Hikmet Erhan Bener kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1929) Türk yazar. Bireyi hep toplumsal gerçekler içinde ele almış birey-toplum çatışmasını ruhsal çözümlemelerle incelemiştir. 19 Nisan 1929’da babasının öğretmen olarak görevli bulunduğu Kıbrıs’ın Lefkoşe kentinde doğdu. İlk ve ortaöğrenimi sırasında babasının görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli il ve ilçelerinde okudu. 1946 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Okulu’na girdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Şubesi’nden 1950 yılında mezun olduktan sonra Maliye Müfettiş Muavini, sonra Maliye Hesap Uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1958-1959 arasında Brüksel’de bir yıl staj yaptı. 1959’da Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdür Yardımcılığı’na,1963’te Paris Büyükelçiliği Maliye Müşavirliği’ne, 1966 yılında Hazine Genel Sekreterliği Kambiyo Kontrol Dairesi Başkanlığı’na atandı. 1969’da Paris’te OECD nezdindeki Türkiye Daimi Temsilciliği’nde Başkan Yardımcılığı yaptı. 1973 yılında Türkiye’ye döndükten sonra TC Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü’ne getirildi. 1975 yılında bu görevinden kendi isteğiyle emekli oldu. Türkiye Öğretmenler Bankası ve Türkiye Emlâk Kredi Bankası’nda Maliye Danışmanı olarak çalışmaktadır. Erhan Bener 1963 yılında Kedi ve Ölüm adlı romanıyla Fransız- Türk Kültür Cemiyeti roman ödülünü, 1979 yılında Hızır Doktor adlı oyunuyla Muhsin Ertuğrul Ödülü’nü kazanmıştır.
Erhan Bener edebiyata şiirle girdi. Çeşitli dergilerde yayımlanan ilk gençlik denemelerini Sesler adlı kitabında topladıktan sonra şiiri bırakıp romana yöneldi. 1953 yılında yayımlanan Acemiler adlı kitabı genç bir yazarın ilgi çekici çalışması olarak karşılandı. Büyük ölçüde otobiyografik bir nitelik taşıyan bu roman, toplumsal yaşama uyum göstermeye çalışan üç gencin ilk deneyimlerini aktarıyordu. 1956’da yayımlanan Gordium ve 1961 yılının ürünü Ara Kapı yaşamda hedeflediklerinin arkasında kalmış, değerleri sarsıntıya uğramış kahramanlarının hesaplaşmalarını, psikolojik çözümlemeler ve geriye dönüşlerle aktarıyordu. Erhan Bener önce Fransızcası yayımlanan, daha sonra 1967’de Türk okuruna sunulan Baharla Gelen’ den sonra on yıl yazmaya ara verdi. 1977 yılında Gordium adlı romanını yeni baştan yazarak Yalnızlar adıyla yayımladı. Aynı yıl Bürokratlar adındaki memurluk dönemi anılarını yazdı. 1980 sonrasında bir evlatlığın çıkmazını anlatan Elifin Öyküsü, bir politik kara güldürü olan Macellos da Vinci’nin Akdalmaz Serüvenleri ve bireyin toplumsal çerçeve içindeki ruhsal sorunlarına eğilen Oyuncu ile yeniden ilgi çeken bir yazar oldu.
YAPITLAR:
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 15. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983
Erhan Bener kimdir? Hayatı ve eserleri: 1928 Lefkoşa’da doğan Hikmet Erhan Bener, Siyasal Bilgileri ve fark vererek Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Maliye Müfettiş Muavinliği, hesap uzmanlığı sonra Hazine Genel Müdür Yardımcılığı, Paris Elçiliği Mali Müşavirliği, Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü gibi yüksek memurluklarda bulundu.
Üst katlardaki memuriyet hayatı, Erhan Bener’in yazarlığına önemli katkılarda bulunmuştur. Bürokratlar adlı (1978-1979) üç ciltlik eseri, kendi memuriyet günlerinin tamamını anlattığı gibi, bürokratlığında tanıdığı çoğu meşhur insanları ve onların bilinmeyen yanları ile her zaman dışarı vurmayan kişiliklerini de anlatmaktadır. Erhan Bener’in romanları ve özellikle “Aşk-ı Muhabbet Sevda”da topladığı hikâyeleri de, özellikle Paris’teki görevinden ve başkentteki dairelerden geniş yankılar, izler, izlenimler taşımaktadır.
Çok sayıda roman yazan ve romancı olarak tanınan Erhan Bener, yazı hayatına şiirle başlamış olup ilk eseri “Sesler’’ (1948) adlı bir şiir kitabıdır. Hikâyelerini, aşağıda göreceğimiz üzere “Aşk-ı Muhabbet Sevda” (1992) kitabında toplamıştır. Bürokratlar adlı üç ciltlik hatıra kitabından yukarıda söz edildi. Ayrıca Hızır Doktor (1981), Şahmeran (1984) adlı oyunları vardır. “Bürokratlar” kitabının ikinci cildine ek “Üçüncü Bölüm Bürokratla^ adlı, iki perdelik bir de “Müzikli Güldürü” (1984) yazmıştır. ‘
Bu “Müzikli Güldürü”de, (Bürokratlar II., 1984, s.173-266) memuriyete ve memurlara bakış tarzının özetini, “Sahneye çıkan oyunculardan kurulu ‘Halk Türküleri Topluluğu’na söylettiği ‘Potpuri’ tarzında değiştirilmiş türkülerde görürüz. Haldun Taner’in “Keşanlı Ali”si gibi “epik” tutumda iğneleyici ve mizahlı havada söylenen bu türkülerden üç parça sunuyorum:
(Gençosman Türküsü makamında)
“Bürokrat dediğin bir garip âdem
Masanın başında elinde kalem (ah ah..)
Makamlı makamsız dosya koltukta
Sakallar tıraşlı bıyıklar badem (oh oh..)”
(A Fadimem… makamında)
“Büyükler küçüğü ezer de geçer
Kendine yukardan bir dayı seçer
Devran değişince kalır açıkta.
Rüzgâr eken bir gün fırtına biçer!
Ey bürokrat bürokrat! Ey ey bürokrat… ”
(Gençosman Türküsü makamında)
“Erhan Bener der ki ben de memurdum
Yirmi beş yılımı zar zor doldurdum (of of..)
Devlete millete hizmet ederken
Roman, öykü yazdım oyunlar kurdum” (kah kah..)
Hikayeci ve romancı Vüs’at O. Bener’in kardeşi ve (hatıralarından öğrendiğimize göre) felsefeci Cemil Sena’nın da yeğeni olan Erhan Bener asıl sahası olan Romancılık’ta ise oldukça bol eserler vermiştir:
Acemiler (1952), Gordium (1956), Loş Ayna (1960), Ara Kapı (1962), Baharla Gelen (1969), Yalnızlar (1977), Elifin Öyküsü (1980), Oyuncu (1981), Ünlü Gezginci Marcellos Da Vinci’nin Akıl Almaz Serüveni (1981), Böcek (1982), Ölü Bir Deniz (1983), Sisli Yaz (1984), Ortadakiler (1987), Tekilleşme(1990), Anafor (1993), Hınzır Kız (1995), Dönüşler (1997), Köleler ve Tutkular (1999), Işığın Gölgesi (2000).
Hikâyelerinden oluşan “Aşk-ı Muhabbet Sevda” (1992) adlı eserini incelemeye başlayalım. Önce bu kitabın ismi üzerinde bir açıklama yapalım. Bener’in bu esere isim yaptığı şarkı mısramm doğrusu “Aşk u Muhabbet Sevda” olacaktır. Çünkü: Aşk-ı muhabbet (muhabbet aşkı) diye bir Farsça tamlama olamaz. Aynı kitabının ikinci hikâyesine koyduğu isim de “Ne imiş aşk u muhabbet sevdâ” olmalıdır. Nitekim bu isme kaynak olan şarkının aslı da kitaba yanlış alınmıştır. Doğrusu:
“Söyle ey mutnb-ı nâzende edâ Ne imiş aşk u muhabbet sevdâ “dır.
Anlamı ise: “Ey nazende mutrıb (saz çalan sevgili) aşk muhabbet ve sevda ne imiş, sazınla sen söyle”dir.
14 hikâyeden ibaret olan “Aşk u Muhabbet Sevdâ” (1992) öyle anlaşılıyor ki, Bener’in yıllar boyunca yazıp beğendiği hikâyelerin hepsini içine almaktadır. Bu hikâyelerin üslûplarını 1991’de gözden geçirmiş olabilir ama, çoğu romantik aşk hikâyesi olan, bir kısmı magazin dergilerine de gidecek gibi görünen bu hikâyeler yazarın, sık sık değiştirmeğe kalktığı türlü sanat dönemlerinden izler taşımaktadır.
“Aşk u Muhabbet Sewfa”daki hikâyelerin altı tanesi Requiem, Allegro Cantabile, Hümoresque, Apollon, Zephyros ve Hyakinthos, Ldebestote, Cosi Fan Tute adlan taşımaktadır. Hikâyelerinde bu yabancı adlan, aynı zamanda yazarın Frenkçe kelime ve terkipler (bazen cümleler) kullanma heves ve merakını da ortaya koymaktadır. Bu sık serpiştirilmiş yabancı isimler, ecnebi dilden kelime ve deyimler özellikle de (Eski Yunan’dan başlayarak) yabancı kültürlerden “dem vurma” eğilimi romanlarına da yansımıştır. 1950’den bu yana “Yenilikçi” denilenlerin şiir ve nesirlerinde, yabancı dil, üslûp ve kültürden çevrilmiş söz, terim ve ibareler zaten pek çoktur. Erhan Bener ise, belki daha samimi davranarak doğrudan doğruya bildiği dillerden aldığı söz ve kavramları kullanmıştır. Bu yabancılaşmanın sebepleri arasında; Yaşayan Türkçenin, pek çok okumuşlar gibi, şair ve yazarlarca da ihmal edilmesi, Türkçe öğretimindeki ciddiyetsizlikler; öz dilimizi “Osmanlıca” diyerek horlayan nesillerin kendilerine düstur gibi öğretilen “Uydurmaca ve Öztürkçe!”nin dar kalıplarını kırmak isterken, yabancı dillere sığınmaları gibi olumsuz gerçekler sayılabilir.
Romanlarında da görüldüğü gibi “Aşk u Muhabbet’teki hikâyelerinde de aşkın odak noktası olduğu görülüyor. “Cinsellik, eş cinsellik” bu hikâyelerde yerli yabancı modelleriyle (bk: Apollon, Zephyros ve Hyakinthos, s. 120, Alabalık s. 9 vs.) sergileniyor. “Cinsel doyumsuzluk” ve aşk sahneleri hemen her hikâyesinde (romanlarında da) uzar gider. Kan koca kavgalarında, “yasa dışı” eşler arasında, uzun uzadıya ve basit düşüncelerle evliliğin, serbest aşkın ve aile kurumunun tartışmaları yapılır. Bunların çoğu da lâf kalabalığından ibarettir:
“Çok mu az yeryüzünde sevgi? Sevgiye bakış, neden bu kadar yanlışlar içinde?
Ben aşkı öldürdüm, itiraf ediyorum.
Hiçbir hafifletici neden ileri süremem.
Onunla, nikâh memurluğunda bekleşen, ellerine birkaç kuruş sıkıştırdığım iki garibanın tanıklığıyla evlendik. Sekiz yıl boyunca sevgimizi hep canlı tuttuğumuzu sandık. Küsüşmelerimiz, dargınlıklarımız sanki iz bırakmadan geçti gitti.
Oysa her tartışmadan sonra, o da ben de açıkça olmasa bile, bilinç altından kendimizi haklı çıkarmak için, kapandı sandığımız, karşılıklı olarak bağışladı sandığımız kusurlarımızı su yüzüne çıkarıyor, dahası katlaya katlaya çoğaltıyorduk.” (Aşk u Muhabbet, Liebestote, s. 137)
Roman ve hikâyelerinde Bener’in üslûbu güzel ve rahattır. Ancak, çoğu romanlarında, (özellikle de hikâyelerinde) küçücük bir konunun boşuna genişletilmiş, gereksiz uzatılmış, lâfa boğulmuş olduğunu düşünmekten kendimizi alamaya
Erhan Bener’in üslûp ve anlatımında, bugünkü bazı “modem” romancıların “modası geçmiş” diyebilecekleri ölçüde hassaslıklar (duygusallık) doludur. (Bu duygusal satırlarda, Türkçe cümlelerin doğruluk ve güzelliğine de pek dikkat edilmiyor.)
“…Ona sevgimi, şimdiye kadar hiç söylemediğim gibi, çünkü hiç duymadığım gibi, biraz içimi acıtır gibi söylemek istiyorum. Biraz içim acıyor, çünkü hep onun soluğundan, yakınından soluk almak istedim gece boyunca…”
“…Cumartesi günü seni üzdüm. Pazar gününü sürekli bir suçluluk duygusu içinde geçirdim. Belki sen benim bu sözüme kızarsın ama ne olur kızma. Beni anlamalısın. Sen benim yaşamımın en güzel yanısın…”
Erhan Bener, romanlarında “modem” denilen her türlü özelliği yeni çıkan her romanında denemeye önem veriyor. Böyle de olsa, “klâsik” denilen roman tarzından çok fazla uzaklaşamıyor. Zaman bakımından pek sık geri dönüşlere başvurmakla birlikte “romanın zamanı, çevresi, konusu ve anlatımı” bakımından bilinen romanlara yakın bulunuyor.
Romanları
Hikâyelerindeki özellikleri sıralarken az çok romanlarını da anlatmış olduk. Sayıca kabarık olan romanlarından burada sadece “ Yalnızlar üzerinde duracağız. Elbet, bütün romanları üzerinde durulabilir. Özellikle Oyuncu (1981), Ölü Bir Deniz (1983), Sisli Yaz (1984), Bener’in okunması gereken güçlü romanlarıdır. Burada Yalnızlar’ı incelememizin sebebi: Erhan Bener tarzını kesin hatları ile ilk defa bu eserde çizmiş, yazıldığı günden bu yana, birçok defa incelenmiş, yankılar bırakmış; dilde ve konuda hem klâsik hem modern’i düşündüren “tipik” bir roman olmasıdır.
Yalnızlar romanı, 1956’da birinci baskısını yaptığından beri “tahlil romanı” diye anılmış, yazarın psikolojik incelemelerdeki ustalığına böylece işaret edilmiştir. Bu eser daha sonra ikinci basımında (1976) hayli değiştirilmiş, elimizdeki 1984 basımında ise Türkçe’si bakımından “arıtılmıştır.”
“Yalnızlar” küçük kasabada, “Küçük burjuva” sınıfından birkaç “aydın”ın aşklarını, can sıkıntılarım, kasabalı halkla olan çekingen, yabancı ve küçümseyici ilişkilerini anlatmaktadır. Olay, üç yılı içine alan, geri dönüşler ve hatıralarla donatılmış olarak az zaman içinde olup bitmektedir. Yalnızlar, Tek-Parti’den demokrasiye geçişin sağlandığı 1945-1946 yıllarında geçmektedir.
Bilindiği gibi o yıllar, aynı zamanda 2. Dünya Harbi’nin bittiği, halkımız ve aydınımızın maddî sıkıntılar, yoksulluk ve yolsuzluk sancılan, köyden şehre göç hazırlıkları içinde bulunduğu yıllardır. Fakat Bener’in kahramanları, küçük kasabada bir “sosyete hayatı” sürmek ister, işte bunu yapamadıkları için bahtsız ve çok “problemli” olurlar.
Bener’in “kasabaya düşen” ve çoğu ilçenin kalburüstü bürokratları olan kahramanları “intibaksızlık” (çevre ile uyuşmazlık) çekerler. “Yalnızlar” bu intibaksızlıklann romanıdır. Halk-memur uyuşmazlığı… Erhan Bener’e göre, bunların ortak yanları kasabaya “Yabancılıklarıdır”:
“Hepsi büyük kentten çıkıp gelmişlerdi buraya. Çevreleriyle uyum kuramamışlardı… Ne yapacaklarını bilememenin mutsuzluğu içinde eriyip gittiklerini duyuyorlardı… Gerçekte bu kentin dünyasına yabancı insanlardı. Belki bütün sıkıntıları, bütün çılgınlıkları ve aptallıkları bu yabancılıktan ileri geliyordu. Bu insanlarla (kasabalılar) birtakım ortak yanları vardı elbet. Ama yine de Tarzan filmlerindeki beyaz ekvator şapkalı, kısa pantolonlu, sömürgeci beyazlar gibi iyiliklerinde de kötülüklerinde de bir kendilerine özellik bir dıştan, bir üstten bakışları vardı çevrelerine…” (Yalnızlar, 1984, s. 290)
Erhan Bener, olaylarda “sürpriz”e yer bırakan, sevişme, seks sahnelerini çokça kurcalayan, lâkin uzun ve şairane cümleler kurmaktan da hoşlanan, “romantik” denilebilecek bir sanatkârdır.
Kişilerin, eylem veya sıkıntı sebeplerini, sevda, cinsî hırs ve sevişme tasaları ile tasarılarını birbirlerini niçin sevdiklerini, neden birbirlerine kızdıklarını, zamanlarının çoğunu neden içki sofrasında geçirdiklerini uzun uzun anlatan “bireyci” bir romancıdan, “idealize” edilmiş kahramanlar yaşatması elbette beklenemez. Erhan Bener’den Reşat Nuri Güntekin’in, her şart içinde, (köy, kasaba, şehir) çevreleriyle uyum sağlayan, melek gibi “Çalıkuşu”larını istemek de yanlış olur.
Ne var ki Bener “kahramanlarını halka yabancılaştıran” ithal ve taklit yaşayışları, bozuk eğitim, dil farklılığı, zevk ve eğlence düşkünlüğü sebeplerini, kasabalının da bunlara olan tepkilerini, daha derinlemesine anlatmalı idi.
Oysa bu romanda, “küçük burjuva” ve “bürokratların” halkla uyuşmazlığını son derece olağan gören bir Cumhuriyet bürokratı kafası ile karşı karşıyayız. Yani romancının kendisi de, romandaki kişiler gibi düşünmektedir. Çünkü, milletle, tarihle, çevre ile zerre kadar yakınlığı bulunmayan bu “büyük şehir” çocuklarının sıkıntı ve bunalımlarını, sanki gerçekmiş gibi ciddiye alarak yazmıştır.
.Ankara, İstanbul ve birkaç şehrimizin birkaç parlak semtinden başka, hemen bütün yurdu “cehennem” gibi gören bu “aydın”ların sıkıntıları, milleti tanımamaktan, kendi üzerlerine düşen görevi bile yapmamaktan, halkımızı hiçe saymaktan doğan taklit, yabancı ve ithal malı duygulardır. Çok çok, 19. yüzyıl Fransız ve Rus romanlarında rastlanılabilir bunlara. Bu romandaki yalnızlar Halit Ziya’nın ve Mehmet Rauf un “aşktan başka tasası olmayan” alafranga tipleri kadar bile “gerçek” değildirler. Maceralarına ve üzüntülerine bakalım mesela:
Doktor Nevzat, sevip sevmediğini ayırt edemediği, kültürce kendisinden aşağı bulduğu karısı Macide ile kararsız bir yaşayış sürdürüyor. Aynı zamanda Nermin adında “kültürlü” bir metresi vardır. (Küçük kasabanın, mutsuz adamları) sanki bir Fransız şehrinde yaşıyorlar.
Macide’nin bir dış gebelik ameliyatı ile ölmesi üzerine Nevzat onu çok sevdiğini anlar. Nermin’i de ölenin ağır basan sevgisi yüzünden bırakır. İstanbul’a gider. Romanı bitirirken “Nevzat’ın yepyeni bir serüvene atıldığını” öğreniriz.
Romanda Savcı Şevket diye bir kişi var. O da, başka yer yokmuş gibi “duruşma salonunda Nâzım Hikmet’ten şiirler okumaya” kalkar. Vay sen misin? Hemen alıp götürürler. Manisa’da akıl hastahanesine kapatırlar(l) Orada öldüğü duyulur.
Fransızca öğretmeni Necati, öğrencileriyle uğraşmak, okuyup kafa yormak, sınıfta oyalanmak varken ‘Türelinin üstüne, küçücük bir çarpı işareti koyarak yavaşça tetiği çeker.”
Bu adamlar neden dolayı bilinmez bahtsız, karamsar yaşarlar. Sıkıntılarını, birbirlerinin karısını baştan çıkarmak, kumar oynamak bir de akşam sabah içmekle geçirirler. “İçerdik hep içerdik… İçmekti bütün yaşadığımız.” bunların dünya görüşü olarak romanın her yerini doldurur.
Bu kasabadaki, kalburüstü kişilerin (“doktor, savcı, öğretmen vs.”) hepsi, sanki, 19. yüzyılın küçük Fransız kasabasında, kocasını sevmediği ve “aşk yapamadığı” için bunalımlar geçirip sonunda intihar eden bir “Madame Bovary”dir. Öylesine kendi içine dönük, öylesine “cinsellik bunalımında”, öylesine görevsiz ve sorumsuz.
Yazar, bu romanda gerçi bir “diyaloğu” ve çatışmayı denemiştir. Ahlâk ve gelenek değerlerine bağlı Macide’yi, bu soyu sopu, dini devleti, dili ahlâkı ayırt edilmeyen, yalnız “cinsellikle” yatıp kalkan “aydınların” karşısına dikmeyi istemiştir. Ama “ev hanımlığı” faziletine dinî duygulara, aile kurallarına, “sadakat ve namus” kavramına pek bağlı olan Macide, bu çatışmada zayıf bir “figür” olarak kalmıştır. Romandaki esas dünya “taklitçi ve inkârcı” “küçük burjuva aydınlarının” dünyasıdır. Macide’nin karşısında, evlilik ve aile kavramlarına hiç önem vermediğini, yalnız cinselliğin ve maddenin gerçek olduğunu, hareketleri ve sözleriyle çok güçlü savunan müzik öğretmeni ve Dr. Nevzat’ın metresi Nermin, Bener’in başka romanlarında da görülen “has” kadın tipidir.
Erhan Bener’in “Oyuncu” (1981) adlı eseri, bu romanın başkişisi Kerim Turgut’u bahane ederek, kendi kendisini, roman anlayışını ve hatta Türk edebiyatındaki bazı roman dönemlerini anlattığı için de ilgi çekicidir. Erhan Bener’in romanlarını bir de kendi ağzından değerlendirmek için o eserde Gürsel Aytaç’ın seçerek tesbit ettiği birkaç metni sunuyorum:
Şu parçada, Erhan Bener’in Türk romanındaki modalar üzerine görüşleri dile getiriliyor.
“Bir zamanlar, bir köy romanı dalgası sarmıştı Türk yazınını. Sonra, belki de buna bir tepki olarak, küçük bireysel sorunların işlendiği vıdı vıdı romanlar çıkmıştı ortalığa. Kişisel küçük bunalımlar, sıkıntılar, eşcinsellik övüntüleriyle dolu yapıtlar büyük sanat değeri taşıyor diye yutturulmak istenmişti topluma. Bir süre de, devrimcilik özentisi moda olmuştu. 12 Mart romanları, nedeni, niçini anlatılmayan, bir mertlik, direniş ve işkence edebiyatı almış yürümüştü.
Kerim Turgut’un da, bu modalardan, bu heveslerden büsbütün uzak kaldığı söylenemezdi. Bunu kendisi de yadsımamıştı zaten.
Benim, ilk gençlik yıllarımdaki devrimciliğim de bir özentiydi aslında. Kendimi devrimin önderlerinden biri olarak görüyordum. Bir yandan da sanat benim için her şeyden önemlidir diyordum. Bu bir çelişki gibi görülebilir ama, çelişki değil bence. Bu bir süreç. Bir evrim. ” (Oyuncu, s. 168)
Aynı kitabın 266. sayfasında ise basın yayın, eleştiri âleminin, bazen kirli reklâm keyfilik ve menfaate dayalı şöhretlerin içyüzünü, kahramanı Kerim Turgut’un ağzıyla şöyle anlatır:
“Bu çemberleri, aynı içki masasında, hiçbirisinin okumadığı yalnız birisinin şöylece sayfalarını çevirdiği kitapları hep birlikte övenler ya da yerden yere vuranlar, eşcinsel ilişkilerin, firavun devri masonları gibi birbirine yaklaştırdığı yazar, eleştirmen, basımevi üçlüleri, kadın erkek ilişkisine dayalı bayağı pazarlıklar ve kısa, uzun, yakın, ırak, küçük büyük, çıkarların gölgesinde boy atan dostluklar oluşturmaktaydı. Bu çemberleri, dergiyi çıkardığım günlerde öylesine somut bir biçimde gözlemiştim ki… ”
Aynı kitapta E. Bener, başkişisi Kerim Turgut’un kişiliği ile karıştırarak kendi mizacını ve buna bağlı sanat anlayışını, dünya görüşünü romancılığını anlatıyor. Bener’in yaşadığı, yazdığı yıllarda, çok defa “eylemciliğin” bildiri yaymanın sanat zannedildiği; hatta bu görüşün tartışılmadığı zamanlar olmuştur. 1939-1982 arasında ihtilâller, anarşi ve terör ile çalkalanan Türkiye’nin üniversite ve aydın çevrelerindeki tartışmalar hep eylemden yana sonuçlanıyordu:
“İlk gençlik yıllan için ne söylerse söylesin, savaşçılık yoktu Kerim Turgut’un yapısında. O, bir sanatçıydı. Anadan doğma. Olaylar onu birtakım eylemlerin içine sürüklemiş, birtakım eylemlerde öncülük yapmasını gerektirmiş bile olsa, o bir eylem adamı değildi. Bir düşçüydü o. Daha doğrusu küçükken babasının onun için söyledikleri gibi, bir ‘uydurukçu’ydu.” (Oyuncu, s. 301-302)
“Ben bildiri yayımlamıyorum, roman yazıyorum” diye birtakım eylemci, Marksist, Maocu eserlerin “roman olmadığını” belirten Erhan Bener, bazan da kendi roman anlayışım, kendi diliyle söylemektedir:
“Ben kendimi anlatıyorum. Zaten, kimse bir başkasını anlatamaz. Anlattıklarımın toplumsal bir yönü varsa, o da benim yapımda var olduğu içindir ve onunla sınırlıdır. Ben hiçbir zaman bir maden işçisini anlatamadım. Bir toprak kölesini de. Anlatsaydım, yani onları özümseyebilseydim, kendimi anlatırdım yine. Maden işçisi bir Kerim Turgut’u, toprak kölesi bir Kerim Turgut’u.”
“Kerim Turgut’un, kişi olarak da, yazar olarak da birtakım tablolar çizmekten, o tabloların tutsağı olmaktan hoşlanmadığım biliyordu Günseli. O, sonuç çıkarıcılardan değildi. İzlenimciydi bir bakıma. Varoluşçuluğun etkilerini de görebilirdi insan onun yapıtlarında. Kafası, Marksist diyalektiğe yatkındı. Ama, her şeyden önce, o bir kuşkucuydu. Kişileri, olayları ve nesneleri her yandan aydınlatacak bir ışık aramıştı yaşamı boyunca. ” (Oyuncu, s. 166)
Yalnızlar’dan İki Metin
Necati, Dr. Nevzat’ın karısı (sonradan ölen) Macide’ye hırsla âşıktır. Nevzat’ın ağır şekilde hastalandığı bir gün, Necati dostunu aramak bahanesiyle onların yatak odasına girer. Fenalık geçiren Macide’yi (kocasının yatağı başında) okşar.
Onunla sevişmeyi, Macide’yi alıp kaçırmayı tasarlar. Zaten, Nevzat’ın ona sadık olmadığını, onun üstüne Nermin’i sevdiğini bilmektedir.
Ancak Necati’nin bu fırsattan istifade tavrı, geleneklere ve aile şerefine bağlı Macide’nin tepkisiyle karşılaşır.
“Oysa… Elini eline dokundurmasına bile izin vermezdi Macide. Ayrılır ayrılmaz da bunu belli etmişti. Yardımı için teşekkür etmiş ama hemen gitmesini istemişti.
Doktoru yan kucaklayarak yan yuvarlayarak, karyolanın öteki ucuna iterek, yatakta Macide’ye yer açtığını, yine gitmesi için yalvaran genç kadına: «Sizi burada yalnız bırakamam. Bir yardım gerekebilir. İzin verirseniz ben bu gece burada kalayım. Salondaki kanapeye uzanırım…»
Bir süre ses çıkarmamıştı Macide. Boş gözlerle kendisinden geçmiş bir halde yatan kocasına bakıyordu. Sonra, bakışlarında ansızın tuhaf, değişik bir ışık parlamış, yanından geçerek dışarı çıkmak isteyen Necati’yi kolundan tutarak durdurmuştu:
Nevzat için sakın kötü şeyler düşünmeyin Necati Bey» demişti. «Siz onun en iyi arkadaşısınız. Ben daha ortada yokken, siz arkadaştınız. Ne olursa olsun, bu dostluğun bozulmasını istemem. Hele benim yüzümden… O sizi ne kadar sever, bilemezsiniz. Beni de sever. İnanın buna. Bu olan bitenlerde kabahatin en büyüğü benim. Ona yardımcı olamıyorum yeterince. Ona karşı anlayışlı olamıyorum gerektiği kadar. Yoksa, bu anlaşmazlıkların hiçbiri olmaz… Ama, ne yapayım… Elimden daha fazlası gelmiyor işte. Siz kusurumuza bakmayın. Yarın o da çok üzülecek biliyorum…”
Hiçbir şey söylemeden, onu, kocasıyla başbaşa bırakarak, salona geçmişti Necati. Elbiseleriyle, boylu boyunca uzanmıştı kanapeye. Elektrikler kesilinceye kadar, gözleri açık, beyni düşünmekten yorgun, daha doğrusu bir şeyler düşünmekten korkarak durmuş, kıpırdamadan yatmıştı, sonra, başına yastık yaptığı kolları uyuşunca, doğrulmuş, bir sigara yakmıştı karanlıkta.
Ama, hayır. Bu en zayıf anında, Macide, hangi nedenle olursa olsun, kocasının sızmasından yararlanarak kalkıp, onun, Necati’nin koynuna girmeyi düşünemezdi. Buna razı değildi. Bu yüzden, ona veda etmeden, telâşla çıkıp gitmişti evden.
(Yalnızlar, 3. bs, s. 304-305)
Nermin’in Ruh Hâlleri
Bu başlık altında, Yalnızlar’ın XIII. bölümünden bir parçayı, Erhan Bener’in ustaca yaptığı bir “tahlil” (psikolojik inceleme) örneği olarak sunuyorum.
Dr. Nevzat’ın metresi olan müzik öğretmeni Nermin, sevgilisinin eşi Macide’nin ölümünü haber alınca halden hale girmektedir. Kafasından binbir şey geçiren Nermin’in, tasalan arasında, en büyük “trajedisi” ölmüş olan Macide’nin, Nevzat için, şimdi çok fazla kıymetlendiği ve kendisini artık sevmeyeceği korkusudur. Nitekim, romanın bundan sonrası “ölümün büyük gücü” ile güçlenen Macide’nin lehine ve Nermin’in korktuğu gibi olmuştur. Nevzat, Nermin’i terketmiş ve Edremit’ten İstanbul’a dönmüştür.
Nermin’in, bu ölüm karşısında diğer bir duygusu, Macide’ye içten içe duyduğu düşmanlıklardır. Öylesine ki, onu öldürmeyi bile içinden geçirmiştir.
“Psikolojik roman” diye bilinen Yalnızlar’ın, uzun tahlillerinde, Halit Ziya ve Mehmet Raufla benzerlikler taşıdığını söyleyelim. Ölümü ile kuvvetlenip Dr. Nevzat gibi birini bile, hasret ve insanlık duygularına yaklaştıran Macide vak’ası da şüphesiz “şairane bir gerçek”tir. Bununla beraber, her yücelikten sıyrılmış Nevzat ve Necati gibi tiplerin buna uygun düşüp düşmediği üzerinde karar vermek zordur.
“Haberi öğrendiği andan beri gerçekte kendisini bu yargının doğruluğuna inandırmaya çalışmıyor mu? Kim bilir. Gereksiz bir korku, bir abartma belki duygularındaki o gerginliğin nedeni. Belki şu anda geçirdiği o yorucu ve bunaltıcı yolculuğun, gördüğü o bunlu düşlerin etkisi altında da ondan hep her şeyin kötü yanlarım düşünüyor, olmayacak şeyler hayal ediyor. Kolay çözüme ulaşmış sorunların gerisinde birtakım ürkütücü gerçeklerin, korkutucu ve karışık nedenlerin bulunduğu inancından kendisini bir kurtarabilse…
«- Nevzat Macide’yi öldürmüş olamaz» dedi yüksek sesle.
Böyle bir şeyin düşünülebilmiş olması bile saçmaydı.
«- Nevzat Macideyi öldürmüş olamaz» dedi, yeniden, daha alçak sesle bu kez.
Yoksa böyle bir olasılıktan korkuyor muydu? Hayır. Nevzat’ı bu kadarcık olsun tanıdığını söyleyebilirdi. Her şey bir yana, cinayet işlemek için çok büyük bir kararlılık gerekirdi. Oysa Nevzat…
Sigarasını söndürecek bir yer aradı, komidinin üstünde. Bulamadı. Masanın üstünde, su bardağının konduğu cam tabaktan başka bir şey yoktu. Kalkmaya üşendi. Sigarayı yere, muşambanın üstüne bıraktı, terliğiyle ezerek söndürdü.
Macide’nin öldüğünü öğrendiği zaman, ilk düşündüğü şey neydi? Sevinmiş miydi? Belki. Bunun hemen arkasından, utanmış mıydı? Yoksa, bunların hiçbiri olmamıştı da, şimdi böyle olmuş olabileceğini mi hayal ediyordu? Başka bir şeyler düşünmüş olamaz mıydı? Böyle bir haberin ona mutluluk getirebileceğini düşünmüş olması korkunç bir şeydi, utanılacak kadar iğrenç bir bencillikti. Ama ya doğruysa, ya gerçekten ilk tepkisi bu olduysa? O gencecik kadının ölümünün onda uyandırması gereken başka duygular, örneğin pişmanlıklar ve vicdan azapları yok muydu?
Otobüste bütün gün neler düşünmüştü oysa…
Yüzünü elleriyle kapadı. Biliyordu, sorunun ilkelliğini. Ne kadar yadsımaya kalksa, ne kadar karmaşıklığa getirse, içindeki gizli sevincin açığa vurmaması için çaba harcasa, gerçeklerin basitliğini örtemezdi.
«Ölümün o büyük gücü» diye mırıldandı.
Galip öldüğü zaman da böyle olmuştu. Dedesini yitirdiği zaman da aynı yıkıcı dalgayı hissetmişti çevresinde. Galip de, dedesi de, yaşadıktan sürece, çevresinde bir yerleri olması gerektiğini düşündüğü varlıklar olmaktan öte gerçek bir önem taşımamışlardı gözünde. Ama, öldükleri zaman, onların yokluğunu öylesine semut bir acıyla hissetmişti ki…
Acı acı gülümsedi. Dedikoducular için ne güzel bir fırsat… Karısından kurtulup metresiyle evlenmek ve bu arada karısının parasına da konmak için cinayet işlemeyi göze alan doktor… Üstelik, eski hesaplan karıştıracaklar da çıkacaktı ortaya. «Ne olacak» diyeceklerdi. «Adam üstelik komünistin biriymiş…»
Nevzat, kuşkusuz yıkılmıştı. Belki vicdan azabı çekiyordu. Belki, kendisini öldürmeyi düşünüyordu şu anda. Belki, Nermin’den bile nefret ediyordur şimdi. Ürperdi. «Yârim,» dedi. «Yârim… Bana o acıyı çektirme. Asıl ben dayanamam o zaman…»
Eskiden, kurban bayramında yağmurlar yağardı. Annesi, «akan kan yıkansın diye bu rahmet» derdi. Şimdi bayramlarda yine yağmur yağıyor mu, bilmiyordu, ama ona yağarmış gibi geliyordu hep. Ve insan, çok üzüntülüyse, üzüntüsünden uyuyamıyorsa, sabah -ve dolayısıyla sıkıntıyı yok eden aydınlık- hiç gelmeyecekmiş sanıyordu.
Ölümün büyük gücünü biliyordu Nermin. Bir ölüyle savaşmanın olanaksızlığını biliyordu. Ölenin kendisini öyle güçlü bir savunması vardı ki… Şu anda, Nevzat’ın, çoktan yenilgiye uğramış olması, içindeki ağır yükten kurtulmak için Nermin’i unutmaya bile karar vermiş olması şaşılacak bir şey değildi.
Macide ölmüştü. Nevzat’la arasındaki tek ve büyük engel onun varlığıydı. Belki de bu yüzden, gözüyle görmediği, geveze bir otelcinin dedikodu biçimindeki sözlerinden şöylece öğrenmiş olduğu halde, bugüne kadar yakınları arasında tanığı olduğu ölümlerden hiçbirine olmadığı kadar çabuk ve kesin bir biçimde inanmıştı bu ölüme. Onu, kendi içinde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak çok daha önceden öldürmüştü demek. Başka türlü bu kadar kolay sindiremezdi bu ölümü içine. Bu yüzden şimdi oturup vicdan azabı mı çekecek?
«Daha neler…» dedi.
Düşlerine engel olamazdı insan. Kötülüğün derin çukurları vardı insanın içinde. Zamanla üstü örtülebilirdi. Ama, küçücük bir bahaneyle bu örtü bir aralandı mı…
Maddeyi kendisine düşman gibi görmüyor muydu? Ne kadar yadsısa. Nevzat’a ne kadar bunun tersini söylese, bu böyleydi. Hem de, kendisini ondan çok üstün görmesine, onunla çarpışmayı kendisi için soylu bir davranış bile kabul etmemiş olmasına karşın gerçekte, toplumsal haklılığın öte yanda oluşu, içinde, kokusu burnunu kıracak kadar keskin ve derin bir kötülük ve kin kuyusu açmaya yetmişti. Biliyordu. Yapamazdı. Bir sinek bile öldüremezdi. Ama, Macide’yi öldürebilirdi, koşullar elverişli olsaydı.
Ürperdi.
«Hiç de değil» dedi bir çeşit hırsla. «Onun mutluluğuna elimi bile sürmedim. İstesem çok önceden dağıtamaz mıydım o sevgili yuvasını?»
Utandı ve sustu. Demek kin vardı içinde. Vardı elbet. Ama, Macide de mutluluğunu savunmak için en küçük bir çarpışmayı göze alabilmiş miydi? Düşmanın kim olduğunu bilmese bile, kocasının adım adım uzaklaştığını hissetmemiş olamazdı.
Deminden beri, kendisini haklı, hiç değilse suçsuz gösterme çabasında olduğunun farkındaydı. Ya Nevzat? O ne yapıyordu şimdi? Necati’yle birliktedirler. İçiyordur. Kendisini öldüresiye içiyordur. Galip gibi…
«Ölesiye içmek…»
Korkuyla titredi.
«Galip gibi» dedi, «Galip gibi, tıpkı… Bu mu benim alın yazgım? Oh, yârim, sevgili yârim… Bunu yapamazsın. Bunu yapmamalısın. Ben de burda oturmuş…»
Sigarasının sonuna geldiğini elinin yanışından anladı. Öylesine kırık ki kolu kanadı. Bir sigara daha yakıyor sigarasının ateşinden. Yarın odayı temizlemeye gelecek olan temizlikçi kadın bu kadar çok sigara içmiş olduğunu görünce, çok şaşıracaktı. Yarın İstanbul’a gidecek miydi gerçekten? Yoksa Edremit’e geri mi dönecekti? Hangisi doğruydu? Dönüşünü başkalarına nasıl açıklayacak?
«Başkaları. Hep başkaları. Hep başkalarını düşünmekle mi geçecek ömrümüz?»
Ama başkaları var. Hiç kimse olmasa Necati var. Edremit’e dönecek olursa, Necati’nin bu dönüşün nedenini anlayacağından kuşkusu yok Varsın anlasın…”
(Yalnızlar, 3. bs. s. 328-331)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL