Ebu Hanife’nin Hayatı, İlmi Gelişmesi, Eserleri Ve Yetiştiği Çevre: Ebu Hanife’nin hayatı hakkında yazılan eserlerin çokluğu karşısında bu konuya fazla yer ayırmadan bir özetlemeye gitmek ve Ebu Hanife’nin biyografisini veren gerek Menâkıb türündeki eserlerin, gerekse Rical ve Tabakât kitaplarının başlıcalarına işaret etmekle yetineceğiz.
A- Doğumu, Nesebi Ve Künyesi
Ebu Hanife’nin h. 80 yılında doğduğu hususunda bir iki rivayet müstesna bütün kaviller birleşmektedir. Hatib Bağdadî h.61 senesinde doğduğunu belirten rivayete kimsenin katılmadığını söyler. Ecdadı Kâbul’den gelmiş olmakla beraber, kendisi Küfe’de doğmuş ve Kufi nisbesiyle anılmıştır. “Ebu Hanife” künyesiyle meşhur olmasına gelince, bu konuda, onun hayatını anlatan eski kaynaklarda yeterli açıklama yoktur. “Hanîf’ kelimesinin müennesi olan “Hanîfe” künyesinin, İslam’a tam gönül vermiş âbid bir kimse olması veya Iraklılar arasında “Hanîfe” denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu söylenmektedir. Hanife isminde bir kızı olduğu için bu künyeyle anıldığı söylenmişse de bu kabul görmemiştir. Çünkü O’nun, Hammad’dan başka erkek veya kız evladı olduğu bilinmemektedir.
Torunu İsmail b.Hammad’dan nakledildiğine göre, Ebu Hanife’nin nesebi Numan b.Sabit b. el-Merzubân olup hür Fâris oğullarındandır ve ecdadı üzerine kölelik vaki olmamıştır.[1][8] Bununla beraber başka bir rivayette dedesi olarak zikredilen “Zota”nın Kabul ehlinden olup Benî Teymullah b. Sa’lebe’nin veya Benî Bekr b. Vâil’in kölesi olduğu, daha sonra azat edildiği ve Ebu Hanife’nin babası Sâbit’in müslüman olarak doğduğu da kaydedilmektedir.
Ebu Hanife’nin Farslı olduğu ihtilaflı olmakla beraber, Arap olmadığı kesindir.
B- İlmî Gelişmesi
a- İlme İntisabı
Ebu Hanife Kûfe’de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Fakat bu ticaret onu ilim talebinden alıkoymadı. Nitekim bu esnada onu ilme teşvik edenin ve bunun çarşı- pazar işlerinden daha hayırlı olduğunu söyleyenin Şa’bi olduğu rivayet edilir.[2][12]
Ebu Yusuf tan nakledilen bir rivayette Ebu Hanife, ilim yoluna atılmaya karar verdikten sonra, etrafındakilerle müşavere edip derinleşeceği ilim dalını, sonuçlarını da hesaba katarak tespit etmeye çalışır ve şöyle der:
“Bana Kur’an öğren denildi. Dedim ki, eğer Kur’an öğrenirsem ve onu ezberlersem sonu ne olacak? Dediler ki; Bir mescide oturursun, çocuklar ve gençler sana Kur’an okurlar, içlerinden senden daha kuvvetli veya sana müsavi bir hafız çıkınca senin başkanlığın sona erer. Dedim ki:
Hadis dinleyip yazsam ve dünyada benden daha kuvvetli Hadis hafızı olmasa nasıl olur? Dediler ki:
Yaşlanıp zayıf düştüğün zaman etrafında toplanan çocuk ve gençlere rivayet ettiğin hadislerde yanlışlık yapmayacağından emin olamazsın. Seni yalancılıkla itham ederler, bu da sana ar olur. Dedim ki:
Öyleyse buna da gerek yok. Sonra, nahiv öğreneyim dedim. Şayet nahiv ve Arapçayı ezberlesem sonu nereye varacak diye düşündüm. Dediler ki:
Muallim olarak bir köşeye oturur, iki dinarlık rızkını üç dinara çıkarırsın. Bunun da sonu yok dedim. Şiire eğilsem, benden daha güçlü bir şair olmasa durumum ne olur dedim. Dediler ki:
Birini methedersin sana bağışta bulunur, seni bir hayvana bindirir veya bir hil’at giydirir. Eğer vermezse bu takdirde onu hicvedersin. Bu arada namuslu kadınlara da iftira atmış olursun. Öyleyse buna da ihtiyacım yok dedim. Eğer Kelâma başlasam sonu ne olur dedim. Dediler ki:
Kelamla uğraşan onun kötülüklerinden korunamaz ve zındıklıkla suçlanır. Sonunda ya yakalanıp öldürülür, ya da kurtulur, mezmum ve hakir olarak kalır. Şayet fıkıh öğrensem nasıl olur dedim. Dediler ki:
Sorarlar, sen de insanlara fetva verirsin. Eğer gençsen kâdîlık için matlup olursun. Bundan daha faydalı bir ilim yoktur dedim ve fıkha sarılarak onu öğrendim”.
İlk bakışta gayet makul gibi görünen bu rivayeti Zehebî şöyle tenkid ediyor:
“Başkanlık için ilim talep eden sırf bunu düşünür. Aksi takdirde, Peygamber (s.a.v.)’in:
“Sizin efdaliniz, Kur’an-ı öğrenen ve öğreteninizdir” hadisi sabittir. Fesübhanallah! Mescidden daha efdal bir yer mi var? İlim neşri için Kur’an öğretmekten daha uygunu var mı? Vallahi asla! Günah işlememiş çocuklardan daha hayırlı talebe mi olur? Bu hikayenin uydurma olduğunu zannediyorum. İsnadında sika olmayan kimse var”.
Ebu Hanife’nin niçin Hadis ilmini tercih etmediğini bildiren rivayeti zikrettikten sonra Zehebî şöyle diyor: “Şimdi bu hikayenin uydurma olduğuna kesinlikle inandım. Çünkü İmam Ebu Hanife hadis talebinde bulundu ve bunu daha ziyade h.100 ve daha sonraki yıllarda gerçekleştirdi. O zaman çocuklar hadis dinlemezdi. Bu, 3.yüzyıldan sonra ortaya çıkmış bir ıstılahtır. Bilakis Hadis talebinde bulunanlar büyük alimlerdi. Fukaha için Kur’an’dan sonra, hadisin dışında bir ilim olmadığı gibi Fıkıh kitapları da henüz tedvin edilmemişti”
Zehebî, Ebu Hanife’nin Kelâm ilmini niçin benimsemediğini açıklayan rivayeti naklettikten sonra; “Bu hurafeyi uyduranın Allah cezasını versin, o zamanda Kelâm ilmi ortaya çıkmış mıydı? Diye soruyor.
Ebu Hanife’nin, ilk olarak Kelâm ilmiyle meşgul olduğu şeklindeki meşhur rivayet ve yaygın görüşte Zehebî tarafından reddedilmektedir. Züfer b. Hüzeyl (ö.157) den nakledilen rivayet şöyledir:
“Ebu Hanife’nin şöyle dediğini duydum:
‘Önce Kelâmla uğraşıyordum. Öyle ki bu konuda parmakla gösterilecek kadar meşhur oldum. Hammad b.Ebi Süleyman (ö.l20) ın ders halkası yakınında oturuyorduk. Bir gün bir kadın gelerek bana şöyle dedi:
“Karısı cariye olan bir adam, onu sünnet üzere boşamak isterse kaç kere boşaması gerekir?” Ne diyeceğimi bilemedim. Bunu Hammad’a sormasını, sonra gelip bana haber vermesini istedim. Kadın Hammad’a sordu. Hammad:
“Hayız ve çımadan beri olduğu zaman bir kere boşar, sonra iki hayız geçene kadar onu terk eder, temizlendikten sonra başkasıyla evlenmesi helal olur” dedi. Kadın döndü ve bunu bana haber verdi. Kelâma ihtiyacım yok dedim, gidip Hammad’ın halkasına oturdum”.
Zehebî bu rivayeti zikrettikten sonra; “Bunun da sıhhatini en iyi Allah bilir, o vakitte Kelam ilminin mevcut olduğunu biz bilmiyoruz” demektedir.
Zehebî’nin, bu tenkidinde haklı olduğu kanaatindeyiz. Zira Ebu Hanife’nin ilme ilk önce Kelâm’dan başladığını söyleyenler, onun “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli kitabından hareket etmektedirler. Nitekim Abdülkahir el-Bağdadi (ö.429) “Usûlüddin” adlı eserinde Ebu Hanife’yi, fukaha ve mezheb erbabı arasında ilk “mütekellim” olarak zikrederken, “çünkü Ebu Hanife’nin, el-Fikhu’l-Ekber isminde Kaderiyye’ye reddiye olarak yazdığı bir kitabıyla Ehl-i Sünnet’in “güç fiille beraberdir” görüşünü destekleyen, imlâ ettirdiği bir risalesi vardır” demektedir.
Gerçeklen el-Fıkhu’1-Ekber’de yer alan konular, daha sonra Kelâm ilminin belli başlı meseleleri olarak tartışılmış olmakla beraber, Ebu Hanife zamanında henüz böyle bir ilmin sistematik olarak ortaya çıktığı söylenemez. Nitekim kendisi de eserlerinde ıstılah olarak Kelâm ilminden bahsetmiş değildir. Bilâkis daha sonra kelâmî meseleler olarak kabul edilen ve kendisinin de eserlerinde ele aldığı konuları dinde tefakkuh cümlesinden sayarak ‘fıkıh’ diye isimlendirmiş, hatta buna “fıkhın efdali” demiştir. Bu konudaki ifadesi aynen şöyledir: “Dindeki fıkıh, ahkâmdaki fıkıhtan efdaldir. Çünkü insanın Rabbine nasıl kulluk edeceğini bilmesi onun için, birçok ilme sahip olmasından daha hayırlıdır.”[3][21] Daha sonra fıkhın efdalini şöyle tarif eder: “Fıkhın efdali, insanın Allah Tealâ’ya imam, şerâyi’ ve süneni, hadleri, ümmetin ihtilaf ve ittifaklarım bilmesidir.” Eserini el-Fıkhul-Ekber olarak isimlendirmesinin sebebi de bu olsa gerektir.
b- Hocaları
Ebu Hanife pek çok kimseden ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığım Hammad b. Ebi Süleyman yapmıştır. Kendi ifadesine göre, hocası ölene kadar 18 yıl onun ders halkasına devam etmiştir.
Ebu Hanife şöyle anlatıyor:
“Emirülminin Ebu Cafer’in huzuruna girdim. Bana ilmi nereden aldığımı sordu. Ben Hammad’dan, o İbrahim’den, o da Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mesud ve Abdullah b. Abbas’tan aldı dedim. Bunun üzerine Ebu Cafer:
“Çok güzel, çok güzel, kendini iyi ve mübarek kimselerle dilediğin gibi tevsik ettin ey Ebu Hanife” dedi.
Görüldüğü gibi Ebu Hanife, ilminin kaynağım ilim ve fıkhıyla tanınmış dört büyük sahabiye dayandırmaktadır. Gerçekten de Ebu Hanife ve ekolünün ilim menbaı, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Kûfe’ye yerleşmiş olan Ali b. Ebi Talib ve Abdullah b. Mes’ud idi. Bu sahabilerden ilim alan Mesruk b. el-Ecda1 (ö.63), Alkame b. Kays (ö.62) ve Şureyh (ö.80) den Şa’bi ve İbrahim en-Nehaî (ö.96) ders almışlar. Onlardan da Hammad b. Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır.[4][26] Ebu Hanife, ayrıca Abdullah b. Abbas’ın kölesi İkrime (ö.105) ve Abdullah b. Ömer’in azadlı kölesi Nafı (ö.117) vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerine varis olmuş, Mekke fakihi Atâ b. Ebi Rebah (ö.l14)tan da uzun süre ders almıştır. Hocaları arasında Şia imamlarından Zeyd b.Ali (ö.122), Muhammed el-Bâkır (ö.l 14), Cafer Sadık (ö.148) ve Ebu Muhammed Abdullah b. Hasen (ö.145) de bulunuyordu.
Ebu Hanife’nin ilim silsilesini şu şekilde göstermek mümkündür:
Abdullah b. Mesud (ö,32), Ali b. Ebi Talib (ö.41), Esved b. Yezid en-Nehai (ö.75), Mesruk b. Ecda’ el-Hemdanî (ö.63), Alkame b. Kays en-Nehaî (ö.62), Şureyh b. Haris el-Kindî (ö.80), Amir b. Şerâbil eş-Şa’bî (ö.104), İbrahim en-Nehaî (ö.96), Hammad b. Ebî Süleyman (ö.120), Ebu Hanife (ö.T 50).
Bir rivayete göre Ebu Hanife ile hocası Hammad arasındaki sevgi, Hammad’ın, talebesini oğluna tercih edecek derecede ileri idi. Hammad’ın oğlu İsmail anlatıyor:
“Bir gün babam yolculuğa çıktı ve bir müddet kayboldu. Geldiğinde ona şöyle dedim:
‘Ey babacığım, en çok kimi özledin?’ Beni özlediğini söyleyecek diye bekliyordum.
‘Ebu Hanife’yi dedi ve ekledi: ‘Eğer gözümü ondan ayırmamaya imkânım olsa onu yapardım.”
c- Ders Vermeye Başlaması
Kûfe’nin müftüsü olan Hammad ölünce, ashabı onun yerine oğlu İsmail’i geçirmek istediler. Fakat oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebu Hanife’nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti. Zamanla Ebu Hanife’nin şöhreti arttı. Ashabı çoğaldı, mescidde en geniş halkaya o sahip oldu.
Hammad daha hayatta iken Ebu Hanife zaman zaman ona vekâleten ders vermiştir. Nitekim Ebu Hanife, Hammad’ın en çok sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden bir talebe idi. Diğer arkadaşları hata yaptıkları halde o, meseleleri en iyi şekilde ezberliyordu. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.
Hammad Basra’da ölen bir akrabası yüzünden bir müddet dersten ayrılınca yerine Ebu Hanife’nin geçmesini emretmiş, o da iki ay süreyle ders vermiştir. Bu esnada kendisine sorulan 60 meseleye verdiği cevapları hocası dönünce ona arz etmiş, o da kırkını uygun bulmuş, yirmisinde de muhalif kalmıştır.
Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre o, hocası hayatta iken de ders verebilecek bir seviyeye gelmişti.
d- Ders Verme Usulü Ve Talebeleriyle İstişaresi
Ebu Hanife’nin tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan birisi, talebeleriyle yaptığı istişaredir. Muvaffak el-Mekkî bunu şöyle anlatır:
“Ebu Hanife, mezhebini talebeleriyle istişare esasına dayandırmıştır. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına dinde bir içtihatta bulunmamış, Allah, Peygamber ve mü’minler için nasihatta bulunurken aşırı gitmemiştir. O, meseleleri tek tek ortaya atar, talebelerini dinler, kendi görüşünü söyler, onlarla bir ay, hatta daha fazla münakaşa ederdi. Bu meseleler hakkında görüşlerden biri ağırlık kazanınca Ebu Yusuf bir esas olarak onu tespit ederdi. Nihayet o bütün esasları böylece tespit etmiş ve mezhep bu şekilde oluşmuştur. En doğrusu ve gerçeğe en yakın olanı da budur. İnsanlar için bu, daha tatmin edici bir yoldur. Tek başına içtihat yapanların ve sadece kendi görüşüne bağlananların mezhebinden daha iyidir.”
Talebesi Züfer’den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ve istişareye verdiği önemi göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle diyor:
“Ebu Hanife’nin derslerine devam ederdik. Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife’nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife Ebu Yusuf a hitaben;
‘Ey Yakup vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü de ertesi gün terk edebilirim demiştir.
Yine onun; “Bu, bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır” dediği:
“Senin bu verdiğin fetvalar kendilerinde hiç şüphe olmayan hakikatler midir?” diye sorulunca da:
“Bilmiyorum, belki de kendisinde hiç şüphe olmayan batıldır” şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir.
Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi ilzam etmediğine işaret etmektedir. Nitekim kendisinin hocalarına, talebelerinin de kendisine karşı zaman zaman muhalefet ederek aynı meselelerde farklı hükümler verdikleri nadir olmayan olaylardandır. Bu konuda vereceğim bir iki örnek, aralarındaki hoca-talebe ilişkilerinin ne kadar serbest, hür ve aynı zamanda gerçekçi bir temele dayandığını gösterecektir.
Hz. Ömer’e Hayber’den güzel bir arazi düşmüştü. Peygamber (s.a.v.)’e, bunun nasıl kullanılması gerektiğini sorunca Peygamber (s.a.v.);
“İstersen aslını hapset (muhafaza et), gelirinden tasadduk et” dedi. Hz. Ömer, gelirinden tasadduk etti ve aslının satılamayacağını, miras bırakılamayacağını, hibe edilemiyeceğini söyledi.
Ebu Hanife ise, “varislerin bunu reddetmeye hakkı vardır demiştir.”
Ebu Yusuf’un, vakıfların satışı konusunda önceleri Ebu Hanife’yle aynı görüşte olduğu, fakat Hz. Ömer’in Hayber’deki yeri ile ilgili uygulamasını duyunca:
“Bu konuda ihtilaf yoktur, eğer bu haber Ebu Hanife’ye ulaşsaydı bununla amel eder, muhalefet etmezdi” dediği bildirilmektedir.
Ancak İmam Muhammed’in, hocası hakkındaki tenkidi serttir. O şöyle der:
“Ebu Hanife, vakıf konusunda insanlara hüccetsiz hüküm vermiştir. Dolayısıyla halk onun görüşünü benimsememiş ve bu hükmü terk etmişlerdir. İnsanlar hakkında hüküm verenler, eser ve kıyasa dayanmadan hüküm verirler ise bu hükümler taklit edilmez. Eğer taklit caiz olsaydı, Ebu Hanife’den önce Hasan Basrî ve İbrahim Nehaî taklit edilmeye daha layık idiler”.
Ebu Hanife, Hasan Basrî yoluyla gelen bir rivayette, onun şöyle dediğini rivayet ediyor:
“İşkembeli hayvanların idrarında bir beis yoktur.” Bunu nakleden İmam Muhammed şöyle dedi:
“Ebu Hanife bunu kerih görürdü ve şöyle derdi:
“Eğer abdest suyuna sidik isabet etse, abdesti ifsad eder, elbiseye çok miktarda bulaşır ve onunla da namaz kılınırsa, namaz iade edilir.” İmam Muhammed ise hocasının görüşüne katılmayarak:
“Bunda bir sakınca görmüyorum. Bu, ne suyu, ne abdest suyunu, ne de elbiseyi ifsad eder” demektedir.
İşte Ebu Hanife’nin, talebeleriyle birlikte tesis edip yaşattıkları tenkit ve tartışmaya açık bu ilmi anlayış, engin bir müsamaha ve olgunluk zemini üzerinde temellenerek gelişmiştir. Aslında bu anlayış, İslam’ın ilk asırlarında yaşamış İslam alimlerinin ortak bir özelliği idi.
e- Hukukî Kabiliyeti
Ebu Hanife, içinden çıkılması güç meselelere getirdiği pratik ve âdil çözümlerle tanınmış ve hukukî zekâsıyla ün yapmış bir fıkıhçıdır. Buna örnek olması bakımından şu olayı zikretmekle yetineceğiz.
Ebu Yusuf’un naklettiğine göre, bir kimse diğerine:
“Ya ibne’z-zâniyeyn” (ey zinâkâr ebeveynin çocuğu) dese, adamın ana-babası da ölmüş olsa bu konuda Ebu Hanife şöyle der:
“Buna bir had gerekir. Çünkü söylenen tek kelimedir.” Ebu Yusuf:
“Biz bunu alırız, sözü ayrı ayrı da söylese, birlikte de söylese bir had uygulanır” demektedir. İbn Ebi Leyla ise şöyle der:
“Bu durumda iki had gerekir ve iki had bir yerde uygulanır.” İbn Ebi Leyla bunu mescidde uygulamıştır.
Olayın tafsilatını Serahsî’den dinleyelim:
“Bu mesele hakkında Ebu Hanife şöyle dedi:
“Kâdî bu meselede yedi yerde hata yapmıştır”. Kûfe’de ma’tûhe (bunak)[5][46] bir kadın vardı. Bir adam ona eziyet etti. Kadın da ona;
“Ya İbne’z-zâniyeyn” dedi. Kadın İbn Ebi Leyla’nın huzuruna getirildi ve orada da söylediğini itiraf etti. İbn Ebi Leyla ona iki had uyguladı. Bu durum Ebu Hanife’ye iletilince;
“Yedi yerde hata yapmıştır” diyerek şöyle izah etti:
1- Hükmü, ma’tuhenin ikrarı üzerine bina etmiştir. Halbuki onun ikrarı kabul edilmez.
2- Ma’tuheye had uygulamıştır. Halbuki o ceza uygulanacak kimselerden (ehl-i ukûbeden) değildir.
3- İki had uygulamıştır. Halbuki bir kimse bir topluluğa kazf yapsa ancak bir had uygulanır.
4- İki haddi beraber uygulamıştır. Halbuki iki had bir araya gelirse birbiri arkasına uygulanmaz. Biri vurulup yerleri iyileştikten sonra diğeri vurulur.
5- Haddi mescidde uygulamıştır. Halbuki yöneticinin haddi mescidde uygulama hakkı yoktur..
6- Ayakta had uygulamıştır. Halbuki kadına had oturduğu yerde uygulanır.
7- Had velisinin huzurunda uygulanmamıştır. Halbuki kadına had ancak velisinin huzurunda uygulanır. Zira vücudundan bir yer açılırsa velisi onu örter.
O günden sonra bu olay Kûfe’de “Kâdî’nin yedi yerde hata yaptığı mesele” diye meşhur olmuştur.
f- Eserleri
Ebu Hanife’nin günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olduğu ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed’in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Ebu Hanife’nin yaşadığı devirde imlâ usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmazlar, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendisine isnad edilen eserlerin yekunu fazla değildir. Bunların başlıcalarını isim olarak zikredelim.
1- el-Fıkhu’l-Ekber.
2- el-Fıkhu’l-Ebsat.
3- el-Alim vel-Müteallim.
4- Risale ilâ Osman el-Bettî.
5- Osman el-Betti’ye diğer bir risalesi.
6- el-Vasiyye.
7- el-Vasıyye (oğlu Hammad’a).
8- el-Vasıyye (öğrencisi Yusuf b.Halid es-Semtî’ye).
9- el-Vasıyye (öğrencisi Kadı Ebu Yusuf a.
10- Müsnedü Ebi Hanife (Ebu Yusufun rivayetiyle).
C- Vefatı
Ebu Hanife’nin ölüm tarihi belli olmakla beraber, nasıl öldüğü veya öldürüldüğü hususunda bir ittifak yoktur. Ölüm tarihinin h. 150 olduğunda kaynaklar müttefiktir.[6][61]
Ebu Hanife’nin halife Ebu Cafer el-Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun, hapisteyken mi yoksa çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Hatib Bağdadî:
“Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür” diyor. Ve buna İbn Hallikan da katılıyor. Bununla beraber, Ebu Hanife’nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır.[7][65] Hatib Bağdadî’den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebul-Arab Muhammed b. Ahmed b.Temim et-Temîmî (ö.333) “Kitabü’l-Mihen” adlı eserinin “İnsanların ileri gelenlerinden ve ulemadan zehirlenenlerin beyanı” başlığını taşıyan bölümünde, Ebu Hanife’nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir:
“Bana ulaştı ki, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur’un talebi üzerine yanına gitti. İçeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirerek içmesini istedi. Ebu Hanife şöyle dedi:
“Ben yaşlı bir adamım. Bu süt mideme dokunur. Benim gibi bir kimse süt içmez.” Ebu Cafer, içeceksin diye ısrar etti. Ebu Hanife içti, sonra izin almadan Mansur’un yanından kalktı. Mansur:
Nereye gidiyorsun deyince, Ebu Hanife:
“Gönderdiğin yere” diye cevap verdi, yanından çıktı ve bu süt yüzünden öldü.” Bununla beraber, Ebu Hanife’nin ölümüyle ilgili gelen değişik rivayetler karşısında bu konuda kesin bir hükme varmak mümkün değildir.
Ebu Hanife’nin cenaze namazı altı kere kılınmış ve izdihamdan dolayı ikindi vaktine kadar defnedilememiştir.
Cenazesi, vasiyeti üzerine Bağdat’ta Hayzuran kabristanının doğu tarafına defnedildi.[8][68] Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Mansur’un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir.[9][69]
2- Ebu Hanife’nin Yetiştiği Çevre
Ebu Hanife’nin Kûfe’de yetiştiğini daha önce belirtmiştik. Küfe hicretin 17.yılında yani Hz. Ömer’in zamanında kurulmuştur. O dönemde iklim ve coğrafi bakımdan diğer yerlere nazaran yerleşime daha uygun bulunan Küfe, Hz. Ömer’in isteği üzerine Sa’d b.Ebi Vakkas tarafından tesis edilmiştir. Bundan sonra büyük gelişme gösteren yeni şehrin methi etrafa yayılınca buraya gelenlerin sayısı her gün biraz daha artmıştır.
Irak, çeşitli kavimlerin, cemaatların kaynaştığı bir yerdi. Çünkü orası, eski medeniyetlerin yatağı idi. Süryaniler orada yayılmışlar, İslâm’dan önce orada mektepler kurmuşlardı. Bu okullarda Yunan felsefesi, İran hikmeti okunuyordu. Yine İslâm’dan önce burada akîdevî konularda birbirleriyle mücadele eden Hıristiyan mezhepleri vardı. İslamiyetten sonra da, çeşitli milletler ve dinler burada var olmaya devam etti. Ara sıra karışıklıklar, fitneler oluyor, siyasi fırkalar birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Şia, Havaric ve Mutezile gibi fırkalar burada ortaya çıkmıştı.
Diğer yandan fetih maksadıyla Hicaz yarımadasından ayrılan birçok sahabi, Irak bölgesine yerleşmiş, Küfe ve Basra’nın önemli birer yerleşim merkezi haline gelmesiyle de buralara gelen sahabi sayısında artış olmuştur.
Bilhassa Hz. Ali zamanında hilâfet merkezinin Medine’den Kûfe’ye nakledilmesi, buranın önemini fazlasıyla artırmış, Ali b.Ebi Talib, Abdullah b. Mes’ud, Sa’d b.Ebi Vakkas, Ebu Muse’l-Eş’arî, Muğire b. Şu’be, Ammar b.Yasir ve Enes b.Malik gibi büyük sahabilerin buraya yerleşmelerine sebep olmuştur.
Hz. Ömer, Küfe ehline yazdığı bir mektupta:
“İslâm’ın merkezine” tabirini kullanarak orada bulunan ilim sahibi sahabi ve tabiinin büyüklerine işarette bulunmuştur. Nitekim İbn Sa’d yetmiş Bedir ashabının, üç yüz kadar da şecere-i rıdvan ashabının Kûfe’ye yerleştiğini belirtir.
İşte Ebu Hanife, eski kültür ve medeniyetlerin yatağı, yeni dinin ve onun azim ve şevk dolu sâliklerinin yerleşim merkezi olan böylesine hareketli bir ülkede ve onun gelişmeye en müsait bir şehri Kûfe’de doğdu ve yetişti.
Ebul-Vefa el-Efgâni’nin ifadesine bakılırsa, hadis ilminde, Hz. Peygamber’in âsâr ve ahbârında, sahabe ve tabiîn kavillerinde, fıkhî baplara göre güzel bir şekilde tertiplenmiş ilk telif eser Ebu Hanife’nin Kitabü’l-Âsârıdır. Daha sonra bu yolu Mekke’de İbn Cüreyc, Medine’de Malik b. Enes ve Said b. Ebi Anıbe, Basra’da Osman el-Bettî, Şam’da Evzaî takip etmişlerdir. Biraz önce de belirttiğimiz gibi, talebeleri Ebu Yusuf ve İmam Mahammed’in derledikleri Kitâbü’l-Âsâr’lar günümüze kadar ulaşmış olmakla beraber, Ebu Hanife’nin bizzat böyle bir eser telif ettiği bilinmemektedir. Afgânî, muhtemelen, talebelerine ait Kitâbü’l-Âsârları onlara Ebu Hanife’nin imlâ ettirmiş olabileceğinden hareketle böyle bir neticeye varmış olmalıdır.
Ebu Hanife’nin fıkhî kaynağını teşkil eden hadislerin toplandığı müsnedler, talebelerininki de dahil olmak üzere yirmiden fazladır. Bunlardan on beşini Ebu’l-Müeyyed el-Hârezmî tekrarları hazfederek bir araya getirmiş ve bu eser iki cilt halinde ilk defa Hindistan’da basılmıştır. Bu müsnedlerin derleyicileri Hârezmî’nin verdiği sıraya göre şunlardır:
1- Ebû Muhammed, Abdullah b. Muhammed b. Yakub İbnü’l-Hâris el-Hârisî el-Buharî, Abdullah el-Üstaz es-Sebezmûnî (ö.340)
2- Ebu’l-Kasım Talha b. Muhammed b. Cafer eş-Şahidi’1-Adl (el-Bağdadi) (ö.380)
3- Ebul-Hayr, Muhammed b. el-Muzaffer b. Musa b. İsa b. Muhammed (el-Bağdadi) (ö. 379)
4- Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillah b. Ahmed el-Isfahânî (ö. 430)
5- Ebu Bekr Muhammed b. Abdülbakî b. Muhammed el-Ensârî (ö.536)
6- Ebu Ahmed Abdullah b. Adiyy el-Cürcânî (ö.365)
7- el-Hasen b. Ziyad el-Lü’lüî (ö. 240)
8- Ömer b. el-Hasen el-Eşnaî (ö. 349)
9- Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed b. Halid b. Huliy el-Kilâî
10- Ebu Abdillah Muhammed b. el-Huseyin b. Muhammed b. Husrev el-Belhî (ö. 522)
11- Ebu Yusuf Yakub b. İbrahim el- Ensârî (ö. 182)
12- Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (ö. 187)
13- Hammad b. Ebi Hanife (ö. 170)
14- Muhammed b. Hasen es-Şeybanî’ye ait diğer bir Müsned.
15- Ebu’l-Kasım Abdullah b. Muhammed b. Ebi’l-Avvâm es-Sa’dî.
Harezmî’nin zikretmediği diğer Ebu Hanife müsnedi sahipleri şunlardır:
16- Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed ed-Dûrî el-Bağdadi (ö. 331)
17- Ebu Bekr Muhammed b. İbrahim el- Isbahânî, (ö. 381)
18- Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habib el-Mâverdî (ö. 450)
19- Sadruddin Musa b. Zekeriyya el-Mısrî el-Haskafî (ö. 650)
20- Necmüddin el-Kübrâ Ahmed b. Ömer ez-Zahid (ö. 618)
21- Kasım b. Kutluboğa el-Mısrî (ö. 879).
Bunlardan ayrı olarak h. 332 yılında vefat eden İbn Ukde namıyle maruf muhaddis Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Said el-Kûfî’nin Ebu Hanife müsnedi olduğu, Aynî’nin ifadesine göre sadece bu müsnedin binden fazla hadisi ihtiva ettiği, 385 yılında ölen İbn Şahin adıyla maruf muhaddis Ebu Hafs Ömer b. Ahmed b. Osman’la aynı yıl vefat eden Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer ed-Dârekutni’nin de birer Ebu Hanife müsnedleri olduğu belirtilmektedir.
H. 481 yılında ölen Abdullah b. Muhammed el-Ensârî, Öğrencisi Said b. Seyyar el-Herevî için Ebu Hanife’nin hadislerini bir kitap halinde toplamıştır.
İbnu’l-Kayserânî adıyla meşhur, Muhammed b. Tahir b. Ali el-Makdisî (ö. 507) nin, “Etraflı Hadis-i Ebi Hanife” adında bir kitap cemettiği belirtilmektedir.
İbn Asâkir diye bilinen Şam muhaddisi Ebu’l-Kasım b. Ali b. el-Hasen b. Hibetullah (ö. 571) in eserleri arasında “Müsnedu Ebi Hanife” isimli bir kitap olduğu kaydedilir.
H.1080 yılında ölen Şeyhu’l-Harem muhaddis İsa el-Ca’ferî el-Ma’ribî de Ebu Hanife’nin müsnedini cemedenlerden birisidir.
Kaynak: İMAM EBU HANİFE’NİN HADİS ANLAYIŞI VE HANEFİ MEZHEBİNİN HADİS METODU, Diyanet Vakfı Yayınları, İsmail Hakkı Ünal