Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur Romanı hakkında bilgi: Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzur” romanını 1949 yılında yayımlar. 1936’da “Bizde Roman” başlıklı yazısında (Kültür Haftası) şöyle der:
İdealin ufku evvela edebiyatta gülümser, biz çok defa meşalenin geçtiğimiz yolu aydınlatmasını istiyoruz. Bu hal Türk romanını bazı numunelerinde zaman zaman bir nevi suniliğe atmıştır. Her şeyden evvel şunu unuturuz: Bir romanda anlatılabilecek şeyin azamisi ferttir, muayyen bir cemiyetin muayyen bir zümresinin muayyen bir tarihi onda yaşamış olan ferdi ve bu fert de bizzat romancının kendisidir.
“Ferdi” yani bireyi anlatmasını ister romanın. “Huzur”da bu ilkenin uygulandığını görürüz. Anlatılan bireyin, yazarın bizzat kendisi olduğu şeklindeki düşünce ise özellikle romanın ilk sayfalarında doğrulanır. Burada çocukluğunun ilk izlenimleri
canlandırılan kişi, romanın asıl kahramanı Mümtaz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendisidir. Çocukluk, ilk gençlik, yol gösterici niteliğiyle amca oğlu İhsan ve onun ailesi içinde yaşadıklarını okurken bir Bildungs roman izlenimi ediniriz. Romanın ilk bölümünün III. alt bölümünde Mümtaz’ın çocukluğuna ait ve hayatı boyunca unutamadığı, ama tam değil hayal meyal gözünün önüne gelen bir yaşantının aktarılış şekli, çocukluk yaşantılarının önemini ortaya koymaktadır. Tanpınar, romanın bu pasajının ağırlığını kabul eder. Hattâ bu konuyu devam ettireceğini uman okuyucuya bunun görünürde çabuk geçse bile roman boyunca bütün davranışlarını etkileyen bir kompleksin temelini oluşturarak kendisini hissettirdiğini söyler Necdet Evliyagil ile bir konuşmasında. Bir “ilk tecrübe”dir çocuk Mümtaz’ın o yaşantısı:
Mümtaz bütün hayatı boyunca o ilk gecenin tesiri altındadır. Onda sanatkâr taraf bu ağır şartlar içinde doğar. Bir nevi kompleks teşekkül eder. Hata karşısında günah ve vicdan azabı kompleksi. Aşkı ve dolayısıyla hayatı hususi bir şekilde görür. […] Yani Mümtaz ölüm düşüncesinin tehdidi altında yaşamaya başlar ve etrafındaki şeyleri ancak kaybetmek korkusu içinde sever, yahut kaybetmiş gibi sever. (Huzur, s. 214)
İlk bölüme adını veren İhsan, Mümtaz’dan yirmi üç yaş büyüktür, onun ailenin en akıllı adamı olduğunu babasından duymuş, bu bilgi, yaşantılarıyla adım başı doğrulanmıştır. Hocalığından, evde de yazması okuması olduğundan söz edilir İhsan’ın. Mümtaz sınıfta tarih öğretmeni olarak karşısında onu gördüğünde şaşırır, bir akrabasını hoca olarak algılamanın sarsıntısını yaşar. Ama İhsan, o yakınlığı bir Bildungs roman eğitici figürü gibi Mümtaz’ın eğilimlerini, yeteneklerini tanıyarak bunları beslemek yolunu izler. Onun hocalığı, Tanpınar’ın deyişiyle “Ganimed’in kartalı gibi bir şey”dir. Öğrencileri ilk günde kendine çekmiş, gerçi “herhangi bir Olimposa çıkarmamış, fakat hiç olmazsa kendi kendilerine yürüyecekleri bir yolun başına” geIinmiştir. Araştırmacı olarak İhsan’ın hedefi bir Türk tarihi yazmak, sosyal doktrinini ortaya çıkarmaktır ki Mümtaz’ı da kâh bir asistan kâh bir tartışma arkadaşı olarak çalışmasına katar. Mümtaz esere yardım edecek, hattâ sanat, fikir kısmını kendi hazırlayacaktı” [r]. Bu, yardımın ötesinde Mümtaz’ın sanata, şiire yeteneğini sezmiş bir eğiticinin onun için öngördüğü bir gelişim yoludur. Batı edebiyatından, Türk edebiyat tarihinden keşfettiklerinde İhsan’ın payından söz edilir. İhsan, gençliğinde «altlıları okumuş, Fransa’da geçirdiği yıllarda “Birçok modayı eskitmiş nazariyelerin doğduğunu görmüş, sanat münakaşalarının harman yangını parlayışına katılmıştı” [r]. İhsan’ın yurda dönünce geçirdiği değişim ilginçtir. Fransa’da tanıyıp sevdiği şairlerin hepsinden kopmuş, “yalnız kendimize ait olan şeylerle uğraşma [ya başlamıştır]”. Batı’dan edindiği, korumaya çalıştığı şey “ölçü hissi”dir, dolayısıyla “kendi zevkimize ait tercihleri öbürlerinden pek ayır[maz]”. Mümtaz’a Bâki’yi, Nef’î’yi, Nailî’ yi, Nedim’i, Galib’i, Dede ile Itrî’yi sevdirdiği gibi Baudelaire’i eline tutuştururken “Mademki okuyorsun […] bari en iyisini oku” der.
Tanpınar, romanda bireyin önemli olduğuna, bireyde yazarın kendisini anlattığına işaret etmişti. İşte Mümtaz’da ve İhsan’da kendi düşüncelerini, edebiyat, Doğu-Batı kültürleri konularındaki tutumunu ortaya koyar. İhsan’ın Mümtaz’a tavsiyelerinde Batı’dan neyi alması gerektiğini, asıl hedefinin ne olmasını istediğini bir bakıma kendi görüşünü yansıtırcasına vermektedir. Tanpınar, üçüncü kişi anlatım (o-anlatım) ile işlediği roman dokusunda zaman zaman konu değerlendirmelerine de yer vermeyi ihmal etmez. Bir bakıma romantik ironiyle romanın canlı akışını keserek bunun bir roman olduğunu hatırlatan satırlarda yapar bu değerlendirmeyi:
Mümtaz, hayatının anlattığımız kısmıyla bir macerası olan adamdı. Bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı. Zihni aşka, düşünceye, babasının ölümü ile İstanbul’a dönüşü arasındaki zaman içinde açıl- inişti. Bu iki ay onun ruhunu garip suretle beslemişti. Hâlâ rüyalarında o günleri yaşıyor. Sık sık onların ıstırabıyla uykusundan silkinerek, ter içinde uyanıyordu. İlk bayılmada gördüğü hayal, bütün o top, kazma kürek sesleri, annesinin çığlıkları ve konuşmalar arasında babasının billûr lambayı yakmaya çalışması, bir leitmotif gibi bu rüyaları dolaşıyordu.
(s. 41)
Romancılığının yanısıra şairlik ve edebiyat hocalığı, edebiyat tarihçiliği gibi uğraş alanlarının da olduğunu Huzur’un çeşitli pasajlarında sezdirir Tanpınar. Onun yaratıcılığında önemli olan konuları yoğunluk derecesine göre ele almayı denersek şu başlıklar altında toplayabiliriz: Müzik, kültür felsefesi (Doğu-Batı), zaman, tarih, ölüm, savaş, doğa, aşk, insan-doğa-Tanrı, din, kutupluluk vd. bu konu öbeklerinin çoğu birbiriyle ilişkilerini yansıtacak şekilde kurgulanır. Meselâ müzik konusunun işlendiği satırlarda Doğu-Batı gibi kültür felsefesi de ortaya çıkar.
Olay örgüsü anlamında konu, yani içerik, Huzurda son derece cılızdır. Tanpınar roman kişilerinin diyalogunda, elden geldiğince kutupluluk ilkesini gözeterek yukarıda sıraladığım konuları, kültüre, sanata, felsefeye önem veren dönem aydınlarının sohbeti, tartışması şeklinde işler. Yirminci yüzyıl Batı edebiyatı klasiklerinden Thomas Mann’ın, M. Proust’un romanlarının da bu tür düşünce ağırlıklı, olay örgüsü zayıf romanlar olduğunu hatırlarsak Huzur’un modern roman kategorisindeki yeri ortaya çıkar. O yıllarda Türk edebiyatında Realizmin revaçta olduğunu göz önünde tutunca eserin önemi daha bir belirginleşiyor. Tanpınar’ın realist romancılara eleştirisi Huzur’un İclâl figürü bağlamında da dile gelir:
İclâl realist romancılar gibidir. Günlük şeylerden başkasından bahsetmez. (s. 108)
“Bizde Roman” başlıklı yazısında o günlerin romanlarında eksik gördüğü birinci şey, bireyin önemsenmeyişiyken “Romana ve Romancıya Dair Notlar”ında ikinci eksiklik, konuşmaların, diyalogların oluşturulmamasındadır. Dünya edebiyatının kalıcı romanlarında durumun bu bakımdan bambaşka olduğuna değinir ve “Balzac, Stendhal, Dickens, Dostoyevski’de ve bütün Ruslarda konuşma, bir desende asıl canlılığın fışkırdığı küçük, araştırıcı çizgilere benzer” der. (Ulus Gazetesi 1.4.1944)
Aynı yazıda romancının roman kurgusunda konuşmalara yer vermek, hattâ konuşmaları önemsemekle neleri başardığına yine Stendhal’den, Dostoyevski’den örneklerle işaret eder. Roman kişileri konuşmalarında fikirlerini, zihniyetlerini ortaya koymakla kalmaz, kişiliklerini de ortaya koyarlar, ruh halleri, başkalarıyla ilişkileri de belirginleşir. Hattâ “Stendhal, sadece konuşturmaz, şahısların deruni konuşmalarını da takip eder; böylece romancının kendi ibdaı [yaratımı] karşısındaki vaziyetini bir zabıt kâtipliğinden kurtarır. Filhakika muhtelif şahısların bu tarzda konuşmasıyla hikâye, dinlediğini ve gördüğünü nakletmek san’atı olmaktan çıkar, açıktan açığa icat olur.” (a.y.)
Bu sözler Tanpınar’ın roman kurgusunda konuşmalara romancının yaratıcılığının göstergesi anlamında değer verdiğini göstermektedir. Huzur’da gerçekleştirmeye çalıştığı da işte budur. Eserde Mümtaz’ın İhsan’la, sevdiği kadın Nuran’la ve diğer kişilerle konuşmaları, hem bu kişilerin canlandırmışında, ruh halleri ve dünya görüşleriyle kendilerini ortaya koymalarında etkilidir hem de söz konusu roman kişilerinin dönemin aydınlarından oluşuyla esere düşünsel boyut kazandırmaktadır. Roman kahramanı Mümtaz’ın sevdiği kadın Nuran’la konuşmaları, İstanbul’un kültürel, tarihî zenginlikleri, mimarî, müzik alanında birbirini tamamlar, aynı zevki paylaştıklarını ortaya koyar niteliktedir. Bu fikir ve zevk birliğinin Mümtaz-Nuran aşkının nedeni mi sonucu mu olduğu tartışılır. Tanpınar bu roman kişilerinin görüşlerine büyük oranda katılıyor gibidir, yani kendi görüşlerini ve zevk doğrultusunu onlarla paylaşıyor denebileceği gibi, fikirler ve açıklamalarıyla bu figürler yazarın temsilcisi durumundalar da denebilir ki bu ikinci olasılık romancılık açısından pek de olumlu sayılmaz, eğer Thomas Mann’ m ve daha önce Goethe’nin mesafeli anlatımını ölçü alırsak.
Müzik
Huzur romanının “asıl kahramanları İstanbul ve musikimizdir” diyen Tanpınar’ın roman kişilerinin ağzından olduğu gibi anlatıcı aracılığıyla da dile getirmekle onayladığı konulardan en belirgini müzik, klasik müziktir. Türk klasik müziğini “piyasa müziği” olarak nitelendirdiği çağdaş müzikten ayırarak özel bir ilgi istediğini bildirdiği ilk satırlar, Mümtaz’ın sözleridir. Nuran’ la konuşurken şöyle der:
Düşün bir kere, Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişlerdir. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin. Felaket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserler kaybolacak. Meselâ tek başına Münir Nurettin’in bildiklerini düşün, (s. 79)
“Aşkın, ölümün bu garip ve zalim terkibinde” olarak nitelediği ve roman içinde bir leitmotiv yaptığı “Mahur Beste” ile ilgili ilk sözler, Mümtaz’ın Nuran’dan okumasını isterken anlatıcının kendi görüşüyle kaynaştırılır ve “Mahur Beste”ye eklediği o nitelemede dile gelir:
[Mümtaz’ın Zihni] hep Mahur Beste’de; aşkın, ölümün bu garip ve zalim terkibinde idi. (s. 110)
Nuran’ın ailece klasik Türk müziğine sevdalı olduğunu, evlerinde çocukluğunda “her akşam fasıllar yapıl[dığını]” öğrendiğinde Mümtaz’ın Nuran’la ruh akrabalığı âdeta perçinlenir. Eski müziğin kendi ailesindeki yerini anlatırken bir tür kültür tarihi, kültür ve etnoloji felsefesi yapar Mümtaz:
Biz üç batın evvel köylü idik. İntibakımızı tamamlıyoruz. Annem eski musikiyi severdi. Babam ise hiç anlamazdı. İhm için bir nevi musikişinastır, diyebilirim. Ben ise onu hayatıma naklettim. Bütün tarih boyunca böyle olmadı mı? Evet, belki de kolektif bir kaderi yaşıyorum. […] Bizim musikimiz kendi içinde değişene kadar hayat karşısında vaziyetimiz değişmez sanıyorum, (s. 138)
Anlatıcının kendi klasik müzik zevkini, buna yerli klasikler gibi Batı klasiklerinin de dâhil olduğunu, Nuran’ın Mümtaz’ın evine ilk gidişini anlatırken Nuran’ın iç sesiymiş gibi nakleder Tanpınar:
Yeni Debussy’ler aldım. Behemehâl gelin… Telefonda böyle söylemişti. Debussy’yi, Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak, bu bizim talihimizdi. (s. 140)
Anlatıcı, Nuran-Mümtaz çiftinin “asıl ruh iklimleri” olarak anılırı ferahfezâ, acemaşiran, beyatî, sultanîyegâh, nühüft, mahur makamlarını Mümtaz’ın “asıl sanat”tan saymadığını, “güzel”in ancak “bugünün muayyen seviyede zevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler” olabileceğini belirtir. Yine Mümtaz’ın klasik müziğimiz hakkındaki görüşleri, Tanpınar’ın şair romancı üslubuyla anlatıcı kaleminden nakledilir:
Mecit ve Aziz devirlerinde çok başka cûşişli birkaç ağır şarkı ile, Emin Bey gibi zamanımızda klasik zevki en halis tarafından toprağını sevmiş bir egzotik nebat veya gecikmiş bir bahar gibi devam ettiren ustaların eserleri, saz semaileri ve kârınâtıklar bu sevgileri tamamlardı, (s. 148)
Yine klasik eski Türk müziğinin felsefesine (tabiî yine sözde Mümtaz’ın içini okuyarak) dalar anlatıcı (Tanpınar). Bu müzikte, bu makamlarda “iç âlem medeniyetimizin özü”nü bulur:
İnsanoğlunun sonsuzluğu da, burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini bir uçta, bütün kâinatla mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatın
Kaynak: Çağdaş Türk Romanı üzerine incelemeler, Gürsel Aytaç, Doğubatı Yayınları, 2012