AZGELİŞMİŞLİK
Azgelişmişlik kavramı,
ülkeler arasındaki siyasi ve iktisadi sömürü döneminden sonra ortaya
çıkmıştır. Bu terimin Birleşmiş Milletler tarafından “geri ülke”
deyiminin ağır geleceği dolayısıyle seçilmiş olduğu söylenmektedir. Terim daha
çok Afrika, Asya ve Güney Amerika ülkeleri için kullanılmaktadır.
Azgelişmiş durumda
olan ülkelerin daha çok “ana mal” üretemeyen ülkeler olduğu kabul
edilmekledir. Bir diğer yönüyle bunlar sanayileşememiş ülkelerdir. Buralarda
daha çok tarıma dayalı bir iktisadi yapı hüküm sürmekle ve İlkel tarımsal
üreıim yöntemleri kullanılmakladır. Eğitim ve kültür seviyesi, iktisadi ve
siyasal bağımlılık nedeniyle geri kalmıştır. Bu tür toplumlar, sanayileşmiş
toplumların sömürü alam içerisinde bulunmaktadır.
Bu klasik yaklaşım,
azgelişmişliğin sınırlarını çizerken, zamanla azgelişmiş Ülke modelinin
kapsamı biraz daha farklılaşmıştır. Yani azgelişmiş ülkenin diğer ülkelere
bağımlılığı sürmektedir, örneğin, günümüz iktisadi seviyesi İçerisinde
azgelişmiş ülkeler sermaye, lek-nolojİ ve sistem modeli itibariyle başka ülkelere
bağlı bir yapı arzederler. Bir başka açıklama tarzına göre, yeryüzündeki
iktisadi eşitsizliği ve azgelişmişliği açığa vuran üç nuktu vardır:
Gelirlerin miktarı, beslenme seviyesi ve insanın ortalama yaşama süresi.
Azgelişmiş ülkeler iktisadi mekanizmaları ve yapıları bakımından gelişmiş
ülkelerden büyük ölçüde farklıdırlar. Bu ülkeler genellikle dünyanın geri
kalan kısmından işlenmiş ürünler ithal edip, onlara sınai veya zirai İlk madde
ihraç ederler. Görünmeyen hizmetler (navlun, turizm, sigorta vb.) mübadelelerinden
kar sağlama imkanları yoktur, ödünç sermaye alırlar ve faiz, yıllık borç
laksİdi, temettü Ödemek zorunda kalırlar; bu da onları ve borç veren ülkelere
bağımlı kılar.
Gelişmiş ülkeler
azgelişmiş ülkelerin beslenme ve kalkınma konularında da “sözde gelişme
planlan” hazırlayıp bunları uygulamaya koymuşlardır. Teoride azgelişmiş
ülkelerin çıkarına hizmet edip onların maddi ve siyasi programlarını
gerçekleştirirken; azgelişmiş ülkelerdeki şartları pek değiştirmemiştir. Sonuçta
sanayileşmiş kapitalist ülkelere daha çok fayda sağlamıştır.
Azgelişmişlik konusu daha çok İktisadi bir
noktadan hareket edilerek, ülkelerin iktisa-den bağımlılıkları ile ifade edilir
olmuştur. Oysa, bir toplumun sadece İktİsaden gelmiş olduğu seviye; onun
gelişmiş olup olmadığım belirleyen yegane faktör olamaz. Bunun yanında, o
toplumun insan anlayışı ve ulaşmış olduğu medeni ve ahlaki seviyenin durumu da
o ülkenin gelişmiş olup olmadığını belirleyebilir.
Sanayi toplumlarının
ve emperyalist ülkelerin bazı zayıf toplumlar üzerindeki baskısı ve
zorbalıkları, bir ülkenin gelişme seviyesini engelleyebilir. Fakat bir ülkenin
azgelişmiş olması, sadece maddi faktörler bakımından değil, manevi ve sosyal
faktörler yönünden de ele alınmalıdır. Bu bakımdan toplumların inanç, ahlak ve
örflerinde mevcut bulunan medeniyet ve kültür unsurlarının varlığı o ülkelerin
baskı ve sömürü altında da olsa azgelişmiş olmadıklarını açığa çıkarır.
Ülkelerin iktisadi durumlarını onların “kaçınılmaz kaderi” şek-İİnde
kabul edip; belirli bir sınıf içerisine sokmak pek makul bir açıklama
değildir. Birçok sosyal meselede olduğu gibi, batılı yaklaşımların olaya tek
yanlı bakmasından kaynaklanan bir yanlışlığı, “azgelişmişlik”
kelimesinin varlığında da gözlemek mümkündür.
Azgelişmişlik
kavramının sömürge dönemi toplumsal tasniflerinin bugün hala devam ettiği de
bir gerçektir. Çünkü temelde sosyal değişmenin bir türevi olması gereken
gelişme kavramının sosyolojik içeriğinden soyutlanıp tamamen iktisadi bir
kriter olarak kullanılması, büyüme, ilerleme ve özellikle modernleşme gibi en
az kendisi kadar ideolojik ve politik karakteriyle temel, fakat kabul edilemez
bir ayırımı kaçınılmaz kıiar.
Modern kavrayış uırzı
iktisadi hayatın içinde bulunduğu durumu gclişmişlik-azgcüşmişlik kriterleriyle
ölçülebilir bir konuma yerleştirmeyi bir kez kabul ettirdikten sonra, bir ülke
sosyal, ahlaki, manevi ve kültürel kaynaklarıyla hangi oranda iktisadi
bakımdan kendinden daha zengin ülkelerden iyi olursa olsun, sonuç İtibariyle
kendini bir bütün olarak azgelişmişlik psikolojisinden kurtarıp uluslararası
kültürel ve politik etkinliklerde diğer “gelişmiş ülkelerce eşit haklara
sahip olduğunu öne sürmeye cesaret edemez. Temelde gelişmenin ölçütü İktisadi
kalkınma ve teknolojik ilerleme olarak tespit edildiğinden, bu durumda,
sözgelimi sanayİleşmemiş ülkeler, Batılı olmayan toplumlar ve Güneyliler,
gelişmişlerin kendileri için çizdikleri kalkınma hedeflerini gerçekleştirmek
gibi ne ölçüde başarılabileceği kuşkulu olan evrensel ve tarihsel bir kaderle
karşı karşıya bulmakladırlar. Bütün bu sömürge-sonrası dönemin yine ayırıma
dayanan ve sadece iktisadi kalkınmayı esas alan olguları, azgelişmiş ülkeleri
bir bakıma umutsuz bir yarışa itmektedir.
Oysa
gelişmişlik-azgelişmişlik başta olmak üzere, kalkınma, büyüme, refah toplumuna
ulaşma ve ilerleme gibi son tahlilde ideolojik ve politik karakterdeki
paradigmalar, evrensel ve meşru olan değişme bağlamında yeniden ele alınıp
tanımlanmadan, bugün Doğu ile Batı, Güney ile Kuzey arasında varolan ve
bilinçle sürdürülen haysiyet kırıcı ayırıma son vcrilcmez.Çünkü şurası açık bir
gerçektir ki, çift yönlü tabiatı dolayısıyla sosyal değişine esas alınıp
ülkeler ve toplumlar yeniden bir tasnife tabi tutulduğunda, belki de azgelişmiş
kabul edilen bir çok ülke ve toplum, gelişmiş denen refah toplumlarına ve kuzey
ülkelerine göre daha iyi oldukları görülecektir. AsılgözÖ-nüne alınması
gereken, sosyal değişmenin salt iktisadi zenginliği değil, fakat kültürel,
insani, ahlaki ve medeni yönde izlediği olgunlaşmadır.
Ali BULAÇ[1]