DİNİ TECRÜBENİN TEORİK ANLATIMI: AKİDE
DİNİ TECRÜBENİN TEORİK ANLATIMI: AKİDE
Her din birtakım inançlara dayanmaktadır. Öyle ki, böyle birtakım temel inançlara dayanmadan bir din tasavvur etmek imkânsızdır. En ilkelinden en yükseğine kadar, ister hak isterse bâtıl herhangi din olursa olsun, bu inançlar o dinin ayrılmaz birer parçasının teşkil ederler. Esasen, hemen her dinde menşei dinî tecrübe, sezgi, ilham ya da vahiy asgarî bir teorik anlatıma, birtakım inançlar, tasavvurlar ve fikirlere dayanır. Sırf bir dine has olan bu inançlar, tasavvurlar ve düşüncelerin muhtevasının dahi o dine inanan fertleri birbirine bağlayan bir tesiri bulunmaktadır. Çünkü bu muhteva ya da inançlar o dine inanan fertlerin fevkine çıkarak onları birbirine bağlayan bir köprü vazifesini görür ve ancak o dine inananların müştereken sahip oldukları bir gizli bilgi, bir sır, bir hakikattir. En ilkel dinlerde dahi bu böy- ledir. Bu durum, ferdî şuurda şu şekilde ifadesini bulur: “Ben ve benimle birlikte bu dine mensup olanlar, filan inançlara inanıyoruz”. İşte bu inancın din mensupları arasında inanılmayacak kadar kudretli, bağlayıcı bir tesiri bulunmaktadır.
İlkel ve politeist dinlerde teorik anlatım birtakım “mitler” halinde ifade edilmektedir. Ancak burada mitleri bahis konusu ederken, bunların tamamen hayal unsuru uydurmalar olmadıklarına, onların en azından belli bir ölçüde gerçeği yansıttıklarına önemle işaret etmek gerekir. İlkeller arasında mitler oldukça bol miktarda mevcuttur. Mamafih daha ilerlemiş toplumlar ve kültürlerin dinleri de mitolojik unsura belli bir ölçüde yer veriyorlar. Hattâ araştırıcılar semavi dinlerde dahi öteki birçok unsurlar arasında mitolojik unsurun önemli bir yerinin bulunduğuna dikkat çekiyorlar. Anlaşılan dinî yaşayış özellikle halk dindarlığı düzeyinde ve mistik eğilime sıkı sıkıya bağlı olarak hemen her devirde ve hattâ günümüzün modern toplumlarında dahi mitolojik unsura oldukça geniş bir ölçüde yer verme eğilimi gösteriyor.
- Strehlouj, Avustralya’nın Arunta ve Loritja kabilelerinde, totemik sisteme sıkı sıkıya bağlı bulunan bir “Büyük Tanrı” inancının bu kabilelerin mitolojilerinde önemli bir yer işgal ettiğini haber veriyor. Az- teklerin başlıca ilâhı olan Huitzilopochtli’nin efsanesinin, bu halkın dinî hayatında mühim bir yer tuttuğu görülüyor. Yunanlıların çoğu zaman menşei çok eski dinlere uzanan mitolojileri mevcuttur. Meselâ bunlardan Örfe efsaneleri hem felsefî ve hem de dinî ve mistik unsurları ihtiva etmektedir. Bununla birlikte bir mit her şeyden önce bir tarihtir. Fransız sosyoloğu Hubert, mitolojilerin muhtevası içerisinde tarih, semboller, bütün bir dil ailesi ile ilgili hususlar, masal konuları, ilkellerin sosyal kumullarıyla ya da günlük yaşayışları ve olaylarla ilgili bilgilerin bulunduğunu ifade etmektedir. Esasen çeşitli halkların mitleri arasında büyük benzerlikler görülmektedir. Bu durum, efsanelerle ilgili hususlarda bu halkların birbirlerinden önemli alışverişlerde bulduklarını göstermektedir. Bununla birlikte, genellikle efsanelerin bizzat ait oldukları halkların içerisinde geliştiklerini de kabul etmek gerekir. Zaten, hayatî şeylerin yanı sıra, yerine göre gerçekten vuku bulmuş tarihî vakıalarla da sıkı münasebette olan mitler, zamanla gelişip değişebilmektedirler. Mitlerin kendilerine has mantığı ve kurallar vardır. Çoğu zaman birbirini tutmayan mitolojik inanç ve geleneklerin çeşitliliği ile nitelenen politeizm, belli medeniyetlerde tarih boyunca hayatiyet bulmuş ve yaşayışına devam etmiştir. Bu arada, bu mitolojik inanç ve gelenekler arasında da pek çok tutarsızlıklar ve çelişkiler ortaya çıkmıştır. Öte yandan, mitolojilerin bazı yönleri zamanla açık hal alırken, buna karşılık başka yönleri silinip gitmiştir. Gelişme sürecinin belli bir safhasında çeşitli mitolojik bilgi ve inançların birbirleriyle kaynaşıp bağdaşarak birleştikleri ve bir düzene sokuldukları görülmektedir. Bunda şüphesiz akıl ve düşünce önemli bir rol oynamaktadır. Öte yandan, dinî şahsiyetlerin tecrübeleri ve onu başkalarına yayma arzularının da bu hususta rol oynadığına şüphe yoktur. Durum ve toplum şartları elverişli olursa, inanç esaslarını bir araya getirmek, düzenlemek, tanımlamak ve açıklamak üzere bir dinî otoritenin teessüs ettiği görülmektedir. Zamanla sözlü gelenekler yazılı hale gelir ve derlenirler.
İlkel ve politeist dinlerdeki mitolojik inanç ve geleneklerin yerini monoteist, İlâhî ve yüksek dinlerde “iman esasları”, “doktrinler” ve “dogmalar” alırlar. Böylece, bu tür yüksek dinlerde dinî tecrübenin nazarî ifadesi iman esaslarının toplandığı akaitle ilgili hususlar şeklinde kendini gösterir. Öte yandan her dinde ve özellikle yüksek dinlerde dinî inançların, o dinin akidesinin özünü ifade eden bir formülün tekrarlanması süreriyle açığa vurulduğu görülmektedir. Eski Yunan’da bu çeşit bir itikada “Symbolon” (sembol) denmekte ve böylece itikadı dile getiren formülün tıpkı bir sembol, herkesin arkasından gittiği bir bayrak gibi o dine inanan tüm fertleri birleştirdiği anlatılmak istenmekteydi. İslâmiyet’te “Yüce Allah’ın birliği yahut tekliği”ni ifade eden “Kelime-i Tevhid” veya “Cenab-ı Allah’ın varlık ve birliğini ve Hz. Muhammed’in Onun kulu ve Resulü olduğunu” tasdik etmekten ibaret bulunan “Kelime-î Şehâdet” bu dine mensûbiyetin sembolü olan böyle birer ilk formüldürler. Aynı şekilde İslâm’a “Amentü”de toplanan altı iman esasında, İslâm akidesinin temelini teşkil eden inançların formüle edildiği görülmektedir ki, bunlar Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahret gününe ve kadere inançtan ibarettir. İslâm âlimleri imanı ayrıca “tafsili” ve “icmali” olarak da ikiye ayırmakta, icmâlî imanla Allah’ın peygamberi vasıtasıyla bildirdiklerinin tamamına inanmayı kast ederlerken, tafsili iman ile de tebliğ edilen inançların her birini ayrı ayrı bilip inanmayı anlatmak istemektedirler.
Amel ve imandan hangisinin önce geldiği hususu da genellikle dinlerde tartışma konusu olan bir durumdur. Ibtidâî dinlerde umumi
yetle pratiğin inançlardan daha büyük bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Bu bakımdan orada dinî inançlar ve doktrinler ikinci planda kalmakta ve fazla bir şey ifade etmemekteydiler. Bu durumda, oralarda din deyince her şeyden önce dinî âyinler, törenler, bayramlar, ibadetler, dualar, vs. akla gelmekteydi. Bu bakımdan sosyologlar, ilkel kavimlerde dinin bir inanç sistemi olmazdan önce bir ameller, uygulamalar ve mensekler (rites) bütünü olduğunu kabul etmektedirler. Bu durum belki de hem dinî ve hem de sosyal gruplar olan ilkel halkların, ancak birtakım dinî seremoniler sayesinde devamlı bir hayat birliği kurabilmelerinden ileri gelmiş olsa gerektir. Böylece, bu toplum- larda dinî bir renge bürünmemiş veya dinî bir âyinle süslenmemiş hemen hemen hiçbir hayat faaliyetinin bulunmaması sonucu ortaya çıkmıştır. Doğum, gencin, toplumun yetişkin üyeleri arasına kabûlü, evlenme, ölüm, savaş ilâm, hasadın veya av mevsiminin başlaması ve nihayete ermesi, vs. gibi grup hayatında aslî ve önemli olaylar olarak görülen tüm faaliyetler daima düzenli dinî merasimler dairesinde cereyan etmişlerdir.
Sami dinlerde inanç konusu ön planda tutulmakta olup, ibadet ikinci plana itilmektedir. Hıristiyanlığın Katoliklik mezhebinde ibadete inançtan daha üstün bir yer verilmektedir. Protestanlıkta ise inanç ön plana geçmektedir. İslâmiyet’te de bu durum birtakım görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. Mutezile mezhebi amel olmadıkça imanın olmayacağını savunmakla bir manâda adetâ amele imandan daha önce bir yer ayırmakta veya hiç değilse amelle imam birleştirmektedir. Mürcie mezhebi ise, ameli imandan ayırarak tehir etmekte yani rütbe itibariyle imana daha çok önem vermektedir. Hâricîler amelin imandan bir cüz olduğunu öne sürmektedirler. Ebl-i Sünnet uleması ise, “Ameller niyetlere göredir” hadis-i şerifinin ışığı altında niyetin ya da inancın önce geldiğini belirtmekte ve inanç konusunda daha hoş görülü bir tutum takınmaktadırlar. Ulema arasında imanın ziyade kabul edip etmemesi de önemli görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. Bu konuya bağlı olarak tartışılan hususlardan biri de imanın kalbî bir tasdikten ibaret mi olduğu yoksa bunun yanı sıra dil ile ikrarın da mı gerektiğidir. Genellikle Ehl-i Sünnet alimleri kalbî bir tasdikten ibaret bulunan imanın, onu kuvvetlendirmede vasıta olan iyi amellerden önce geldiğini kabul etmektedirler. Öte yandan Kur’âıı-ı Kerîm’in ııiizûl seyrine bakılacak olursa, Mekke devrinde daha çok inançla ilgili ayetlerin ağırlık kazandıkları, buna karşılık Medine döneminde amelî hususlarla ilgili âyetlerin arttığı dikkati çekmektedir.
Bir dine has tasavvurların ya da inançların hey’et-i mecmuunun ya bizzat dinin peygamberine nâzil olan vahiylerin tespit edilip bir kitap halinde toplanması sûretiyle ve yahut ta o dinin kurucusunun yakınları, tilmizleri veya öteki mensupları tarafından sonradan derlenerek bir kitap halinde toplanması şeklinde tespit edildiği görülmektedir.
Bunlardan birinci durumun en canlı ve müstesna örneğini Kur’ân- ı Kerîm teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm Cebrail Aley- hisselâm aracılığıyla ve vahiy yoluyla, 23 yılda Hz. Peygamber’e nazil olmuştur. O da gelen İlâhî buyrukları kadın-erkek ayrı ayrı Müslü- manlara hem sözlü olarak tebliğ etmiş ve hem de vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Ayrıca kadm-erkek Ashab’dan hafızların Kur’ân-ı Ke- rîm’i ezberledikleri, her yıl da Ramazanda o zamana kadar nazil olan vahiylerin Mescid-i Nebevı’de okunarak kontrol edildikleri görülmektedir. Daha sonra, ilkin Hz. Ebû Bekir devrinde bir “Mushaf’ haline getirilen Kur’ân-ı Kerîm Hz. Osman devrinde de yine Zeyd b. Sâ- bit başkanlığında kurulan bir hey’et tarafından kontrol edilerek nüshaları çoğaltılmıştır ki, bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in bugün dünyada hiçbir tahrife uğramadan varlığım koruyan yegâne Mukkaddes Kitap olmasını sağlamıştır.
Yukarıda belirtilen ikinci durumun çeşitli örnekleri bulunmakta olup, bunlardan biri de Yeni Ah id (Ahd-i Cedîd) yani İncil’ in durumudur. Hz. İsa, İncil’i ne kendisi yazmış ve ne de başkalarına yazdırmıştır. Bu durum gerçek İncil’in tahrife uğraması sonucunu doğurmuş bulunmaktadır. Ancak Hz. İsa’dan çok sonraları İncil adı altında kitaplar yazılmış ve neticede İncil olduğu öne sürülen pek çok kitaplar ortaya çıkmıştır. Elde mevcut en eski İncil nüshası Yunancadır. Bugün umumiyetle Hıristiyan dünyasında kabul edilen dört İncil, M. S. 325’te İznik Konsülü’nce mevcutları arasından seçilmiştir.
Her dinin inanç esaslarını teşkil eden mukaddes yazılarının muhtevasının, daha sonraki devirlerde açıklanması, tefsiri ve şerhi ve aslî ve “gerçek” manâlarının verilmesi için bir din bilgisinin yani ilahiyat (teoloji) m teessüs ettiğini görmekteyiz. Nitekim İslâmiyet’te, dinin dayandırılmış olduğu nassm yani Kitap ve Sünnetin muhtevasının şerh ve tefsiri için çeşitli ilimler teşekkül etmişlerdir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ve İslâm Felsefesi gibi ilimlerin bu şekilde teşekkül ederek geliştikleri ve böylece İslâm İlâhiyatınm oluştuğu bilinmektedir.
Ancak, itikad formülleri de dahil olmak üzere, dinî metinler üzerinde yapılan çalışmaların bazı görüş ayrılıkları ve hattâ zıtlaşmaların ortaya çıkmasına ve böylece dinî vahdetin bozulmasına sebep olmaları de hemen her dinde görülen ve bilinen bir husustur. Esasen, hangi din grubu olursa olsun, din mensuplarının teşkil ettiği birliğin, cemâatin, topluluğun ve daha geniş bir anlamda ümmetin içerisinde ortaya çıkan alt grupların, yani itikadî ve amelî mezheplerinin ve tarikat gruplarının ve dinî özelliğe sahip grupların ortaya çıkışında çoğu zaman rol oynayan temel faktör, özellikle itikadla ilgili görüş ayrılıklarında yatmaktadır ki, bu konuya dinî grupların incelenmesi bahsinde yeniden döneceğiz. Bu durumda, sadece inanç bakımından ele alındığında din, bir yandan toplumda bütün inananları birleştiren ve kaynaştıran temel bir bütünleştirme fonksiyonu görürken, öte yandan da, itikadla ilgili konularda ortaya çıkan tartışmalar ve görüş ayrılıklarından kaynaklanan itizaller, mezhepleşmeler ve gruplaşmalar dolayısıyla o toplumda ayırıcı ve bölücü fonksiyonlar da görebilmektedir. Mamafih, çoğunlukla dinin birleştirici, kaynaştırıcı ve bütünleştirici tesiri, ayırıcı ve bölücü etkisinden çok daha kuvvetli olmaktadır.
Dinî tecrübenin teorik anlatımı, muhteva bakımından genellikle üç konu etrafında dönmektedir: Tann, Dünya ve İnsan. Bu üç konuyu karşılayan bilim dalları ise, İlâhiyât (Teoloji), Kevniyât (Kozmoloji) ve Beşeriyât (Antropoloji) yani Tann bilimi, evren bilimi ve insan bilimidir. Bu bilim dalları içerisinde Tanrı’nın varlığı, sıfatları ve bunların ispatı, nübüvvet, mebde ve mead ya da yaratılış ve sonla, ahretle ilgili meseleler ele alınır. Maamafih İslâmiyet’te hususiyle bu konularla ilgilenen bilim dalı İlm-i Kelâm olmaktadır.