Ana Sayfa Sosyoloji 33Sosyoloji Sözlüğü AKIL

AKIL

0

 

AKIL

 

İnsanın düşünme,
bilme, davranışlarını belir­leme, denetleme ve yargılaması ya da iyiyi kö­tüden,
doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayır-masıyla İlgili kabiliyeti veya
dirayetine topluca akıl denir. Belli yargıların başka yargılar ile mantıksal
bağlantılarını kavramak; olayları yönlendiren ve düzenleyen İlkeleri (kanunların)
bulmak, dolayısıyla geleceğe ilişkin ya da gelecekte olacak olaylar konusunda
öngörüde bulunmak kabiliyeti şeklinde de tanımlanabi­lir. Pratik yönden akıl
ulaşılması istenen ama­ca veya hedefe götürücü araçların bilerek ve tam olarak
uyarlanmasıdır. Bu anlamda akıl duyusal yeteneklerle (içgüdü, çağrışım) değil,
akıl yürütmeyle hareket etme ve yargılama ka­biliyetidir. Daha özel anlamda,
doğru düşün­me, İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti veya
gücüdür. Descartes da buna ya-km bir akıl tanımı verir: “Doğru yargıda
bulun­mak ve doğruyu yanlıştan ayırmak kabiliyeti olup (ona) akıl veya sağduyu
denilmektedir.” (Meîod Hakkında Nutuk, 1/1)

Böylece akıl terimi,
akıl yürütme ya da ilke­lerden mantıksal tümdengelim yapma faaliye­tine işaret
eden katı kullanımdan kavramları formüle etme ve mantıksal ilişkiler kurma yö­nündeki
kavrama gücüne atıfta bulunmaya ka­dar çok geniş bir bağlamda kullanılır.
Verilen bir öncülden doğru bir sonuç çıkarmak ya da deneysel fenomenler
hakkında nesnel olarak geçerli bir yargıya varmak terimin genel kulla­nımında
hakimdir. Bu anlamda, bir olay ya da ilişki hakkında mantıksal ve geçerli bir
açıkla­ma veya doğrulama ya da herhangi bir neden ya da güdü anlamına da gelir.

Düşünmek ve akıl
yürütmek için zihin açık— seçik reddetmediği temel bazı ilkelere dayan­mak ve
bu ilkeleri doğru biçimde uygulamak durumundadır. Bu bakımdan aklın doğru dü­şünmesinde
temel alman ilkeler, akıl yürütme­nin de temelini oluşturan esasların ya da
kalıp­ların, yani kategorilerin varlığını gerekli gö­rür. Buna “aklın
kategorileri”, “aklın ilkeleri” ya da “bilginin yönetici
İlkeleri” denilmekte­dir. Leibııiz akıl yürütmenin çelişme” ve yeler
neden” olarak iki ilkesinin bulunduğunu belir­tir (Thcodicee).

Aktın İlkele/i: i-
Sayımi-dökümü, anlatım ve sınıflandırılması;2-Kaynağı (deneycilik, çağrı­şımcılık,
evrimcilik vb. gibi); 3-Normal (ob­jektif) değeri, bakımından İncelenir. Aklın
il­kelerinin saymıı-dökümü konusunda şu ilkele­rin belirlendiği ileri sürülür:
a) Özdeşlik İlke­si: Doğru veya yanlış olan doğru veya yanlış-

tır; yani A, A’dır. Bu
bakımdan çelişmezlik il­kesi ile üçüncü halin bulunmaması ilkesi de de­nilir.
İki çelişik ayrgıdan biri doğruysa, öteki yanlış ya da biri yanlışsa, öteki
doğrudur; b) -Nedensellik ilkesi: Her olgunun nedeni var­dır, her değişme daha
önceki değişmeye bağlı­dır, başka deyişle determinizm söz konusu­dur; c)
Ereksellik ilkesi: Her şeyin veya bazıla­rının bir amacı vardır.

Özdeşlik ilkesi
düşüncenin zorunlu bir ilkesi olarak görülmekle birlikte, nedensellik ilkesi
tartışmalıdır. Çünkü insandaki irade özgürlü­ğünün kabul edilmesi halinde
nedenselliğin mutlak kabulü zorlaşmaktadır. Nedensellik mutlak anlamda
alındığında insanın irade öz­gürlüğü ortadan kaldırılmaktadır. Sözgelimi
kuantum fiziğindeki gelişmeler gözönünde bu­lundurulduğunda nedensellik
İlkesinin mut­lak anlamda ele alınması zorlaşmaktadır. Çağ­daş eğilim de
nedenselliğin mutlak değil izafi, dolayısıyla determinizme karşı endeterminiz-min
ileri sürülebileceği yönündedir. Ereksel­lik (gâiyet) ilkesinin de mutlak
olarak alına­mayacağını düşünenler vardır.

Akıl ilkeleri sadece
teorik değil, aynı zaman­da pratiktir. Mesela kesin bir zorunluluk ola­rak
görülen ödev de bir akıl faaliyetidir. Kant’ın pratik-teorik akıl ayrımının
temeli de burada aranabilir. Yani ahlakî Ödev karvamı-nın temelinde de bir akıl
yürütme sözkonusu-dur. Dolayısıyla teorik olan akim İlkeleri aynı oranda pratik
özelliktedirler.

Akıl (reason)
teriminin tahlili iki yüzyılı aş­kın bir zaman dilimi içinde Batı felsefesinde
tartışılan temel sorunu oluşturduğundan onun anlamını, Batıda değişen tarihsel
kullanı­mın ışığında ele almak gerekir.

1- Platon
aklı, insanın gerçek bilgiye, değiş­mez formları ya da özleri (ideleri) kavramaya
ulaştığı araç şeklinde, yani fiziki cisimlerin de­ğişken dünyasına ait duyu
algısına dayalı dü­şüncelerin karşıtı olarak anlamıştır. Bu anla­yış,
XVIII.yüzyıla kadar geri giden Avrupa si­yasal düşüncesine egemen olmuş
sağduyuya İnanç için bir bilgi temeli oluşturmuştur, bura­da yüceltilmiş
anlamında akıl, İnsanoğlunun diğer hayvanlardan farklı şekilde sahip olduğu
özel bir sezgiye dayalı kabiliyet olmaktadır. Dolayısıyla onun akıl yürütmeyle
tasavvur olu­nan bir evrenin olgularını yöneten ve düzenle­yen evrensel
doğruları ya da ilkeleri, kavrama­yı doğrudan mümkün kılar.

2- İki
etken, akıl teriminin ya pek çok çağdaş yazarın Ölçülü biçimde yaklaştığı ya da
toptan kaçındığı bir düşünce ikliminin oluşturulması için birleşmiştir. Birinci
etken, aklı belli bir or­ganda doğuştan varolan güç şeklinde gören geleneksel
“yeti” psikolojisinin gözden düşme­sidir. Diğer etken ise,
dilbilimsel kullanımın mantığıyla ilgili benlik-bilincinin yüksek bir
derecesiyle karakterize edilen modern uzman­laşmış felsefedeki devrimdir.

Bununla birlikte, bu
eğilimler, insanın karak­teristik bir yönde araçlar ve amaçlarını düzen­leyen
amaçlı faaliyetini belirtmek için bazı te­rimlere duyulan ihtiyacı ortadan
kaldırmaz. Böylece aklın, Aristoteles ve Spinoza gibi bir­birinden çok farklı
düşünürlerde görülebile­cek çok tatminkar, zengin ya da tüm İnsanî ha­yat
içinde bir ad olarak kullanımı, Santayana gibi modern bir düşünürde yeniden
ortaya çı­kar.

3- Aynı
zamanda terimin akıl ve tutku arasın­daki zıtlığı vurgulayan kullanımı,
sözkonusu-dur. Bu anlamda akıl, insan karakterine bü-ründüğünde,
“tutkuların kölesi” olan insandan farklı olarak akıllı ve Ölçülü
İnsan ortaya ko­yar, bu bağlamda akıl, tarafgirlikten kurtuluş, tutarlılık,
kuralların tek biçimli uygulanması ve içinde bulunulan şartlar gözönündc tutul­maksızın
kurallara öğretisel ya da fanatik bağ­lanışın yokluğu ile İlgili kesin bir
İfade taşır. Freud sonrası dönemde pekala bilinçaltı çatış­madan kurtuluş da
sözkonusu edilebilir. Öyle ki, nesnel yargı hayal gücünün güdüler üzerin­deki
zorlayıcı yoğunlaşmasıyla kendiliğinden olmasa da cana yakın kılınıp
çarpıtılmayabîlir.

4- Aklı
tanımlama sorununa karakteristik bir çağdaş yaklaşım; “Biz aklımızı
çalıştırdığı­mızı söylediğimizde gerçekte ne yapıyoruz?” sorusuna cevap
bulma yolunda bir girişimi içe­rir. Bu anlamda akıl, deneysel görünüşlerin
doğruluğunu araştırmada bir takım ilem me-todlarını İçine alır. O, gözlemleme,
ölçme, kar-

şılaştırma, deneye
vurma, varsayımları formü­le etme, doğrulama, kavramların tanımı, an­lamların
ve dilbilimsel gramerin mantıksal tahlili gibi tekniklerle İlgilenir. Böylece
“akıl”a bu bağlamda bir tür salt yetenek olarak değil, kavram ve dil
araçlarım kullanıp ıslah etmek İçin insan tarafından girişilen çabalar gibi
mantıksal bağlantılar kurmak ve bilgiyi ilerlet­mek açısından da bakılmalıdır.

5- Akıl
(ratio) kavramı batı dillerinde “intcl-lectus”
“intelligentia” kavramıyla da karşılan­mıştır. Yeni Platonculukta
Hellenistik devrin “logos” inanışı aynı zamanda Hıristiyan
teoloji-sindeki “togos”un benzeri olan akıl, manevi hil­kat yoluyla
ilk neden olan Tanrı’dan sudur eden veya fışkıran birinci ve bazan ikinci
“ayn-i sabit”tir ki, burada aklı, nefis, tabiat (fıt­rat) vb. izler.
İlk yaratılan olarak akıl bu dün­yada Allah’ın temsilcisi ve habercisi adını
alır. Hareketin salt zihni, kozmolojik bir ilkesi ola­rak akıl, Aristoteles
metafiziği ve yorumcuları­nın “ratio”suna karşılık olmaktadır.

Akıl, sosyal
bilimlerle ilgili eserlerde ender rastlanan bir sözcüktür. Pek çok diğer sözcü­ğün
başına geldiği gibi, o da sosyal psikoloji ve sosyolojide teknik bir terim
olmayı başara­mamış; çoğu yazara göreyse sahte bir kavram­dır. W.Coutu şunları
söyler: “Halihazırdayapı­lan akıl yürütme, düşünmeden farklı bir faali­yet
tipi değildir; o sadece birtakım mantıksal ve kavramsal sistemlerle daha çok
sınırlanmış­tır ve bu nedenle bu sistemin yapısı tarafından daha çok kontrol
edilmiştir, dolayısıyla doğru­ya daha yakındır.” Diğer yazarlar açıkça ya
da zımnen tesadüfi ve görünüşte belirgin bir ama­cı olmaksızın yapılan salt
tecmmülî (reflecti-ve) düşünmeyle mantıksal ve amaçlı düşünme yeteneği arasında
ayrım gözetirler, örneğin GAllport şöyle der: “Akıl, bir insanın inancını
biçimleme yeteneği ve dünya hakkındaki bilgi­sine uygun davranması ve eğer
insanın bilgisi yetersiz kalırsa, eldeki konuya uygun daha faz­la bilgiyi ele
geçirmeye koyulma yeteneği şek­linde tanımlanabilir.” İnsanın aklî ve
ahlakî bîr toplumsal düzen keşfetme gücüne olan İnançtır.

Batı felsefesi ve
düşünce tarihinde aklın işgal ettiği konuma eşdeğer ve hatta daha yo­ğun bir
konumda İslam düşünce tarihinde de akl’a İlişkin önemli tartışma ve
mücadelelerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda Hicri II.-yüzyılda ortaya
çıkan Mutezile akımı, Meşşai filozofları ve İkinci dönem Kelamcılar
(Müte-ahhirîn) akıl konusunda bugün dahi üzerinde Önemle durulacak görüşler
ileri sürmüşlerdir.

Mu tezile’ye göre
konunun odak noktasını İn­sanın özgür zihni faaliyetlerinin ürünü olan akıl İle
ilahi bilgi olan nakil arasında kurula­cak ilişkinin belirlenmesi teşkil eder.
Aklı ken­di basma belirleyici kabul eden Mutezile düşü­nürlerine göre, eğer
akıl ile nakil çelişirse doğ­ru bilginin elde edilmesi adına akim tercihi ge­rekir.
Çünkü nakilde nasih-mensuh olgusu varken, akılda bu sözkonusu olmaz. Yani akıl
önceki bir durumda doğruladığı şeyi, bir son­raki safhada yankılamaz.

El-Kindİ, Farabi, İbn
Sina ve İbn Rüşd gibi Meşşâî filozoflara göre ise akıl, hakikate ulaş­ma
yeteneğine sahip olun Burhan Ehli’mn en büyük aracıdır. Hakikat yukarıdan ve
vahiy yo­luyla bîldirilip öğretilebileceği gibi, akıl yoluy­la ona ulaşmak
sureliyle de öğrenilebilir. An­cak her iki durumda da Öğrenilen Hakikat tek­tir.
“Çifte-gerçeklİk” mümkün değildir.

Genel olarak Meşşailer
uluhiyeti akıl kavra­mıyla ifade ederler. Çünkü aklın nitelikleri, ya­ni akıllı
ve makul, Allah’ın cevherinin birliği­ne hiçbir halel getirmez. Bu anlamda
aklı, ge­nci olarak sayısı 10’a ulaşan feleklerin “ukul”ü izler:
Felek-i aksa, felek-İ sevabit ite yedi geze­gen ve son olarak küre-i arz ya da
felek-i tah-le’l-kaıner. Felek-i talıte’l-kamer (ay altı alem) in de ruhuna,
dar anlamda “faal akıl” denir. Faal niteliği bu ulvî cevhere ve
Allah’a atfolu-nur ise de, telifçi ilahiyatta, nufustfelekiye, Al­lah’a yakın
olan melekler İle tutulur ki, bu du­rumda faal akıl Cebrail’in adı olur.

Sonraki Kelamcılar da
başta Mutezilc’nin görüşlerine karşı nassa dayalı düşünceler oluş­tururken,
felsefi kavram, çözümleme ve yargı­ları kullanma ihtiyacını duymuş; İmam
Gaza-li’nin mantığa meşru bir temel aramasından sonra, özellikle Fahruddin
er-Razi ile kelam iyiden iyiye felsefenin etki alanına girmiştir.

İslam düşünce
tarihinde keşf ve ilhaın’ı ön plana çıkaran tasavvuf ehliyle, aklın nass karşı­sında
tevil veyonmı gücünü dahi kabul etme­yen Selefİye’nin farklı görüşleri
savundukları söylenebilir. Her ikisine göre de akıl hiçbir şe­kilde bizi doğru
bilgiye ulaştırma gücüne sa­hip değildir.

Kur’an-ı Kerim’den
hareket edilerek akıl ko­nusuna bakıldığında aklın anahtar bir terim olarak
insan zihninin ve manevi faaliyetinin merkezi bir odağına yerleştirildiği
görülür. Kur’an üç bilgi aracından sözeder: Göz, kulak vekalb… Akıl, Kur’anî
tanıma göre kalbin bir-türevidir. Bundan dolayı bir çok İslam düşünü­rü aklı,
kalbte ve ruhta bulunan manevî bir nur şeklinde tanımlamışlardır. Deney, göz­lem,
haber ve gerçeğin itham ve aydınlanma yoluyla elde edilmesi gibi, akıl yoluyla
da elde edilmesi mümkündür. Bu bilgi yollan, hİyerar-şik bir mertebeden çok,
hakikatin bilgisini el­de etme çabalarında biri diğerini içine alan içi­ce
dairelere benzer. Belki göz ve kulak yoluy­la yapılan gözlem ve deney en geniş
dairenin sınırlarına atılan İlk adımdır. Bunu aklın alanı izler.

Kur’an’da sık sık
anılan “akletınek” neden ile sonuç, eser İle eser sahibi arasındaki
ilgiyi, nedenselliği İfade eder. Eser’den müessire gi­dilebileceği gibi, aksine
bir yolla müessirden esere veya iki eser arasındaki temel ilişkinin
kavranmasına da gidilebilir. Sonuçta akıl du­yulabilir olandan duyulamaz olanın
varlığını keşfeder. Bu kuşkusuz bir İntikal olayı ile ger­çekleşebilir ve çok
çeşitli türevleri vardır ki, bunların her birinin akıl ile ilgili bağlantıları
önemlidir: Teemmül, tefekkür, tezekkür, efak-kuh, va’y şuur vb… Sözünü
ettiğimiz intikal olayının üç türünden sözedİlebilir.

A. Tikel
(cüz’i) den tikele veya fertten ferde olan intikal. Buna İslamî terminolojide
temsil veya kıyas-t fıklıî denir.

B. Tikel’den
tümel (külli)’e; tek bir ferdden tek bir türe (nevi) veya tek bir türden tek
bir cinse intikal. Buna da istikra (tümevarım) de­nir. Genel yargılara ve çoğu
bilimsel kurallara bu yolla ulaşılır. Bunda deney ve gözlemin payi büyüktür.

C. Tümel
(külli)’den tikele veya tek bir cins’ten tek bir türe ya da tek bir türden tek
bir ferde intikal. Buna istintaç, kıyas-ı mantıkî veya sadece kıyas denir.

Kozmik düzen, bilimsel
yasalar ve Tanrı’nın varlığının eşsiz ve mutlak birliğinin kavrandı­ğı bu
yolların birini veya tümünü kullanan ak­lın İki türü var:

1- Ağır,
tedrici ve zamana bağ­lı seyreden türü. Buna/ adı verilir;

2- Bir anda
ve bir hamlede istenene ulaşacak şekilde seri olarak seyreden türü. Buna da sezgi
denir.

Sezgi de iki kısımdır:
a) Herbirinde konusu­na göre uzun müddet gerçekleşen, elde edi­len, deney ve
özel çabalardan oluşan meleke. Bu sonradan elde edilip kazanılır (Aklı
Mes-mu’)\ b) Doğrudan doğruya fıtratta varolan ve sadece vehbi (ilahi bağış)
olan melekedir, ki buna Kuvve-i Kueisiyye, Akl-t metbtı veya ga-iizî denir.
Bunda kişisel ve özel çaba ve kaza-ılımların hiçbir payı yoktur.

Ehl-i sünnet
kelamcıları aklı kullanılırlarken insanın ilk olarak itim, sonra amelinin
gelişme derecelerini sayarlar:

1- Ak!
heyulam ve bi’l-kCıva akl (materialis, potentia): İnsanın gerek soyut olarak,
özel so­mut nesnenin özünü tasavvu etmek, gerek “bâ-/«”dan idrak
etmek kabiliyetidir: 2-Akl bi’l-meleke (habitu): Bilginin unsurlarında veya il­kelerinde
geçerli olan akıl:

2- Akl
bi’l-fül (ac-tu): Bunu faal akılla karıştırmamak gerekir. Bu akıl, faaliyeti
anında beşeri akıldır, ötekisi insan-üsıü ve daima faaldir; A-Akt mustafâd
(adeptus şive ad quisitus): Beşerî akıl suretler verici veya biçim kazandırıcı
(vahib el-suvar) olan faal aklın kamil bir ilahî bağışı (mcvhİ-be-i kemal)
olmak üzere böyle adlandırılır. İn­sanın bir kazanım (iktisab) melekesi olduğu­nu
kabul edenlere göre ayrıca bir de ‘akl mük-teseb’ten bahsedilebilir.

Bunda herkesin az veya
çok nasibi olabilir. Bunun sınırlandırılması mümkün olmayan bir çok mertebeleri
vardır ki, en basit zekadan Peygamberlerin aklına kadar yükselir. En yük­sek
mertebesine Akl-ı Evvel denir. Mebdc’-den gayeyi, gayeden mebdei: evvelden
ahîr’i, ahir’den evvel’i en üstün yakî İ]e gören bu akıl Ketam-ı ilahî veya
Nur-i Muhammedi’dir.

İslam felsefesinde
akla ilişkin görüşlerin bu kısa özeti de gösteriyor ki akıl, İslam’da mer­kezi
bir öneme sahiptir. Kur’an her fırsatta ak­im önem ve hayati fonksiyonuna
işaret eder. Ancak istek ve tutkuların (heva ve heves) aklı saptırma gücüne
sahip oldukları gerçeği de ih­mal edilmemelidir. Şu halde yakını bir bilgiye,
sağlam bir imana ve üstün bir takvaya sahip olan seçkin insanlar, Kur’an’ın ve
varlık dün­yasının ayetleri üzerinde araştırma yapıp te­fekkür ederek akıl
güçleri sayesinde hakikatin bilgisini arayacak, böylelikle kalbin nuru olan
aklın kılavuzluğunda ilahi muradı, Kur’an’m hikmetini ve tabiatın sırlarını
keşfetmeye çalı­şacaklardır. Ancak akim da kılavuza ihtiyacı vardır; o da vahiy
bilgisi ve nebevi hikmet’tir.

AliBULAÇ[1]

 



[1] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları:
1/16-20.