Aşık paşa, (ö. 733/1332) Mutasavvıf- şair, Garibnâme adlı tasavvufi eserin müellifi.
670’te (1272) Kırşehir’de dünyaya geldi. Asıl adı Ali, mahlası Âşık’tır. “Paşa”, “beşe” veya “başağa” diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. Hayatı hakkındaki bilgiler, oğlu Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı Menâkıbü’l-kudsiyye fî menâsıbi’l-ünsiyye’de anlatılanlara dayanmaktadır. Buna göre dedesi Ebû’l-Bekâ Şeyh Baba İlyas b. Ali, XIII. yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelerek Amasya’ya yerleşmiştir. Ebü’l-Vefa HârizmT’nln tarikatına bağlı bir şeyh olup müridlerine Babaî denmektedir. Halifesi Baba İshak’la beraber tarihlerde Baba Resul İsyanı olarak anılan ayaklanmayı başlatmıştır. Elvan Çeiebi’nin Menâkıb’ına göre Baba İlyas bu isyanda yakalanıp Amasya Kalesi’ne kapatılmış, zindanda bulunduğu kırkıncı gün hücresinin duvarı yarılarak boz atı gelmiş ve Baba İlyas’ı alarak kaybolmuştur. Başka kaynaklarda ise isyan sırasında veya savaş alanında öldüğü veya idam edildiği şeklinde bazı rivayetler yer almaktadır.
Âşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa, Baba İlyas’ın en küçük oğludur. Menâkıb’a göre, isyan sırasında henüz kundakta bir bebek olan Muhlis Paşa, ateşe verilen Çat köyünden Şerefeddin adlı birisi tarafından kurtarılmış, yedi yaşında Mısır’a götürülmüş, orada yedi yıl kaldıktan sonra tekrar Anadolu’ya dönmüştür. Anadolu’ya dönünce hapsedilen Muhlis Paşa’nın 1273 yılına kadar olan hayatı karanlıktır. Bu tarihte Konya’yı ele geçirmiş, fakat altı aylık bir hükümranlıktan sonra hâkimiyeti Karamanoğulları’-na devretmiştir. Elvan Çelebi’nin naklettiği bu rivayete Taşköprizâde ve Oruç Bey’le birlikte Şikârî’de de rastlanmaktadır. Bütün bu kaynaklardaki ifadelerden Muhlis Paşa’nın ilk Osmanlı Sultanı Osman Gazi zamanında hayatta olduğu anlaşılmaktadır.
Âşık Paşa önce Süleymân-ı Kırşehrî’den, daha sonra İlyas Paşa’nın halifelerinden Şeyh Osman’dan ders almaya başladı. Muhlis Paşa’nın vasiyeti üzerine Şeyh Osman, Âşık Paşa’yı kızı ile evlendirdi. Bir süre sonra Anadolu Valisi Timurtaş Paşa’nın veziri oldu. Bazı siyasî olaylara karıştığı için Mısır’a gitti. Amasya’ya geri dönerken Kırşehir’e geldiğinde hastalandı ve orada vefat etti (13 Safer 733/3 Kasım 1332). Kırşehir’de bulunan türbesi, kendisinin vasiyeti üzerine şehrin kuzeydoğusunda bir tepede yapılmış olup bir de kitabesi vardır. Türbenin halk tarafından kutsal sayılıp ziyaret edildiği hususunda bütün kaynaklar müttefiktir. Elvan Çelebi babasının dünya işlerine hiç karışmadığını, kendini bütünüyle tasavvufa vererek bir velî hayatı yaşadığını kaydeder. Şiirlerinde ve Garibnâme”sinde büyük ölçüde Yûnus Emre ve Mevlânâ tesiri hâkimdir.
Tasavvufî Şahsiyeti
Âşık Paşa, kurucusu Baba İlyâs-ı Horasan! olan büyük ve nüfuzlu bir şeyh ailesinin XIV. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli temsilcisidir. Onun, zamanında Anadolu’da Vefâiyye tarikatının başı sıfatıyla tanınmış bir mutasavvıf olduğu muhakkaktır. Küçük yaştan itibaren adı geçen tarikat çevresinde, bu çevreye mensup mühim şahsiyetlerden iyi bir tasavvuf terbiyesi aldığı, oğlu Elvan Çelebi’nin bizzat kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır (Menâkıbii’l-kudsiyye, s. 103).
Âşık Paşa kendi tarikat çevresinde olduğu kadar, o devirde Kırşehir ve yöresinde yayılmış bulunan Hacı Bektâş-ı Velî, Şeyh Süleymân-ı Türkmânîve Ahî Evran geleneklerine bağlı önemli kişilerle de münasebet kurmuş olmalıdır. Bilhassa Mevlânâ ve Sultan Veled’e ve bunların eserlerine büyük bir hayranlık duyduğu görülen Âşık Paşa’nın Mevleviler’le de ilişkisi bulunduğu rahatça söylenebilir (İA,), 703). Onun Kırşehir gibi XIII. yüzyıldan beri kuvvetli ilmî, fikrî ve edebî gelişmelere sahne olmuş bir merkezde yetişmiş bulunmasının tasavvufî şahsiyeti üzerindeki rolü şüphesiz büyüktür. Aşık Paşa burada, “muhtelif mahiyette dervişlik cereyanlarının ve fütüvvet prensiplerinin çok canlı ve kuvvetli bulunduğu bir sahada” fikirlerini yayarak hatırı sayılır bir müridler zümresi edindi {İA, I, 702-703]. Bütün bunlara rağmen bir müddet sonra Âşık Paşa’nın bir taraftan Hacı Bektaş müridleri, diğer yandan da Şeyh Süleymân-ı Türkmânî ve Ahî Evran taraftarlarıyla rekabet etmek zorunda kaldığını düşünmek lâzım geliyor. Çünkü oğlu Elvan Çelebi bu baba yurdunu bırakıp sülâlenin kurucusu Baba İlyâs-i Horasânî’nin mekânı oian Çorum ve Amasya arasındaki Mecitözü bölgesine yerleşmek zorunda kalmıştır.
Âşık Paşa, XIII. yüzyılda en büyük temsilcisi Baba İlyâs-ı Horasânî olan Türk “heterodoks” İslâm anlayışının propagandacısı bir şeyh ailesinin Muhlis Paşa’dan sonra çeşitli siyasî ve kültürel sebeplerin tesiriyle tedricen Sünnîleşme yoluna girdiği bir devirdeki en önemli üyesidir. Kendisinin tasavvufî düşünceleri konusunda bir ölçüde en iyi belge, hiç şüphesiz Garibnâme adındaki meşhur mesnevisidir. İlk anda bu esere bakarak Âşık Paşa’nın tıpkı Mevlânâ gibi vahdet-i vücûd mektebine bağlı Sünnî bir mutasavvıf olduğu görüşüne sahip olunmaktadır. Nitekim F. Köprülü bu yüzden onun, kendi zamanında Anadolu’da çok çetin bir tarzda sürüp giden Sünnî ve gayri Sünnî mutasavvıflar arasındaki mücadelede birincilere dahil bulunduğunu ve Garibnâme ‘yi bu yolda yazdığını söyler [İA, I, 704). Bu görüş genelde doğru olmakla birlikte, Âşık Paşa’nın, şyet ve hadislerle, çeşitli tasavvufî eserlerden alınmış ahlâkî ve tasavvufî öğütleri içeren bu eserinin, içinde birtakım heterodoks kalıntıların bulunması ihtimalini ileri süren görüş (bk. El2 (Fr.), I, 720) karşısında sistemli ve derinlemesine tahliline gerek vardır.
Elvan Çelebi’nin, Âşık Paşa’mn oğlu olması dolayısıyla, babasının tasavvufî yönünü salâhiyetle ve en iyi anlatması gereken birinci elden bir kaynak vazifesi göreceğini düşünmek elbette tabiidir. Ancak onun, adı geçen eserinde babasından büyük bir hayranlıkla bahsetmesine ve fevkalâde nefis mısralarla mistik bir tablo içinde onu tasvir etmesine rağmen, yukarıdaki meselenin aydınlanmasına yarayacak bir ipucu vermediğini belirtmek gerekir. Bununla beraber Elvan Çelebi, çizdiği bu mistik tablo ile velilik mertebesinin en üst basamağına ulaşmış büyük bir velîyi anlatmak istemektedir {Menâkıbü’l-kudsiyye, s. 100-132). Bu ise bir evlâdın babasına, bir müridin şeyhine olan bağlılık ve saygısının ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Eserleri
1. Garibnâme. 730 (1330) yılında kaleme alınan 12.000 beyitlik bu mesnevi aruzun “fâilâtün fâilâtün fâi-lün” kalıbıyla yazılmış olup on bölümden meydana gelmiştir. Bazı nüshaların sonunda Âşık Paşa’nın gazelleri de vardır. Dinî, tasavvufî ve öğretici bir eser olan ve halkı eğitmek maksadıyla Türkçe olarak yazılan Garihnâme, Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesir dairesi çok geniş olmuş eserleden biridir. Sade dili dolayısıyla eser asırlar boyunca çok geniş bir okuyucu zümresine hitap etmiştir. Bu sebeple kütüphanelerde pek çok nüshası bulunan Garibnâme’rim Türkiye’deki en iyi ve eski tarihli nüshaları Beyazıt Devlet (nr. 3633) ile Süleymaniye kütüphanelerindeki (Lâleli, nr. 1752] yazmalardır. Prof. Mundy nüshası olarak tanınan en eski tarihli Raif Yelkenci nüshasının ise günümüzde Londra’da Şark Dilleri Mektebi Kütüphanesi’ne intikal ettiği bilinmektedir.
2. Fakrnâme. Âşık Paşa’ya ait olduğu ancak son zamanlarda tesbit edilebilen tasavvuff muhtevalı 161 beyitlik bir mesnevidir. Roma (Biblioteca Gasana-tensa Turca, nr. 2054) ve Manisa (Muradiye Ktp,, nr. 11531 kütüphanelerinde iki nüshası vardır. Eserde rengârenk bir kuş olarak tasvir edilen “fakr” sonunda Hz. Peygamber1! seçerek onda karar kılmaktadır. Mesnevi E. Jemma {Estatto dalla Rioista Degli Stildi Orientali, s. 219-245) ve A. S. Levend {TDAY Belleten 1953, s. 205-253] tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır.
3. Vasf-ı Hâl. Otuz bir beyitten ibaret olan bu küçük mesnevinin Roma ve Manisa’da iki nüshası bilinmektedir. Mesnevide şairin adı geçmemekle beraber eserin Garibnâme”nin sonunda yer alması. Âşık Paşa’ya ait olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
4. Hikaye. Elli dokuz beyitlik küçük bir mesnevidir. Raif Yelkenci’ye ait bir Garibnâme nüshasının sonunda bulunmaktadır. Bu mesnevide bir müslüman, bir hıristiyan ve bir yahudinin başından geçenler anlatılmaktadır.
5. Kimya Risalesi. Âşık Paşa’ya ait olduğu şüpheli görünen bu risalenin bir nüshası Çorum İl Halk Kütüphane-si’nde (nr. 2889) bulunmaktadır. Son iki risale A. S. Levend tarafından bir arada yayımlanmıştır {TDAY Belleten 1954, s. 265-276],
6. Risale fî beyâni’s-semâ. Eserin adına Osmanlı Müellifleri dışında başka kaynaklarda rastlanmamaktadır. F. Köprülü bu risalenin incelenmeden Âşık Paşa’ya mal edilemeyeceğini söylemektedir. Eserin Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan nüshasında (Fâtih, nr. 5335) varak 107a’da “Âşık” mahlası geçmektedir. Ancak bu mahlası pek çok kişinin kullandığı düşünülürse, risalenin Âşık Paşa’ya ait olduğu hususu şüpheli görülebilir. Bununla birlikte risalenin konusu ile Garibnâme ‘nin dördüncü babının üçüncü “dasitân”ı arasında yakın bir ilgi bulunduğunu da belirtmek gerekir. Ahmet Kutsi Tecer’in hakkında bir inceleme yazısı yazdığı bu risale mensur olup içinde yer yer manzum parçalar bulunmaktadır. Bursalı Mehmed Tâhir’in Manisa’da gördüğünü söylediği risalenin bir üçüncü nüshasının da Ankara’da Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi 320 numarada kayıtlı eski bir Garibnâme nüshası sonunda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Âşık Paşa’nın Garihnâme’de yer alan gazellerinden başka nazîre mecmualarında rastlanan toplam altmış yedi şiiri S. N. Ergun ve değişik tarihlerde A. Gölpınarlı tarafından yayımlanmıştır (bk. bibi.).