İslam Filozofları – Müslüman Düşünürler

Ziya Gökalp Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Ziya Gökalp (1876-1924) Türkçülük akımının nazariyatçısı, fikir adamı, sosyolog ve eğitimci.

23 Mart 1876’da Diyarbekir’de doğdu. Asıl adı Mehmed Ziya’dır. Bilinen en es­ki ceddi, Diyarbekir’in kuzeydoğusunda­ki Çermik sancağı eşrafından olup XVIII. yüzyıl ortalarında Diyarbekir’e yerleşmiş olan Hacı Ali Ağa’dır. Gökalp’in babası. Diyarbekir vilâyet evrak müdürlüğü ve nüfus nazırlığında bulunan Tevfik Efen­di, annesi Diyarbekirli Piriççizâdeler’den Zeliha Hanım’dır. Tevfik Efendi’nin de­desi Hacı Hüseyin Sâbir’in Diyarbekir’de müftülük görevinde bulunmasından do­layı aile Müftüzâdeler diye anılmıştır.

Mehmed Ziya, yakınlarındaki iki ayrı mahalle mektebinde üç yıl okuduktan sonra Diyarbekir Askerî Rüşdiyesi’ne gi­rerek 1890 yılında buradan mezun oldu. Bir yıl kadar özel Öğrenim gördü; ardın­dan yeni açılmış olan Diyarbekir Mülkî İdâdîsi’nin ikinci sınıfına kabul edildi. Dördüncü sınıfa geçtiği zaman yedi yıla çıkarılan idâdî programında, daha önce gördüğü dersleri tekrar etmek zorunda kalacağı için öğrenimine İstanbul’da de­vam etmek düşüncesiyle tasdikname al­dı (1894). Aile büyüklerinin İstanbul’a gitmesini engellemeleri diğer ruhî sıkıntılarına eklenince başına bir kurşun sıkarak intihar teşebbüsünde bulundu. Sağlığına kavuştuktan sonra ailesinden habersizce İstanbul’a gitti ve Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlîsi’ne kaydoldu (1895). Bu mektebin dördüncü sınıfına geçtiği yılın yaz tatilinde Diyarbekir’de iken giz­li toplantılara katılmak, izinsiz cemiyet kurmak ve zararlı yayınları okumakla suçlanarak tevkif edildi (1898). Bir müd­det sonra serbest bırakılıp İstanbul’a döndüyse de okula alınmadı; ayrıca muhakeme edilmeden on ay Taşkışlada, iki ay da Mehterhane Hapishanesi’nde yattı. Böylece baytarlık eğitimi tamam­lanmadan sona ermiş oluyordu. 1900 yı­lı baharında Diyarbekir’de ikamete mec­bur edildi. Aynı yıl, geleneksel ilimlerde kendisinden faydalandığı amcası Hacı Hasib Efendi’nin kızı Vecihe Hanım’la ev­lendi. Kısa süreli memuriyetlerde bulun­du; bir ara askerî rüşdiyede Fransızca muallimliği yaptı.

Meşrutiyetin ilânından sonra, esasen öteden beri ilgilendiği ve taraftan oldu­ğu İttihat ve Terakkî’nin Diyarbekir şu­besini kuran Mehmed Zi­ya aynı yıl fırkanın bölge müfettişi oldu. 18 Eylül 1909’da Selanik’te toplanan kongreye Diyarbekir delegesi olarak ka­tıldı ve merkez heyeti üyeliğine seçildi. 1910’da Diyarbekir maarif müfettişi ol­du. Daha sonra ailesini de alarak Selâ-nik’e giden GÖkalp, burada yeni açılan Selanik İttihat ve Terakkî Mekteb-i Sul-tânîsi’nde kendi teklif ettiği programa göre Türkiye’de ilk defa sosyoloji ders­leri vermeye başladı (I9ll). Ancak Bat-kan savaşları başlayınca İstanbul’a dön­mek zorunda kaldı. 1912 Martında yenilenen Meclis-i Mebûsan seçimlerinde Ergani Madeni mebusu oldu. Aynı yılın ağustosunda meclis feshedilince Önce Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinde ve Dârü’l-muallimât’ta, ardından Dârülfü-nun’da içtimaiyat dersleri verdi (1913-1919). Bu arada Maarif Vekâleti Fenn-i Terbiye Encümeni üyesi oldu. I. Dünya Savaşı mağlûbiyeti ve İstanbul’un İngiliz­ler tarafından işgali üzerine tevkif edil­di (28 Ocak 1919). Bir süre Bekir Ağa Bö-lüğü’nde tutuklu kaldı; arkasından sa­vaş ve katliam suçlarından yargılanarak birçok Osmanlı aydını ve subayı üe bir­likte Önce Limni adasına, daha sonra Malta’ya sürüldü. İki yıl dört ay devam eden sürgün hayatının 19 Mayıs 1921′-de sona ermesi üzerine Türkiye’ye donen Ziya Gökalp, bir süre Diyarbekir’de kaldıktan sonra Ankara hükümetinin Ma­arif Vekâleti İlim Encümeni üyesi (1921), ardından da Telif ve Tercüme Heyeti re­isi oldu. 11 Ağustos 1923″te toplanan II. Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbekir me­busu olarak katıldı. Bu arada sağlığının bozulması ve Ankara’da tedavisinin güç­leşmesi üzerine kaldırıldığı İstanbul Fran­sız Hastahanesi’nde 25 Ekim 1924’te öl­dü. Resmî cenaze töreninden sonra Di-vanyolu’nda Sultan Mahmud Türbesi’nin hazînesine defnedildi.

Son devir fikir hayatının önemli şah­siyetlerinden olan Gökalp, bilgisini ve kültürünü çocuk yaşlarından başlayarak aile içinden, okullardan, hocalarından, siyasî çevresinden ve nihayet Doğulu ve Batılı fikir adamlarının eserlerinden el­de etmiştir. Geniş ve münevver bir aile içinde yetişmiştir. Hem anne hem baba tarafında kadılık ve müftülük yapmış, şiir yazmış, divan sahibi erkekler, oku­maya meraklı kadınlar vardı. Babası Tev-fik Efendi, memuriyetinin yanı sıra Di­yarbekir vilâyet gazetesinin başmuhar­rirliğini yapmış, Diyarbekir Salnamesi’-nin neşrinde hizmetleri geçmiş ve bura­ya şehirle ilgili yazılar yazmıştır. Döne­mindeki fikir hareketlerini yakından ta­kip eden Tevfik Efendi, Nâmık Kemal’in öldüğünü haber aldığı gün örnek bir vatanperverin kaybından duyduğu acıyı on üç yaşındaki oğlu ile paylaşmak, ona da hissettirmek istemiştir. Aynca oğlu­na hem Doğu hem Batı ilimlerini ve dil­lerini öğrenmesini, bunları mukayese ve telif etmesini telkin etmiştir. Ziya Gökalp’in medrese kültürüyle yetişmiş am­cası Hacı Hasib Efendi de ona Arapça ve Farsça’nın yanında tasavvuf ve kelâm dersleri okutmuştur. Eski bir Diyarbe­kir taş konağı olan evlerinde basma, yaz­ma divan ve halk şiiri, halk hikayeleriyle diğer kitap, gazete ve dergilerden olu­şan oldukça zengin bir kütüphaneyi de hazır bulan Gökalp küçük yaşta kitap meraklısı olmuştu. İdâdîde bir taraftan Gazzâlî, Fârâbî, İbn Rüşd, Muhyiddin Ibnü’l-Arabî, Mevlânâ gibi İslâm düşünür­lerini ve ilerletmeye çalıştığı Fransızca’­sı ile Batı kültürünün önemli kitaplarını okurken bir taraftan da Leon Cahon, Sü­leyman Paşa ve Ahmed Vefik Paşa’nın Orta Asya Türk tarihiyle ilgili kitaplarını inceliyordu. Böylece Doğu ve Batı kültü­rüne milliyetçilik duygulan da eklenir­ken, kendisinden yaşça daha büyük olan ve şehirdeki kolera salgını sebebiyle o sıralarda geçici görevle Diyarbekir’de bu­lunan Doktor Abdullah Cevdet, Gökalp’in düşünceleri­ne farklı bir istikamet vermiştir. Aile bü­yüklerinin materyalist ve ateist olarak bildikleri Abdullah Cevdet’le görüşmesi­ni yasaklamalarına rağmen onunla ya­kınlık kuran Ziya Gökalp, böylece Fran­sız pozitivistlerini ve sosyologlarını onun tavsiye ettiği eserlerden tanımış, Atheis-me adlı bir kitap ise zihnini iyice bulan­dırmıştır. Abdullah Cevdet kendisine ay­rıca siyasî düşünceler de aşılıyor, İstan­bul’da istibdada karşı meşrutiyetçi faali-yetterin bulunduğunu haber veriyordu. Hatta Abdullah Cevdet onu, henüz ge­lişme halinde bulunan gizli İttihat ve Te-rakkî Cemiyeti’ne üye kaydetmiştir.

Aynı yıllarda Diyarbekir belediye tabi­bi olan ve idâdîde târîh-i tabiî dersleri veren Yorgi Efendi de genç Ziya üzerin­de tesir bırakan diğer bir mühim şahsi­yettir. Bir Ortodoks Rum olan Yorgi, ona milliyetçilik fikirleri aşılaması, sosyoloji­nin önemini kavratması ve Yunan filo­zoflarını tanıtması yanında hayatı ve kâ­inatı mekanik bir sistemden ibaret gös­teren ilkel materyalist fikirler de telkin etmişti. Gökalp’in, “Ben neyim? Bir ha­yat makinesi / Beni tahrike zenberek lâ­zım / Odur ancak hayâtıma nâzım / Zen­berek: Kâinat makinesi” gibi o yıllarda yazıp yayımlamadığı şiirleri bu düşün­celerin mahsulüdür. Böylece Ziya Gökalp, devrin birçok Osmanlı aydını gibi mem­leketin fikrî ve içtimaî hayatında bir in­kılâp yapılmasının zorunlu olduğu şek­linde radikal düşüncelere sahip olmuş­tu. Ancak bu arada bir taraftan da ma-teryalist-pozitivist fikirlerin sürüklediği çıkmazdan kurtulmak için kelâm ve ta­savvuf kitaplarına sarılıyor, bunları da tatmin edici bulamıyordu. İntihar teşebbüsü bu buhranlı yılın sonuna doğ­ru vuku bulmuş, tedavisi de Abdullah Cevdet tarafından yapılmıştı.

İstanbul’da Baytar Mektebi’nde yatılı öğrenci olunca hem okumak hem de fik­rî ve siyasî faaliyetlerde bulunmak için daha verimli bir zemin bulmuştu. Çoğu Fransızca olmak üzere felsefe, psikolo­ji, sosyoloji ve pedagoji kitapları okuyor, bunlardaki bilgileri İslâmî mükteseba-tıyla karşılaştırıyordu. Kendisinden bir müddet sonra İstanbul’a gelen Doktor Yorgi Efendi’yi bulmuş ve onunla sık sık görüşmeye başlamıştı. Doktor Yorgi’nin tavsiyeleri doğrultusunda, Türkiye’de yapılacak bir inkılâbın Türk milletinin iç­timaî hayatına, millî ruhuna uygun ol­ması. Kânun-i Esâsî’nin de Türk mille­tinin içtimaî bünyesine tevâfuk etmesi”, bütün bunlar için de halkın yapısının sos­yolojik ve psikolojik açıdan iyi tanınma­sı gerektiğine inanan Gökalp okumala­rım bu alanlarda yoğunlaştırmaya baş­ladı. Rusyalı Türkler’den Hüseyinzâde Ali, İttihatçı İshak Sükûtî ve Doktor İb­rahim Temo ile tanışması da bu yıllarda olmuştur.

Baytar Mektebinden ayrılmasına se­bep olan hapishane hayatının on ayını başka kitap verilmediğinden Kur’ân-ı Kerîm okumakla geçiren Gökalp, bu dö­nemin, ruhî buhranlarından “ebedî su­rette” kurtulmaya yettiğini söyler. Meh­terhane Hapishanesinde geçen iki ay içinde de babasından ve “hocam” dedi­ği Yorgi Efendi’den sonra kendisi için üçüncü vasiyetnamenin sahibi telakki ettiği Naim Bey adlı bir inkılâpçı ile kar­şılaşır. Naim Bey ona meşrutiyetin bir gün muhakkak geleceğini, ancak aydın­ların ve milletin buna hazırlıklı olmadı­ğını, bunun için özellikle düşünürlere bü­yük görev düştüğünü telkin etmiştir.

Gökalp’in hapishane hayatını takip eden Diyarbekir’deki dokuz yıllık mec­buri ikameti daha disiplinli bir okuma programı ile geçer ve yazı hayatına da bu yıllarda başlar. Tesbit edilen ilk yazı­ları, Diyarbekir vilâyet gazetesinde “Kü­çük Seyahat” umumi başlığı altında şeh­rin semtlerini tanıtan beş yazılık bir se­ridir. Aynı ga­zetede ve daha sonra Peyman’ûa ma­kaleleri ve şiirleri çıkar (1909).

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakkî kongre­si İçin gittiği Selanik’te kaldığı süre için­de yazılarına Genç Kalemler dergisin­de devam eder. İttihat ve Terakkî İdâdî-si’nde ve Beyaz Kule’de toplanan genç­lere “yeni lisan” akımı hakkında bilgi ve­rir; ayrıca adlarını İlk defa duydukları Durkheim, Fouillee, Tarde, le Bon gibi Fransız sosyologlarını tanıtır; bunları Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile karşılaştırır. Gökalp İstanbul’a döndüğü zaman fikirlerine değer verilen, itibarlı bir hoca olmuş, iktidarda bulunan İttihat ve Te-rakkî’nin uzun zaman ideologu olarak kalmıştır. Bu sırada fırkaya medreseler, evkaf ve meşihat dairelerinin ıslahı hak­kında rapor ve lâyihalar vermiş; Yûsuf Kemal’le beraber İktisad Cemiyeti’ni kurmuş; Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, İslâm Mecmuası, İktisâdiyyat Mecmuası, İçtimâiyyat Mecmuası, Mil­lî Tetebbûlar Mecmuası, Muallim, Ye­ni Mecmua gibi yayın organlarında ya­zılar yazmış; Kızıl Elma ve Yeni Hayat adlı şiir kitaplarıyla Türkleşmek, İslâm­laşmak, Muasırlaşmak başlıklı kitabı­nın nüvesi olan makaleleri de tefrika ha­linde bu yıllarda çıkmıştır. Bu yoğun ya­zı hayatı Gökalp’in Malta’ya sürülmesiy-le sekteye uğrar. Bununla beraber Mal-ta’da ikamet ettiği Polverista Kışlası’n-da ve diğer karargâh mekânlarında nis-beten serbest imkânlardan faydalana­rak sürgünlerin isteği üzerine Türk ta­rihi, Türk medeniyeti, devlet teşkilâtı gi­bi konular üzerinde konferanslar verir.

Dârülfünun’daki odasından alınarak tevkif edilen Gökalp’e. İstanbul’a dönü­şünde eski kürsüsünü teklif eden olma­mış, İttihatçılar’ı bertaraf etme düşün­cesinde olan Ankara hükümeti de onu sıcak karşılamamiştır. Diyarbekir’e git­mek mecburiyetinde kalan Gökalp bu­rada Küçük Mecmua “yi neşre başladı. Otuz üç sayı çıkan dergide fikrî, felsefî yazıları ve şiirleri yanında yeni rejimi des­tekleyen makaleler de yazdı. Diyarbekir Gençlik Derneği’nde ve mekteplerde dersler, konferanslar verdi. Ankara’da çıkan Hâkimiyet-i Milliye gazetesine de yazılar yazıyordu. 1923 yılı Mart ayın­da Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme En­cümeni reisi olunca Küçük Mecmua’yı bıraktı ve Ankara’ya gitti. Türk Töresi ve Türkçülüğün Esasları bu kısa döne­minin mahsulüdür. Ölümünden sonra yayımlanacak olan Türk Medeniyeti Ta-rini’nin çalışmalarını da bu sırada yü­rüttü.

Birinci meclisin feshedilip yeni seçim­lere gidileceği aylarda Gökalp Atatürk’ün isteği üzerine Hâkimiyet-i Milliye ga­zetesine bir seri yazı yazdı. Bu makale­ler Halk Fırkası’nın (Cumhuriyet Halk Par­tisi) kuruluşunda ve hazırlık çalışmala­rında yararlı olmuştur. Ayrıca Atatürk’ün dokuz umde olarak tesbit ettiği parti programını Gökalp Doğru Yol adlı bir el kitabıyla desteklemiş ve bu umdele­rin sosyolojik açıklamalarını yapmıştır. İkinci meclise Diyarbekir mebusu ola­rak giren Gökalp, ölümüne kadar geçen kısa sürede Türkiye Büyük Millet Mecli­si Maarif Encümeni’nde çalışmıştır.

Mizaç itibariyle mahcup, sessiz ve mü-tevazi, şöhret yaptıktan sonra bile ken­disiyle ilk karşılaşanları şaşırtacak ka­dar durgun, suskun ve sıkılgan olan Ziya Gökalp’in dost meclislerinde heyecan­lı, sürükleyici konuşmalarıyla ilgi odağı teşkil ettiği yakınları tarafından ifade edilmiştir. M. Fuad Köprülü onun kuv­vetli bir hafızaya. Doğu ve Batı hakkın­da geniş ve sağlam bilgilere sahip oldu­ğunu söyler.

İlk yazılarında Ziya, Ziyaeddin, Mehmed Ziya, Hüseyin Vedad, Tevfik Sedad, Mehmed Mehdi, Mehmed Nail, Demirtaş, Celâl Sâkıb takma adlarını kullanan yazar, Genç Kalemler dergisinde çıkan “Al­tın Destan” manzumesinde Gök Alp im­zasını kullanmış, bu tarihten sonra da hemen bütün eserlerinde Ziya Gök Alp adını tercih etmiştir (Celâl Sâkıb ve Gök Alp adlan Ali Canip (Yöntem) tarafından da bir süre kullanılmıştır).

Ziya Gökalp ölümünden sonra da ilgi odağı olma özelliğini korumuştur. Hu­susi veya resmî çevrelerce kendisi için çeşitli vesilelerle ihtifaller düzenlenmiş, konferans ve ilmî seminerlerde fikirleri ele alınmış, dergiler özel sayılar çıkar­mış, böylece hakkında en çok yayın ya­pılan fikir adamlarından biri olmuştur. Doğumunun 100. yılında (1976) Kültür Bakanlığı bütün kitaplarını, gazete ve dergilerde kalmış yazılarını gerekli açık­lama, fihrist ve sözlüklerle beraber bir koleksiyon halinde yayımlamıştır. Ayrı­ca Şevket Beysanoğlu tarafından Ziya Gökalp adıyla Ankara’da bir araştırma, inceleme ve yorum dergisi çıkarılmak­tadır. Diyarbakır’daki doğduğu ev, 23 Mart 1956’da kendisinden ve ailesinden ka­lan bazı eşya ve belgelerin sergilendiği bir müze (Ziya Gökalp Müzesi) haline getirilmiştir.

İlgili Makaleler