ve bir daha yazmadılar. Balığa gidemediği için ağlarını sepetlerini çaldılar. Fakat aylığı bahriyeden muntazaman geliyordu.
Ne var ki, Moruk’un ötesinde berisinde ağrılar, sızılar başladı. Ara sıra oğlunu özlerdi; onun çocuk iken baharda açan gelincikler ve otlar arasında oynayışı gözünün önüne gelirdi. Oğlunun neden kendisini görmeğe gelmediğine şaşardı.
Bir yaralama işi için köye genç bir hükümet doktoru geldi. Doktor başını eğerek sarmaşıklı kapısından girdi. Moruk, oğlunun geldiğini sandı. Güç belâ yatağında doğruldu.
Askere giderken oğlu “Ey gaziler!” türküsüyle yola çıkmıştı. Moruk toplayabildiği sesiyle “Ey gaziler!” türküsünü söylemeye koyuldu. Sesi sendeledi, harharalandı ve oğlunun çocukluğuna ait hatırladıklarını anlatmaya çabaladı ama gözleri yaşlarla doldu. Koluna iğne gibi bir şey soktular, doktorun kendi oğlu olmadığım söylediler. İhtiyarın canı sıkıldı uykuya vardı.
Doktorla köy muhtarı, Darülaceze gibi bir şey söyledi. Onun üzerine Moruk kendisini Bodrum’da dispanserde buldu.
Oradaki birkaç gün oğlunun gelip kendisini götürmesini bekledi.
Oradaki hademeyi de oğlu sandı ve “Ey gazileri” söylemeye kalkıştı. Neden olduğunu bilmiyordu. Fakat oğlunu hatırladıkça, mutlaka yemyeşil otlar üzerinde rüzgârda sallanan alev renginde gelincikler görünüyordu. Herkese gelincik tarlasını anlattı. Artık herkes Moruk’un oğlundan bıkıp usanmıştı. t Bodrum’da ihtiyarı vapura bindirdiler ve vapurun başaltında onu bir ranzaya yatırdılar. Orada gençliğindeki kokulan kokladı, dalgaların hışırtısını da duydu. Korvetin baş aşçısı da kendisi gibi bacağını kaybetmiş ve ondan dolayı tahta bacaklıymış. Bir akşam Hüdeyde’de karaya çıkıp biraz içtikten sonra gemiye dönmüştü.
Hamur teknesini denize indirerek tahta bacağını kürek gibi kullanmış ve gemiyi çepeçevre dolanmıştı. Baş aşçı Kasımpaşalı bahriyelilerden imiş… İhtiyar bu olayı anlatırken birdenbire gelinciklerden konuşmaya koyuldu. Onu dinleyenler ihtiyar yine oynattı diye birbirlerine manalı bakıştılar. Gemi doktoru gelince tayfalar “demincek başı gelinciklerle doluydu” dediler.
İhtiyar gece ortası uyandı, açıkta sığın üzerinde iki balık sepetini unuttuğunu söyledi. Sonra gülerek:
– Balıkların büyükleri de, küçükleri de sepete girerler. Sepette büyükler küçüklerini yutar. Sonunda sepette kocaman balık kalır, dedi.
Tayfanın biri yatağının kenarına ilişti. Moruk onun eline sarıldı. Ona: “Oğlum çok iyi ettin de geldin” dedi ve “şimdi beraber gideriz. Seninle beraber annen Ayşacığı buluruz. Evden çarşıya çıkarken kapıdan bana hep “geç kalma Davut” derdi.” Gecikmedin. İşte eve dönüyoruz. ” diye ekledi.
Tayfa ağlamamak için kendini zor tuttu. İhtiyar, “Ey gaziler” diye mırıldandı, içini derin derin çekti. Uykuya vardı. Alnında tek damlaları boncuklandı. Bir iki tayfa birbirlerine bakıp, “Uyuyor; uyandırmayalım, rahat etsin.” dediler.
Denizin fışırtısı işitiliyordu. Moruk artık hiç uyanmadı. (Yaşasın Deniz, 1954)
Bodrum’a ve Denize Doğru
Bodrumlulardan ve Mustafa’dan: “Denize varmayacak mıyız?” diye soruyordum. “Güvercinlikte deniz kıyısına varınız” diyorlar. Kaç aydır deniz yüzü görmedim yahu.
Denizi görmeden önce onun yaklaşmakta olduğunu, onun müjdecisi olan rüzgârdan havadan, bir de bitkilerin başkalaşmasından hemen anladım. Toprak bolca kumluydu. Sert ve kısa eğrelti otlan, süpürge otlanyla ılgınlar, cüce kalmış çeşitleri, zakkumlar ve kıyı hindibâları yerlere pusuşlarıyla duruş ve el kol sallayışlarıyla büyük zorbanın baskısı altında olduklarını bildiriyorlar. Hele çalılar korkudan iki büklüm büzülmüş, yerlere sinmiş, kumlara gömülmüşlerdi. Tek tük sıska ağaçlar da öyle. Kasıp kavuran deli boralar tarafından cin çarpmışa dönmüşler, burkula burkula, karman çorman olmuşlardı. Belli M kökleriyle bağlı olmasalar Akdeniz fırtınalarının önünde, köklerini ve kuyruklarını ardlarına kısarak çığlık çığlığa ilerlemekte olan bizlere ve içenlere doğru tortop yuvarlanarak uçup kaçacaklar.
Eh, koca deniz bu! Bitkilere yalnız bitkilere değil, insanlara da korku verir, ilerliyoruz. İçimde bir heyecan var. Denizi görmüyorum ama kulağım delik, güçlü sesini duyar gibiyim. Uzaktan işitilir işitilmez bir uğultu. Bir dereye indik; önümüzde bir sıra kmk diş gibi kayalar var. Şüphe yok artık! Bu uğultu, homurtu değil, sütbesüt Hazretin gürleyişi. İki ağırbaşlı davudi nota… Ama bir saat rakkası gibi “trik trak” değil. Monotonluğu yok. Canlı bir şivenin duyguluğu var. Çıktık kayaların tepesine. Al sana Cevat! İşte Arşipel!
Cezir ve elektrik dalga bütün yüküyle kıyı çakıl ve kumlarına binince suların inleyici seslerine yuvarladığı binlerle deniz kabuğuyla çakılların şarıltısını gene bağrına çekiyor. Derken bir hırlayış! İşte karaya sürdüğü binbir şeyi gene bağrına çekiyor. Denizin daha nice sesleri vardır…
…Ilık, tuzlu rüzgâr saçlarım arkaya uçuyor, göğsümü açtım. Bütün yolcular – beni beklemek için değil – kendiliklerinden durdular. Atların kuyrukları ve yeleleri, rüzgârda uçuyor. Kan ter içindeler. Onlar da denize bakıyor. Hatta kayaların
– gözleri yoktu ama – duruşları denize donakalmış bir bakıştı.
… Birdenbire ufuklara kadar masmavi deniz görüyoruz, lüle lüle kaymak köpükler kıyılara yayılırken göklerde de köpükler kadar beyaz martılar çark ediyor. Yahu yeryüzünde martıların bulunduğunu bile unutmuştum…
… Derken yol birdenbire takla attı. Kendimizi körfezin dibinde Güvercinlik denilen yerde bulduk. Kendi adına ve adı da kendine uygun bir yer. Burası yalı, kenarında ağaç diye yeşil duman kümeleri. Bu kümelerin ortasında fıskiyeler hâlinde kanat şakırtıları savruluyor göklere, sonra düşüyor. Hep güvercin. Açıkta da Arşipel’in maviler ve ışıklar çıldırışı. (Mavi Sürgün, 1961, s. 119 -121)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL
Halikarnas Balıkçısı kimdir?
İstanbul’da doğdu (1886). Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı’dır. Ortaöğrenimini Robert Kolej’de (1904), yükseköğrenimini Oksford Üniversitesi Yeni Çağlar Tarihi Bölümünde tamamladı (1909). Ülkeye dönünce yazarlık, çevirmenlik, ressamlık yaptı. Asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı nedeniyle üç yıl Bodrum’da kalebentliğe hüküm giydi. Cezasının bitiminden sonra da uzun süre sürgün yerinde yaşadı (1925-1945). Kentin antikçağdan kalma değerlerinin ortaya çıkarılmasında büyük katkısı oldu. İzmir’e yerleşti. Fuarı çiçeklendirme işlerinde çalıştı. Turist rehberliği ve yazarlık yaparak yaşamını sürdürdü. 13 Ekim 1973’te öldü.
Halikarnas Balıkçısı ’nın ilk öykülerinin yayımlandığı dönemde, Sabahattin Ali ve Sait Faik, kent, kasaba, köy ilişkileri içindeki yeni insanı getirdiler. İkisi de ayrı yollardan değişik işleyiş yöntemlerine bağlı öykülerin oluşum koşullarını araştırıyorlardı. Bu yıllar sürekli olarak öykü yazan ünlü romancı Halit Ziya ile toplumcu gerçekçi sanatın kuramlarını koymaya çalışan Sadri Ertem’in edebiyatımızın bu yeni kan dolaşımı karşısında durağan, eski ve etkisiz kaldığını söyleyebiliriz.
Aynı dönemde Akdeniz kıyılarının özgür havasıyla çıkıp gelen Halikarnas Balıkçısı ’nınsa gücünü özgünlüğünden aldığı genellikle kabul edilmiştir. Yeni serüvenlerin çizgeninde, doğayla kucak kucağa sevişen, çarpışan yeni insanlar Balıkçı öyküsünün çarpıcı öğeleri olarak görünmektedir. Bilinen kurallara sığmayan anlatımı vardır Balıkçı’nın. Özellikle doğayı yansıtırken bilinçaltından taştığını söyleyebileceğimiz bir çağıltıyla karşılaşırız. Renkten renge somutlanan yanan bir şiir düzeyidir bu. Ekmek kavgasını yaşayan insandan soyutlanmadığı için burgu gibi delici ve yalınlaştırılmış bir felsefenin kanıtlarıyla donanmış görünür. Öyküsünün kahramanlarıyla birlikte varlığım sezdiğimiz Balıkçı’nın yıllar yılı biriktirdiği her şey izlenim, düşün, şiir olarak kucak kucağadır çünkü. Çoğu zaman tümce, öyküdeki işlevinin ötesine geçmiştir. Belki bu nedenle yer yer bir süngercide, yazarın doğa sevgisi; denize uzaktan bakan bir orman köylüsünde yazarın bilgeliği ağır basar. Emekçi smıf ve tabakalardan değişik kişiler (tütün işçileri, balıkçılar, tayfalar, dalgıçlar, köylüler, kaçakçılar, yoksul kadınlar ve çocuklar) Halikarnas Balıkçısı ’nın öykülerinde temel öğe olarak görünürken varlıklarıyla bir dönemin yaşamını yansıtırlar.
Halikarnas Balıkçısı Romanları
Halikarnas Balıkçısı ’nın romanları da deniz ve insan ilişkilerinden kaynaklanmıştır. Aganta Burma Burinata’da paranın pulun, zengin toprakların, kadın tutkusunun yok edemediği deniz sevgisi öykülenir. Romanın baş- kişisi Mahmut geçirdiği deniz kazasından sonra karaya çekilmiş, dünya nimetlerine kavuşmuştur, ama içindeki yangından kurtulamamıştır. Deniz yüzü görmeyen bir köyde yaşama zorunluğu, hangi zenginliklerle donanmış olursa olsun, kandıramaz onu. Karısının kollarındayken bile “çatık suratlı deniz geceleri”ni özlemekte, sömürü düzenindeki yerini yadırgamaktadır. Eli öpülen bir ağa olmaktan utanç duyarak içindeki deniz özleminin gelgit’lerine bırakır kendini. Sonunda dalgaların çağrısına koşar. Bu onun birey olarak kurtuluşu demektir.
Ötelerin Çocukları’nda kıyı köylerinin insanı vardır. Denizciler, denizdeki serüvenlerinden çok, kişilikleriyle karşımıza çıkarlar. “Öteler”i kentlerin, uygarlıkların ötesi anlamına kullanır Balıkçı. Romanı, erkeksiz köylerin kurumuş kalmış kızlarından biri olmak istemeyen Elifin doğurma tutkusuna bağlarken Sabahattin Eyuboğlu’nun belirttiği gibi doğa anadan yana çıkar. Elif’in doğurma tutkusunda iyinin güzelin analığı simgelenmiştir. Kızını öldürenlerse güzel yarınları beşiğinde boğan aykırı, kara güçlerdir. Deniz Gurbetçilerinde sömürü düzenini sürdürmek için, çalışmaktan ve kazandıklarını bölüşmekten başka suçu olmayan denizcileri öldüren Karakulak gibi çıkarcıları sergiler Balıkçı. Bu romanda iyiler iyiliğin, kötüler kötülüğün yarışçıları olarak görünmektedir. Büyük-küçük, usta-çırak denize çıkabilen her insanın varlığında bir para makinesi gören Karakulak, Ateşoğlu Kaptan gibi doğa ve insan sevgisinin kimliğinde insanın insana kul olmayacağı bir toplumun yaratıcısını yok etmek ister.
Halikarnas Balıkçısı ’nın romanlarında kişiler tanıdığımız kişilere benzemezler pek. Olağanüstü yanları ağır basan, görmüş geçirmiş, anlatacak şeyleri olan insanlardır. Gençler bile ya bir serüvenden geçmişlerdir ya yakınlarından birinin yaşadığı serüven onlara deney kazandırmıştır. Konuştukları zaman genellikle eski ile yeni arasında bağlar kurmaya meraklıdırlar. Kimilerinin en eskiyle coşkulanarak masalla gerçeği bütünleştirmeye çalıştığı bile görülür. Yiğitler eksiksiz yiğit, tokgözlüler tam insan; benciller noksansız kalleş düzencidir. Deniz Gurbetçileri’nde Karakulak Kaptan’ı, Aganta’da Hakkı Reis’i sömürü düzeninin “prototipleri” olarak çizen Balıkçı, bunların özellikle doğaya düşman yanlarını koyar ortaya. Kan, öldürme ve sömürme tutkusu, kendilerine de dış dünyaların güzelliklerine de yabancılaştırmıştır onları. Selim Kaptan (Ötelerin Çocukları), Ateşoğlu Kaptan (Deniz Gurbetçileri) gibi iyiliğin güzelliğin adamları düşünür ve şairdirler. Sanki masalla gerçeği buluşturacak bir dünya vardır kafalarında. Eylemleri, dirençleri bu dünyaya bakarak yolunu yöntemini bulmuş gibidir. Denizler, gökyüzleri, ağaçlar ve renkler insanlar kadar saygındır onlar için.
Balıkçı’nın romanlarında erkeklerini getirecek teknelerin yelkenlerini gözlemekten yorgun düşen sabırlı kadınlar da sonuna kadar yiğit ve kadın saygınlığında görünürler. Aganta’da geçirdiği kazadan sonra sevdiği erkekten kaçan Fatma, Deniz Gurbetçilerinde Karakulak’ı bıçaklayan Hacer Nine, Ötelerin Çocuklarının Elifi aynı erdemlerin yoğurduğu kişilerdir. Kişilerinin fiziksel varlıklarını ayrıntıları ile çizmeye özen gösterir Balıkçı. “Uzun ve çalımlıydı. Salman güçlü ve geniş kalçaları üzerinde gövdesini ve sert göğüslerini dimdik taşırdı. Benzi uçuk mu uçuktu. Sıtmayla sapsarıydı sanki. O solukluğun ortasında iki kara mı kara gözleri, bir de nemli kırmızı dudakları vardı.” (Deniz Gurbetçileri, sf. 31).
Halikarnas Balıkçısı ’nın romanlarının geleneksel kuruluş gereklerine uyduğu söylenemez. Kimi zaman, sayfalar boyunca uzayıp giden betimlemeler roman yapısına aykırı görülebilir. Nedir ki, yeni bir yaratının coşku ürünleri olarak üstün etki düzeyleri meydana getiren yer yer bir Akdeniz efsanesi, yer yer de şiir dokusunda, daha önce edebiyatımızda benzerine rastlamadığımız doğa sergileridir bu betimlemeler. Bu kesimlerde, “keskin mavi kıvılcımlar”, “alev parçası” (Aganta Burina Burinata, sf. 89) biçiminde tamlamalar sık kullanılmıştır. Bu, Balıkçı’nın üslup özelliğidir.
Denizi ve deniz insanlarını, deniz zenginliğini ve yoksunluğunu, deniz güzelliğini ve acımasızlığını, denizden almayı, denize vermeyi, denizde yaşayıp mutlu olmayı, denizde yiterek evrene karışmayı destanlaştıran romanlarıyla Halikarnas Balıkçısı, edebiyatımızı gençleştiren ve bizde Akdeniz-Ege bilinci yaratan ilk kalemdir.
Halikarnas Balıkçısı Yapıtları
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.
Halikarnas Balıkçısı kimdir? Hayatı ve eserleri: Cumhuriyet devri roman ve hikâyecilerden. Asıl adı Cevad Şâkir Kabaağaçlı olup, 1886 yılında İstanbul’da doğdu. Zengin ve nüfûzlu bir zât olan Şâkir Paşanın oğludur. Çocukluk yılları Atina’da geçmiştir. İlköğrenimini İstanbul’da Büyüka’da Mahalle Mektebinde, orta öğrenimini İstanbul Robert Kolejinde yaptı. İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi Yeniçağ Târihi bölümünü bitirdi. İlk yazıları 1904 yılında İkdâm Gazetesi’nde yayınlandı.
1910 yılında gazetecilik hayâtına başladı. Bu arada resimler, karikatürler çizdi, süslemeler yaptı. 1925 yılında Resimli Hafta Mecmuasında yayınladığı asker kaçaklarının yargılanmaksızın îdâm edilişlerini tenkid eden bir yazısı yüzünden İstiklâl Mahkemesinde önce îdâma sonra Bodrum’a sürgüne gönderildi. Burada denize ve çiçeğe olan sevgisi daha arttı. O kadar ki, üç yıl sürgün olarak gittiği Bodrum’da 23 yıl kaldı. Çok hikâyelerinin konusunu oradan çıkardı. Orada süngercilik, balıkçılık ve tarımla uğraşarak geçimini temin etti. 1926 yılından sonraki eserlerinde Halikarnas Balıkçısı adını kullandı.
Sonra çocuklarını okutmak için İzmir’e taşındı. Bir süre belediye bahçıvanlığı yaptı ve yazılarının geliriyle geçindi. Son yıllarını turist rehberliği yaparak, İyon, Roma ve Türk İslâm devirlerini ve sevdiği Ege’nin masal ve mitos dolu kıyılarını yabancılara tanıtmakla geçirdi. Sevdâlı deniz yazıcısı olan Cevad Şâkir, su ve kıyı adamlarının hayallerini bir gözlemci gibi değil, onlar gibi yaşamış ve öyle anlatmıştır. Roman ve hikâye kahramanlarının korku ve hayranlıklarını, kader karşısındaki âcizliklerini, denizin kabarık ve uysal tabiâtını, kendi içinde duyarak yansıtmıştır. Eserlerinde devamlı olarak; “Anadolu, 1071 Malazgirt Zaferinden önce de kat kat bütün devirleri, medeniyetleri, âbideleri, kültürleri ile bizimdir. Onu benimsemekten de fazla, kendi malımız olarak bilmemiz, yabancılara karşı savunmamız gereklidir. Anadolu’da gelişen medeniyet ve kültürlerin Yunanlılıkla bir ilgisi yoktur. Biz medeniyetimizi elimizle Yunanlılara devrediyoruz.” fikrini müdâfaa etmiştir.
Hikâye ve romanlarında; bütün kıyıları, adaları, tersâneleri, kayıkları, gemileri, yeşil tepeleri, Ege Denizi ve dolaylarını konu edinmiştir.
Eserlerinde sınıf çatışması gibi doktrinci ve sanat dışı kompleksler katmayarak insâni gerçekler ve her sınıftan iyilerle kötüler üstünde durmuştur.
Uslûba ve plâna bakmaz. Denize âit gözlemlerini coşkun gür ve şiirli dille anlatır. Cümlelerini çok uzatır. Bozukça cümle dizileri yapar, sanat disiplininden mahrûmdur. Hikâye ve romanlarında olayların akışını keserek araya bilgiler sıkıştırması da önemli bir kusurdur.
Bunun yanısıra kıyılara, denize, balıklara, görünen görünmeyen deniz sâkinlerine âit efsâneler, inançlar ve fıkraları sâde bir üslub içinde anlatır. 1971 yılında Kültür Bakanlığının Devlet Kültür Armağanı’nı aldı. 13 Ekim 1973 târihinde İzmir’de vefât etti.
KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 8. CİLT