ZİHİN
ZİHİN
Toplumların tarihi
boyunca önemli anlam kaymaları geçirmiş bir kavram olan zihin, geleneksel
düşüncedeki insan anlayışında merkezî bir yer tutmaktaydı. Ruh’un ölümsüzlüğü
ve insanî varoluşun kozmos ve metakozmos ile bağlantılı olduğu ilkeleri Rene
Descartes (1596-1650) ile birlikte köklü bir değişikliğe uğradı. Descartes, insanı
değerlendirmede kendince çok basit gördüğü geleneksel Ruh anlayışım terkede-rek
daha üretken olduğuna inandığı zihin (mind) kavramını onun yerine geçirdi. Ona
göre zihin düşüncenin temeliydi ve onu matematiksel olarak ifade etmek
mümkündü. Madde dünyasını da benzer tarzda yetilerinden ve biçimlerinden
kopartarak bütünüyle tek bir boyuta indirgedi. Descartes’a göre Tann bu
boyuta, hayat ve hayvanların duyusal ve hareket işlevleri de dahil olmak üzere
bütün doğal süreçler mekanik olarak açıklanabilsin diye hareketi
yerleştirmişti. Bu, Kartezyen zihin ve Kartezyen ikicilik (dualism) olarak
adlandırıldı; bu anlayış
Newton”un
(1642-1727) neredeyse mükemmele yakın bir şekilde fiziksel dünyanın
matcmatiksel-fizikscl analiziyle daha da pekişti. İngiliz deneyci
düşünürlerinin (Locke, Berkeley, Hume, Hartley ve James Mili) XVII. yüzyılın
sonlanyla XIX. yüzyılın başlan arasında gösterdikleri çabalarla Kartezyen
zihin sistemli bir biçimde duyusal yaşantıdan elde edilen hayallerin mekanik
dizilişine indirgendi. Böylelikle zihin kavramı geleneksel düşüncenin dini ve
kozmolojik içeriklerinden tamamen ‘arındırılmış’ oldu. İngiliz deneycileriyle
birlikte artık Batı düşüncesi fikirlerin doğuştan getirildiklerine değil,
bireyin yaşantısının seyri sırasında oluştuklarına (Locke); halta maddi,
kimyasal bir zihin tanımına (Mili) inanmaya başlamıştı. Descartes ile birlikte
başlayan insan anlayışının sekülerleşmesi (dünyevi bir nitelik kazanması)
süreci günümüzde ‘maddi olmayan’ hiçbir varlık alanı tanımamaya doğru hızla
ilerlemektedir. Öyle ki, zihin kavramının hiçbir anlamı olmadığı bile ileri
sürülebilmektedir.
Modernizmin etkisiyle
geleneksel düşünceden çok hızlı bir kopuş yaşayan, ancak modem düşünce
kalıplarına henüz yürürlükte olan geleneksel dil öğeleriyle yaklaşmakta olan
Batı-dışı toplumlarda ve ülkemizde kavramların anlam kaymaları çok daha hızlı
ve karmaşıktır. Ülkemizdeki yeni bir dil yapılandırma girişimleri bu karmaşıklığı
arttırmaktan başka bir işe yarama-maktadır. Örneğin bütün çabalara karşın
geleneksel ‘Ruh’ kavramının kullanımından vazgeçilememekte ve zihin olarak karşılanması
gereken ifadelerde bile *Ruh’ kavramı kullanılmaktadır. Batı dillerinde zihin
olarak ifade edilen kavramların dilimize ‘Ruh’ olarak çevrilmesi oldukça ilginç
ve Önemlidir. Oysa Baü düşüncesindeki yukarıda özetlenen değişimlerden dolayı
‘Ruh’ olarak karşılanması gereken psyche, soul gibi kavramların bile dilimize
zihin (an) diye çevrilmesi gerekir, çünkü Batılılar için artık Ruh, zihin
anlamına gelmektedir.
Zihin kavramının
felsefe ve psikolojideki farklı anlam alanlarına karşılık gelmesi Batı
düşüncesindeki bu temel temayülü değiştirmez. Zihne daha derinlikli anlamlar
yüklediği iddiasında olan analitik (Freudcu ve Jungcu) psikolojinin felsefeyi
eleştirisi, felsefenin zihni yalnızca bilinçle sınırladığı, genetik olarak
taşman ve biyolojik yapıya dayanan bilinç dışına önem vermediği
doğrultusundadır. Günümüzde geleneksel ruh anlayışını savunan herhangi bir
felsefe veya psikoloji okulu yoktur.
Bugün zihin kavramı en
genel anlamda,
a) Fiziksel
yapılar ve süreçlerin, bilinç ve bilinçdışmm organize olmuş toplamı,
b) Bir insan veya hayvanın, içsel veya dışsal uyaranlara
geçmişteki yaşantıları ve gelecekteki beklentileriyle bağlantılı olarak
verdiği tepki eyleminin bütünü diye tanımlanabilir. Fakat daha önceden
belirtildiği gibi kullanım alanı giderek daralmakta ve hatta ortadan
kalkmaktadır. Çünkü özellikle Amerika’da sosyal bilimlerde belirsiz,
niteliksel, felsefi bakışlar yerlerini davranışsal ve niceliksel yaklaşımlara
bırakmaktadırlar. Maddi dünyada temelleri olmayan tamamen manevi süreçler
bulunduğu kabul edilmemekte, böyle iddialar biJim-dışı vehimler olarak
değerlendirilmektedir. Buna göre zihin de ancak insan (ve hayvan) bedenindeki
organik süreçlerin bir yan ürünü olarak görülmekte, zihnin kaynağının beyin
olduğu konusunda tam bir fikir birliği sağlanmaya doğru gidilmektedir. Ancak
zihnin,
bedende değil de insan
ilişkilerinde bir yeri olduğunu; davranışla ortaya çıkan bir toplumsal olgu
olarak zihnin beyinde varolmaktan daha çok toplumsal ilişkilerde üretildiğini
ve oluştuğunu savunan sosyal bilimciler de vardır.
Bilim ve felsefe
çevrelerinde zihnin ne olduğuna ilişkin tam bir fikir birliği olma-masına
rağmen buraya kadar anlatılanlardan modern düşüncenin zihni ele alışındaki
genel kabul görmüş noktalan şöyle özetleyebiliriz:
a) Zihin, modern dünyada geleneksel “Ruh”
kavramının yerine kullanılmaktadır;
b) İnsanın maddî yapısının aksine bir de duyu
organlarıyla algılanamayan, ölçülemeyen, yer kaplamayan zihinsel yapısı
olduğuna, fakat bu yapının son tahlilde beynin ürünü olduğuna inanılmaktadır;
ve
c) Beynin anatomisi, fizyolojisi ve biyokimyası üzerine
yapılan araştırmalarla insan zihninin anlaşılabileceği sanılmaktadır.
Beyinle zihin
arasındaki bu neredeyse özdeşlik düzeyinde yakın ilişki olduğu yolundaki zan,
insanların zihinsel yetileri yönünden farklı oluşlarının beyinleri arasındaki
yapı ve/veya işleyiş farkına bağlı olduğu önyargısına yol açmıştır. Beynin
büyüklüğü veya beyin hücrelerinin sayısı ya da beyin hücrelerini birbirine
bağlayarak bilgi iletimini sağlayan uzantıların arasındaki bağlantı ve
geçişlerin miktarıyla ilgili birçok araştırma yapılmıştır. Fakat bu araştırmalardan
bugüne kadar belli bir sonuç alınamamıştır. Bu, modern perspektifin yanlışlığına
yorulabileceği gibi, yapılan çalışmaların ve kullanılan tekniklerin yetersizliğine
de yorulabilir. Çünkü bilinmektedir ki, insan beyninde bir dakikada yüzbinlerce
kimyasal tepkime meydana gelmektedir;
zihinsel yetileri
ürettiğine inanılan insan beyninin işlevlerini yerine getirebilmek için
dünyamız büyüklüğünde bir bilgisayar gerekmektedir. Kaldı ki, normal insanların
zihinsel yetilerinin farklılığı açıklanamasa bile, psikolojik yönden anormal
olduğuna inanılan insanlar ile normal denilen insanların beyinlerinin yapı ve
işleyiş farkı gösterdiğini kanıtlayan birçok araştırma vardır. Normal beynin
işlevleri giderek daha iyi anlaşılmaktadır, örneğin modern bilim, beynin sağ ve
sol yarımkürelerinin farklı işlevler üstlendiğini; sağ yarım kürenin hayâl,
mekân ve biçim işlevleriyle, yani sanat ve el becerisi ile (nitelikle)
ilgiliyken sol yarımkürenin dil, mantık, matematik, sentez ve analiz
işlevleriyle, yani nicelikle ilgili olduğunu saptamıştır. Yine ortaya çıkarılan
bir gerçek de insanın zihinsel gücünün çok küçük bir bölümünü kullandığı şeklindedir.
Sonuç olarak zihne
modern yaklaşımlar, tam bir kaos görünümü arzetmektedir. Bir yandan insan
beyninin yapı ve işleyişiyle ilgili binlerce araştırma, sayfalar dolusu yeni
bilgi ortaya çıkmışken, bir yandan ‘neden uyuyoruz?’, ‘rüyanın işlevi nedir?’,
*Einste-in’in beyninde normale göre beyin hücrelerinin değil de glia
hücrelerinin fazla oluşu nasıl açıklanır?’ gibi sorulara cevap verilememektedir.
İnsan zihniyle ilgili bildiklerimizin bilmediklerimizden çok çok az olduğu
kabul edilmektedir. Araştırmalardan elde edilen sayısız bilginin günün birinde
gerçeği verip vermeyeceği, halk arasında merak, aydınlar arasında tartışma
konusu olmaya daha uzun yıllar devam edeceği kesin gözükmektedir.
Erol GÖKA