Sosyoloji

Zihin Felsefesi

Zihin Felsefesi

Zihin felsefesinin; özellikle bilincin doğası,
ne tür şeylerin bilinçli olduğu ya da olabileceği ve yalnızca bilinç sahibi
varlıkların sahip olabileceği her tür zihinsel olguyla ilgilendiği
söylenebilir.  Zihin felsefesi ana hatlarıyla
bilinçli akıl yürütmenin, ifadelerin doğasıyla ilgilidir.

Zihinsel olguyla kastedilen şey duyma, hatırlama,
imgeleme, hayal kurma, düşünme gibi bilinçli olma durumlarıdır.

Zihin-beden sorunu: insan varlığının
özünde, salt fiziksel bir varlık mı, yoksa özünde düşünen bir varlık mı olduğu
sorunudur.

Zihin felsefesi, deneyimin öznelerinin
ontolojik konumları ve daha geniş var olanlar skalasındaki yerleri hakkında
yorumlarda bulunur.

ZİHİN FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI

Zihin

Düşünme kapasitesine sahip olmak, bir zihin
sahibi olmak için hem gerekli, hem de yeterli koşuldur.

Zihin üç temel kapasiteye sahiptir: “biliş”
(bilme), “duygulanım” (duygular) ve “istenç.”

Zihinsel olgular, birbiriyle çakışan, örtüşen,
birbirine paralel giden ve ayrılan geniş bir bağlantılar bütünü olarak düşünülebilir.

Düşünme

Düşünmenin büyük oranda dilde, bir dil aracılığıyla
gerçekleştiği kabul edilir.

Düşünmenin zihinsel imgeler yoluyla da olduğu
bilinmektedir.

Düşünce her zaman için bir şey üzerinedir.

Bilinç

Bir şeyi görmek, o şeyin bilincinde olmayı,
onun farkında olmayı gerektirir. Bir şeyin bilincinde olmak halinin fiziksel
bir açıklaması yoktur. Bilinç sözcüğüyle işaret edilen süreçler ruhsal,
görülemez, hiçbir şekilde kelimelerle ifade edilemeyen bir ilişkidir.

Öznellik

Özne olmak, deneyim yaşayabilme
kapasitesine sahip olmak demektir.

Sadece kendimizi, diğerleri arasında bir kişi
olarak düşünerek, öznelliğimizin farkına varmamız mümkün değildir. Diğerleri
bizim için sadece birer nesne olarak vardır; onlar deneyimlerimizin nesnesidir.
Aynı şekilde biz de diğerleri için, onların deneyimlerinin nesnesi olarak varız.
Kendimizi kısmen özne, kısmen nesne olarak algılarız.

Bireysellik

Bireysellik sorunu kişinin kendi varoluşu
sorunudur.
Her bir şeyin yalnızca kendi
olduğu şey olması ve başka bir şey olmaması mantıksal bir zorunluluktur.

Bunca insanın arasında herhangi insanın
biricikliğinin koşulları, bireysellik başlığı altında incelenir.

Kendilik

“Ben kimim?” sorusu

Kendi kendisinin bilincinde olan bir
bireyin durumunu ifade eder. Kendilik olmanın yeterli koşulu, bir bireyin kendi
olduğu birey olduğunun bilincinde olması ve bunun bilincinde olan birey olduğunun
bilincinde olmasıdır.

ZİHİNSEL OLANIN BİR İŞARETİ VAR MIDIR?

Epistemolojik Ölçüt

Diş ağrısı zihinsel bir olaydır.

Dişinizin ağrıdığı bilgisi, doğrudan ve
dolaysızdır. Bir şeyin dolaysız olarak bilince yansıması, zihinsel olana dair
bir işarettir.

Belli zihinsel olayların bilgisi birinci şahıs
ve üçüncü şahıs arasında bir asimetri gösterir. Oysa fiziksel olayların veya
durumların bilgisi böyle bir asimetri göstermez.

Zihinsel olaylar kişiye özeldir.

“Kendine özel olma” yanılmaz olmanın karşıtıdır.
Fiziksel koşullarla algılanan her zaman doğrusal değildir (eleman kendini dünya
lideri zannedebilir, realite bunu değillese de eğer söylediğine inanıyorsa
kendince doğruyu söylüyordur).

René
Descartes
17. yüzyılda zihinsel olanı
özsel olarak düşünürken maddesel olanı da özsel olarak, uzamsal bir şey olarak
ayırmıştır. Descartes’a göre, bunun doğal sonucu zihinselin, özsel olarak uzamsal
olmayan bir şey olması, maddesel olanın da özsel olarak, düşünme kapasitesinden
yoksun olmasıdır.

Yönelimsellik

Gerçekte var olmayan bir şeyi yalnızca araştırmakla
kalmayız, bazen ona inanırız, hakkında düşünürüz, yazarız, hatta var olmayan
bir şeye âşık bile oluruz.

Franz
Brentano
, zihinselliğin bu özelliğini,
psikolojik olguların “yönelimsel olarak varoluştan yoksun olması” olarak
betimlemiştir ve bu özelliğin zihinsel olanla fiziksel olanı ayıran özellik
olduğunu iddia etmiştir.

Yönelimsellik kavramı, temsil edici
yönelimsellik ve içeriksel yönelimsellik olarak ikiye ayrılabilir. Temsil edici
yönelimsellik; düşüncelerimizin, inançlarımızın, niyetlerimizin vb. “bir şey
hakkında olmaları” ile ilgilidir (at imgesi atı işaret eder).

İçeriksel yönelimsellik, daha önce söz ettiğimiz
önemli bir olguyla yani inançlar, umutlar ve niyetler gibi zihinsel durumların,
genellikle önermeler içinde ifade edilmesiyle bağlantılıdır.
Zihinsel durumlarımızın, kendilerinin dışında olan şeyleri
temsil etme kapasitesi, yani temsil edici içeriğe sahip olmaları onlara ilişkin
en önemli olgudur.

Hangi ortak niteliğe göre hem duyumsal
durumları, hem de yönelimsel durumları “zihinsel” olarak sınıflandırabiliriz? Ağrılarımız,
acılarımız, inançlarımız kendilerini, tek bir “zihinsel olgular” sınıfı altında
toplamamıza olanak veren ortak bir niteliğe sahip midir? Böyle bir ortak
nitelik varsa nedir?

Antikçağda Zihin
Kavramı

Filozoflar öncesi Yunanistan’da Homeros’un İlyada’sında
zihin hakkında herhangi bir tasarım görülmez.
Bu
destanlarda
geçen ve sonraları ruh ya da
bilinçli zihin anlamında kullanılan
psyche kelimesi çoğu kere kan, can
veya nefes gibi yaşamın özüne ilişkin bir anlam taşır
. Sonraları duygusal ruh,
tutku gibi soyut bir anlamda kullanılan thumos
kelimesi de İlyada’da sadece hareket ya da uyarılma anlamındadır. Ama aynı
zamanda thumos sanki kişinin kalbi ya da yüreği gibidir. Thumos bir insana
yemeyi, içmeyi, savaşmayı söyleyebilir.
Thumos,
Akhilleus’un göğsünde onu iten yüreğidir. Ama bir yandan da thumos gerçek anlamda
bir organ değildir ve belli bir yeri yoktur; fırtınalı bir denizin de thumos’u
vardır.

İlyada’nın kahramanlarının, bugün anladığımız
anlamda, özerk bir bilince sahip bireyler olarak davranmak yerine, tanrılara ve
kâhinlere danışarak davrandığı görülür.

Odysseia ise Odysseus’un aklı, yani
bilinçli bir zihin tasarımı üzerine kurulmuştur.
Odysseus
her olayın nereye varacağını önceden sezer, anlar ve olayı istediği yöne çevirmek
için ne gibi tedbirlerin alınması gerektiğini düşüncesiyle bulur ve uygular.

Aiskhylos tarafından yazılan Zincire Vurulmuş
Prometheus tragedyası ile artık aklın kişileştirilmesine tanık olmaktayız.

Prometheus, ateşi Tanrılardan çalarak insanlara
vermekle onların uygar topluma geçmelerini sağlamıştır (araçsal akıl).

Antik Yunan düşüncesi; birisi doğayı
anlamaya çalışan doğacı, fizikçi düşünce diğeri de mistik, gizemci düşünce
olmak üzere iki kola ayrılır.

Fizikçiler zihin ve beden ayrımı yapmamış, bütün
gerçekliği tek bir tözden ibaret olduğunu düşünmüşlerdi. Doğa filozofları insanı
ele almaktan çok varlık sorunuyla ilgilenmişlerdi. Varlık olarak insan, doğanın
bir parçasıdır. Yapı bakımından insan, doğasıyla evren birbirlerine simetriktir
İnsanı anlamak ve açıklamak, evreni anlamak ve açıklamak demektir.
Onlarda akıl, gerçekliğin (evrenin) yapısında bulunan bir
ilke sorunu, ya da durumsallıktı.

Sokrates öncesi felsefedeki değişim sorunu
ya da oluş ve bozuluş sorunu, bugün, zihin felsefesinin temel sorunlarından
olan, duyu algılarının güvenilirliği ve düşünceyle ilintisi sorununun temelini
oluşturur.
Herakleitos ve Empedokles’in
felsefelerinde değişim sorunu ve bununla bağlantılı olarak da oluş ve bozuluş
sorunu ortaya çıkmıştır.

Milet
Okulu Düşünürleri

Thales, suyu varlığın temeli olarak kabul
eder.

Anaksimandros su, hava, ateş ve toprağın,
sürekli olarak birbirleriyle çakıştıkları için temel töz olamayacaklarını
söyler. Bunların üstünde başka bir kategori açar: apeiron
der ona. Sonsuz, sınırsız, yok olmayan ve hareketi de öncesiz ve sonrasız
olandır apeiron.

Anaksimandros’un öğrencisi Anaksimenes,
hocasının açtığı yolu adeta tıkayarak temel töz havadır dedi.

Herakleitos

Her şeyin akış
içinde olduğu savıyla tanınan Herakleitos, değişmeyen cevherin ateş olduğunu
söyledi.

Herakleitos’a
göre hem doğada, hem de insan yaşantılarında, karşıtlıkların bitip tükenmeyen
bir mücadelesi vardır. Zıtların çatışması, kozmostaki oluşun nedenidir.
Evrensel ilke karşıtlıktır.

Herakleitos’a
göre, gündelik yaşantımızda deneyimlerimizin süreklilik ve durağanlık
göstermesi, şeylerin sürekli değiştiğinin farkına varamayışımızın nedeni, değişimin
sürekli olarak aynı düzeyde olmasıdır. Dolayısıyla
Herakleitos, Antik Yunan’da ilk
kez, duyu organlarıyla algıladığımız görünüşler âlemi ve esas gerçeklik âlemi
arasında bir ayrım yapmıştır
. Esas
gerçeklik âleminin uyumlu niteliği duyularla değil, sadece “logos” aracılığıyla
anlaşılabilir. Herakleitos’un “logos”u duyular üstüdür, her şeye yön veren, her
şeyi kuşatan evrensel akıldır. Bu evrensel akıl, evrensel yasanın, insanın
kaderinin, doğanın ve tanrı kavramının kendisidir. Her şeyin kuralı ve yasası
olarak düşünülen “logos” her şeyde bulunan, her şeye ortak olan bir şey olarak
değerlendirilir. Hakikatin bilgisi bu nesnel ve her şeye ortak olan “logos”a
dayanmakla elde edilir.

Herakleitos, lego (söylemek, anlatmak, konuşmak) fiilinden
türetilen logos terimini fragmanlarda üç temel
anlamda kullanır: (1) söz, söyleme, anlatma ve söylem; (2) yasa, kural ölçü, ilke
ve miktar; (3) saygınlık

Herakleitos,
insanı evrensel ilke logos ile akılcı bir ilişki içinde tasavvur eder. Ahlak
hakkındaki düşünceleri de bu minvaldedir. İnsan, varolanların çatışması içinde
kendi benini/aklını işleyerek, tutumunu belirler. Buradaki seçimi kendisine
kalmıştır.

Akıl bağlamında
insan, ilkesini iki şeyden alır; dış dünyadan ve kendi doğasından. Ama bireysel
akıl evrensel akıldan ayrı düşünülemez ve ondan bağımsız değildir. Çünkü
ölümsüz olan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra evrensel ruh’a (logos) geri döner.

Kendi kendine
hâkim olmanın yolu ruhu kuru tutmaktan geçer. Çünkü ateş daha üstündür. Ama ruh
ıslağı sever.
Bedensel
hazlar ve tutkuların bedelini ruh nemlenerek öder.

Evrensel “logos”la
aynı malzemeden (sıcak ve kuru, hava ve ateş) oluşan ruh, makrokozmosun küçük
bir modelidir ve logos olarak bütün evreni kuşatır.
İnsanın yetileri, evrensel ruh’un
(logos) bilgisini edinmeye yeterli değildir. İnsandan ancak kendisinin
bilgisine varması umulabilir.

Elea Okulu

Birlik ve çokluk,
varlık ve oluş, hareket ve durgunluk sorunu Herakleitos’un olduğu gibi, Elealıların
da başlıca tartışma konusu olmuştur.

Parmenides’ten
önceki düşünürler, deneyimlerin düşünme yoluyla işlenmesi üzerinde dururken
Parmenides, düşün tarihinde ilk defa, varolanın niteliklerinin salt düşünme yoluyla
irdelenmesi fikrini ortaya atmıştır. “Düşünce de varlık’tan farklı değildir, çünkü
varlık’tan başka bir şeyin değil, bizzat onun düşüncesidir.

Düşünce
değişmeyenle, varlıkla ilgilidir; duyular ise değişenlerle. Bu nedenle duyular
her türlü hatanın kaynağıdır.

Parmenides’e
göre, yalnızca “bir varlık vardır.” Bu değişmeyen, hep var olan varlık, her şeyin
“ortak temeli”dir.

Empedokles ve Anaksagoras

Empedokles,
insanın ahlak alanındaki hareket ettiricileri sevgi nefret kuvvetlerini töz
olarak ele alır. Hareketsiz Bir’e karşı (Parmenides) dört elementi cevher,
bunlar arasındaki etkileşimleri de sevgi ve nefret öğelerine dayandırmıştır.

Anaksagoras,
Empedokles’in sevgi ve nefret öğelerinin yerine zihinsel bir ilke olan “nous”u
önermiştir. Nous; Yunancada “zihin” anlamına gelir.

Demokritos

Demokritos’a göre
gerçeklik, büyük oranda boşluktur ve bu boşluğu atom adı verilen parçacıklar
doldurur. Dolayısıyla evrenin ilk ilkeleri atomlar ve boşluktur.
Şeylerin bütün nitelikleri atomlarının
biçim, büyüklük, konum ve dizilimine bağlıdır. Bu niteliklerden bazıları
(ağırlık, katılık vs.) o şeye aitken bazıları duyular aracılığıyla onlara izafe
edilir (2 bin yıl kadar sonra bu ayrımı Locke aynen tekrar edecektir).

Birincil
nitelikler nesneye ait matematiksel nitelikler olduğu için, onların bilgisi kişiden
kişiye değişmez. İkincil nitelikler, algılayan kişinin duyumlarına bağlı
oldukları için değişebilir ve yanıltıcı olabilirler.

Demokritos’a
göre, ruh da aynı şekilde atomlardan yapılmıştır.
Eğer ruh atomları kaçar ve dağılırsa,
o zaman ölürüz.

Protagoras’ın Deneyciliği

Protagoras da diğer
sofistler gibi, hakikatin göreceli olduğunu, yani bilginin ancak onu
gözlemleyen kişinin, kendine özgü nitelikleri aracılığıyla elde edilebileceğini
savundu. Dolayısıyla bilgi insanların farklılıklarına bağlı ve görelidir (insan
her şeyin ölçüsüdür).
Protagoras’a göre bilgi, bilen kişinin algısına dayanır ve özneldir.

Pythagoras

Antik çağ Yunan
felsefesinde, mistisizm ile bilimi birleştirerek farklı bir ekol oluşturmuştur.
Yunan kültüründe olmayan ruh göçü inancına sahiptiler.

Pythagorasçılar,
duyumsal olandan arınmak için, öncelikle matematik üzerinde yoğunlaştılar. Bu
yolda varlığın temelinin sayı olduğunu öne sürdüler. Sayı, zihinsel bir ilkedir
ve bu bakımdan Pythagorasçılar düşünce tarihi açısından zihinsel bir dönüşüm
olarak değerlendirilmelidirler.

Pythagorasçı öğretide
ruh ölümsüzdür. Ölümsüz ruhun sürekli hareket halinde olması yaşamın temel
ilkesidir. Pythagorasçılar havanın ruhlarla dolu olduğunu, insanın bu ruhları
solumak suretiyle evrenle ve diğer hayvanlarla ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bu nedenle canlı olan her şeye karşı bir çeşit kardeşlik düşüncesine
ulaşmışlardır.

Platon

Platon,
Herakleitos’un ve Parmenides’in birbirinden farklı yollardan gösterdiği gibi,
duyularla algılanan dünyanın değişebilir olduğunu, mükemmel olmadığını, değişmeye
ve yok olmaya mahkûm olduğuna inanır. Buna karşın kesin bir bilgiye ulaşmaya
çalışır. Bu yolda ulaştığı idealar kuramının ve ruhun ölümsüzlüğü görüşünün
temelinde, Pre Sokratik felsefelerin Sokratik sorgulama ve diyalektik
yöntemiyle birleştirilmesi yatar. Phaidon adlı diyaloğunda Orphik-Pitagorasçı
mistisizmi, idealar kuramıyla birleştirerek ruh göçü ve ruhun ölümsüzlüğü
üzerine temellenen düalist varlık anlayışını serimlemiştir.

Platon’a göre
Sofistler, duyular dünyasıyla ilgili oldukları için hakikati keşfedemezler.
Oysa bilginin özü değişmezliktir. Hakikat ve bilgi (episteme)
Parmenides’in ortaya koyduğu fiziksel olmayan, zaman ve uzam üstü olan, değişmeyen,
bir ve tek varlık alanına aittir.

Platon’a göre,
ezeli ebedi, zorunlu ve akıl yoluyla bilinebilir varlıklara dayanan gerçek
bilgi epistemedir. Buna karşın kanılar (doksa) duyumlardan geldiği için yanıltıcıdırlar.

Platon’a göre,
sadece gerçekten var olan, hakiki olan, yani idealar bilinebilir. Platon
bilginin düzeylerini zihinsel eylemlerle eşleştirir. Buna göre hayal kurma ve
inanç doksa veya kanıya (doksa) aitken ya da düşünme, zihnin hakikatle ilgili
bir edimi olarak gerçek bilgiye (episteme)
aittir.

Ruhun aşağı bölümü
duyumla ilgilidir (aistesis) ve duyum dünya
zevklerine açılma eğilimindedir. Ruhun orta katı kanı (doksa) katıdır, bu
düzeyde ruh yanılmaya eğilimlidir. En üst bölüm ruhun ölümsüz yanı olan
nous’tur ve bilimsel düşüncenin ya da gerçek bilginin (episteme)
ortamıdır.

Bedenimize
girmeden önce idealar âleminde yaşayan ruhlarımız ideaların gerçek bilgisine
sahiptirler ve kişinin yapması gereken şey, ruhunun sahip olduğu gerçek bilgiyi
hatırlamaktır (Theaitetos).

Platon Devlet’in
dördüncü kitabında ruhun da devlet gibi üç kısımdan oluştuğunu ileri sürdü. İnsan
ruhunda bir şeyi enine boyuna düşünme, bir şeyin bilincinde olma edimi vardır
ki bu akıllı kısımdır. İkinci olarak ruhta maddi şeylere karşı duyulan bir
istek vardır ki bu da arzulayan kısımdır. Ruhun bu iki kısmı arasında uyumu sağlamak
üzere akla yardım eden eylemde bulunma yanı da tinli ya da iradeli kısımdır.
Ruha özgü ve onun için özsel olan kısım akıldır.

Aristoteles ve De Anima

Aristoteles’e
göre ruh ve bedenin bir bileşkesi olan insan, aynen diğer bireysel tözler gibi
var olan birincil tözdür.

Yunanca bir terim
olan Psyche, literatürde Aristoteles’in kullandığı
anlamda, kimi zaman ruh, kimi zaman da canlılık ilkesi olarak çevrilmiştir.
Aristoteles’in kullandığı anlamda anima:

•Bedenden ayrılamaz;
salt bedenin içinde bulunan bir şey değildir.

• Durağan bir şey
değildir; biçimlendirici bir güce sahiptir.

• Yaşamsal işlevlerin
tümünü içerir.

• Bedene canlılık
veren ilkedir

Ruh canlı olmakla
ilgilendirilebilecek bütün işlevlerden sorumlu bir ilkedir. Ruhu bedenin formu,
yani maddesel bedene her ne ise o olma özelliğini kazandıran ilke olarak tanımlayan
Aristoteles’e göre ruh entelekheia’dır.

Entelekheia tamamlanma ya da mükemmellik
durumu, edimsellik, kendini gerçekleştirme anlamına gelen Yunanca bir terimdir.
Aristoteles bu terimi, ruhun gizil güç halinde varlığı kendini gerçekleştirmek üzere
düzene sokması ve yönlendirmesi anlamında kullanmıştır.

Aristoteles’e
göre ruh ile beden arasındaki ilişki maddeyle form arasındaki ilişki gibidir,
yani saklı olanağın (potansiyel) olanın gerçekleşmesi, varlığa gelmesidir. Göz
bir hayvan olsaydı, görme onun ruhu olurdu.(De Anima, 412b).

Aristoteles farklı
yeteneklerine ya da kapasitelerine göre ruhun üç türü olduğunu söyler.
En alt düzeyde ruh bitkisel ya da
besleyici ruhtur. Aristoteles’ e göre ağaçlar ve diğer bütün bitkiler yalnız
beslenme yetisine ya da bitkisel ruha sahiptir (De Anima, 414a).

Hayvanlar
“duyumlama yetisine ve dolayısıyla isteme yetisine sahiptirler ve Aristoteles
bu nedenle hayvanları ruhun ikinci kademesi, duyusal ruh kategorisine dâhil
eder.

İnsanlar ise akıl
yetisine sahiptirler, bu farkla hayvanlardan ayrılırlar. Aristoteles bu
kategoriye akıllı ruh der.

Dolayısıyla ruh, bütün
canlı varlıkların “hayatlarının nedeni ve ilkesidir (De Anima, 415b).

Aristoteles düşünmenin
büyük oranda imgelemi içerdiğini, bu sebeple de bedene ihtiyaç duyduğunu
söyler. Bitkisel ve hayvani ruh için ise fiziksel bedenden ayrı ve bağımsız bir
varlıkları olduğunu iddia etmez. Düşünce, akıl ve hatırlama söz konusu
olduğunda iş değişir.

Aristoteles’e
göre ruh “akıl” (logos) anlamında ölümsüzdür.

İnsan ruhuna diğer
canlılardan farklı olarak “düşünme ve yargıda bulunma” özelliklerini katan
nous’tur.
Aristoteles’e
göre us (nous), ruhun “bilmesini ve anlamasını sağlayan yeti”dir.
Us, olanak halinde bir bilme
yetisidir ve ancak düşünme etkinliğinde bulunulduğunda gerçeklik kazanır.

Böyle bir yeti olarak
da “üzerinde yazılı hiçbir şeyin bulunmadığı bir tablet” (De Anima, 430a) gibi olması
zorunludur (John Locke’un tüm düşünsel verimi de bu önerme üzerinde yükselir ya
da alçalır).

Zihnimiz bilgiye
ulaşabilmek için nesneden etki almak, yani duyum bilgisine sahip olmak zorundadır.
Aristoteles yalın bir bilme ve düşünme yetisi anlamındaki usa “edilgin us” adını
verir (pathetikos nous). Soyutlama yapan yeti
olarak us ise “etkin us”tur. Soyutlama yapmak usun gerçek özüdür. Yalnız bu
anlamdaki us ölümsüz ve ebedidir, tanrısaldır (De Anima, 430a).

Akıl sahibi olmak
da insanın eylemleriyle bağlantılıdır.

Akıl (logos),
Aristoteles’e göre, tek tek kişiler için bir olanaklar bütünüdür. Tek tek kişiler,
eğer “dış iyiler”den yeterince pay alabilmiş ve yeteri derecede kendilerini eğitebilmişlerse
logos’un taşıdığı olanakları gerçekleştirebilirler.

Marcus Aurelius

Marcus Aurelius
bir Roma imparatoru ve Stoacı bir filozoftur. Stoacılar felsefeyi mantık, doğa
bilimleri ve etik olmak üzere üçe ayırırlar ve akılcı bir felsefe anlayışıyla
insanın evrendeki yerini ve yazgısını, bu üç yönelim bağlamında ortaya koymayı hedeflerler.
Herakleitos’un logos öğretisini kabul eden Stoacılara göre evren, Evrensel akıl
olan logos’un rehberliğinde düzenli bir şekilde işler; insanın aklı da evrensel
akıl olan logos’tan fışkıran kıvılcımlardır ve ancak, evrensel akıl olan logos ile
uyumlu bireyler, bu dünyada huzurlu olabilir. Marcus Aurelius için doğal olan,
evrensel doğanın düzen ve aklıyla uyumlu olandır.

Kendime Düşünceler isimli eserinde, ruhunun yetkinliğe ulaşmak için
gösterdiği çabayı anlatır.

Herkesin öleceğine
ve Tanrıların yanına gideceğine dikkat çeken Aurelius’a göre kişi, yalın bir şekilde,
en iyi olanı seçip özgürce ona bağlanmalıdır.

Aristoteles’in akıl
(logos) anlamında ruh kavramıyla örtüşen akıllı
ruhun niteliklerini “etrafımızdaki herkesi sevmek; hakikat ve alçakgönüllülük
ve hiçbir şeye olduğundan fazla değer vermemek” olarak tanımlar.

Augustinus

Patristik
felsefenin en önemli temsilcisidir.

Patristik
felsefe

genel olarak Kilise babalarının (Patres)
felsefesi olarak bilinir.

Augustinus,
Plotinus’un Ennead’ını okuduktan sonra Hristiyanlığı benimsemiş ve
felsefesinde, bir yandan Platoncu ve Yeni Platoncu görüşleri, bir yandan da
Hristiyanlık inancını bir araya getirmiştir.

Augustinus’a göre
bütün bilgi ruhun işidir. Ruh akılla donatılmıştır.

Augustinus’a göre
insan, ruh ve bedenin birleşmesinden oluşmuş özsel bir birliktir.

İşlevlerine göre
dört farklı ruh olduğunu söyler. Bunlardan ilki insanlarda ve hayvanlarda ortak
olarak bulunan anima’dır. İkincisi yalnızca
insana ait olan animus’tur. Mens insana ait olan ruhun en yüce tarafıdır.
Bilgelik, düşünsel bilgiyi ve bilimi içerir. Augustinus, bunların hepsinin
üstünde olan ve diğerlerini içeren spiritus adını
verdiği dördüncü bir ruh olduğunu söyler. Spiritus akıl ya da zihin anlamında
ruh kavramıdır.

Augustinus’a göre
duyum bilgisi, en alt düzeydeki bilgi kaynağıdır ve yanıltıcıdır.

Augustinus’a
göre, gerçek bilgi değişmeyen bir nesneyi düşünme aracılığıyla, sezgiyle kavramaktır.

Augustinusçu düşüncenin
temelinde, düşünülür dünyanın ya da tanrısallığın sezgisi vardır. Doğru bilgiyi
insan dolayımsız olarak, sezgi yoluyla zihnindeki doğal ışık yoluyla kavrar.

Augustinus, her şey
tartışmalı olsa da kişinin, ne kadar kuşkucu olursa olsun, kendisinden şüphe
edemeyeceği bir şey olduğunu, yani onun kendi varoluşundan hiçbir şekilde şüphe
edemeyeceğini söyler. Augustinus’un bu sözleri, Descartes’a şöhretin kapılarını
açmıştır.

Augustinus, sezgi
yoluyla elde ettiğimiz, kesin olarak bildiğimiz üç şey olduğunu söyler, bunlar
da var olduğumuz, var olduğumuzu bildiğimiz ve varlığımızı sevdiğimizdir.

Thomas Aquinas

Orta Çağda,
Skolastik felsefenin en büyük temsilcisi olarak bilinir.

Skolastik
felsefe

anlamını, okula ait felsefe ya da okul felsefesi anlamına gelen Scholasticus
kelimesinden almaktadır. 1000-1300 yılları arasında Ortaçağ Avrupasına hâkim
olan Skolastik felsefe, Hristiyanlık inancının Aristotelesçi öğretiyle birleştirilmesi
ve sistematik argümanlarla desteklenmesini vurgulayan bir dönemdir.
Aquinas, özellikle Aristotelesçiliği,
Hristiyan inancıyla bağdaştırmaya çalışmasıyla tanınır.

Aquinas’a göre doğal
bilgi, duyum bilgisi (cognitio sensibilis) ve kuramsal bilgi (cognitio
intellectualis) olarak ikiye ayrılır.
Duyusal bilginin, kuramsal bilgiye önsel olduğuna
inanır.

Aquinas’a göre,
duyusal imge ya da suretler, zihin tarafından edilgin bir biçimde alınırlar,
ama onlar, dışsal nesnelerin suretleridir. Duyularla zihin arasında yakın bir
ilişki olduğunu öne süren Aquinas “zihinde daha önce duyularda olmamış olan
hiçbir şey bulunmadığını” söyler.
Bunun zorunlu sonucu, zihinde doğuştan hiçbir bilgi,
hatta Tanrının bilgisinin bile olmadığıdır (Tabula rasa olayı devam ediyor).

Anlama ediminde bulunmak
Aquinas için var olmanın bir şartıdır.

Aklın soyutlama
etkinliğinde bulunabilmesi için, imgelerden hareket etmesi zorunludur. İmgeler bedenden
ayrı bir varoluşa sahip olamadıkları için ruhun bedenden ayrı bir varoluşu
mümkün değildir.

Aquinas, akılsal
ruhun iki tür etkinlikte bulunduğunu ileri sürer.
Edimsel akıl, zihnin duyu nesnesini, duyu
verileriyle algılamasını ifade eder.
Edilgin aklın anlama edimini gerçekleştirmek için,
duyu nesnesinin, zihin nesnesi haline gelmesi gerekmektedir ki bunu da sağlayan
etkin akıldır. Etkin akıl, soyutlama ve imgeleme yetileri aracılığıyla duyu
nesnelerini anlaşılır hale getiren bir güçtür. Dolayısıyla anlamak için etkin
akıl gereklidir.

Descartes

Descartes bir
Katolik’tir. Ancak, yaşadığı dönemde popüler olan reform hareketinin kiliseye
ve skolastik felsefeye yönelttiği eleştirilerin etkisine kapılmıştır. Bunun
sonucunda bildiği/bildiğini sandığı her şeyi bir kenara bırakarak şüpheciliği
yöntem edinerek bilimsel bir düşünce kurmaya çalıştı.

Metot Üzerine Konuşma adlı eserinde felsefe için
sarsılmaz bir temel kurma çabası içindedir. Ona göre, kıyaslar mantığı, zaten
bilineni ortaya koyar. Mevcut disiplinlerde aradığını bulamaz ve bir takım
kurallar önerir:

1- Doğruluğundan
kesin olarak emin olmadım şeyleri doğru kabul edemem.

2- Problemlerin
çözümünde karşılaşılan konu en küçük parçalarına kadar bölümlere ayrılmalı.

3- En basit
olandan başlayarak bileşik yapıyı anlamaya çalışmalı.

4- Her hangi bir
şeyi atlamadığımdan emin olmak için sürekli olarak geri dönüşler ve kontroller
yapmalıyım.

Bu dört maddeyi
yöntem edinen Descartes, kendi varlığından emin olduktan sonra (“ben varım”
demek yeterli bir kanıttır) kendisinin ne olduğu sorusuna cevap arar.
Böylelikle varlık sorusundan öze yönelik soruya geçiş yapar. Demek ki hâlâ
Aristotelesçidir. Aristoteles’e göre bir şeyin özü onun gerçekten ne olduğudur.

I. Meditasyon

I. Meditasyon
kendilerinden şüphe edilen şeyler hakkındadır.
I. Meditasyon’daki argümanların temelinde, felsefe
tarihinde birincil ve ikincil nitelikler olarak bilinen ayrım yatmaktadır.

Descartes’a göre,
ikincil nitelikler nesneye ilişkin duyumlardan kaynaklanırken birincil
nitelikler, nesneye özgü matematiksel niteliklerdir.
Descartes, ikincil olduğu kadar
birincil niteliklerin doğruluğundan da emin olamadığını belirtir.

II. Meditasyon

II. Meditasyon
insan zihninin özünü anlamaya ve zihni tanımanın bedeni tanımaktan daha kolay
olduğuna ilişkindir. Felsefi sistemi için aradığı temel taşını cogito ergo sum
sözleriyle tespit eder: ona göre düşünüyor olduğunu söylemekle kendi
varlığından kesin olarak emin olmakta ve bu kesin bilgiyi, sisteminin temeli
olarak ilan etmektedir.

Fakat kimdir ya
da nedir bu “ben”? Descartes için “ben düşünen bir şeydir, yani bir zihin, bir
anlık ya da us.”

Bu, Descartes’ın
Meditasyonlar’daki genel bakış açısını belirleyen düşünen töz (res cogitans) ve uzamlı töz (res extensa) arasında yaptığı radikal ontolojik ayrımın
başlangıç noktasıdır. İki töz, karşılıklı olarak birbirini dışlar. Düşünen töz
fiziksel değildir ve özü gereği ruhsaldır, buna karşın uzamlı töz fizikseldir,
ama düşünemez.

Cisimler
duyularla algılanır fakat onlar anlıkla, zihinle, akılla bilinebilir (zira
duyular, bildiğimiz bir şeyi zihnimize farklı biçimde getirebilirler, buna
karşın insan aklı o şeyin ne olduğunu yine bilir. İşte bu nedenle res cogitans
apayrı bir töz olarak ele alınır).

III. Meditasyon

III. Meditasyon
Tanrı’ya ve Tanrının varlığına ilişkindir.
Descartes’a göre, insan farklı düşünme biçimlerine
sahiptir. Bunların arasında sadece yargıların doğruluk değeri vardır. Yanılgılarımızın
çoğu da idelerimiz hakkındaki yargılarımızdır. İdeler de doğuştan gelen ideler
(ideae innatae), zihnin kendi ürettiği ideler (ideae factitiae) ve dışarıdan gelen ideler (ideae adventitiae) olmak üzere üç türlüdür.
Dışarıdan gelen ideler duyu
verilerine dayanır. Zihnin kendi ürettiği idelerdeyse imgelem devrededir,
bunlar gerçek ve saf olmayan idelerdir.

Tanrı idesi
duyuların ürettiği bir ide değildir. O salt imgelemin ürünü de değildir. Bu
noktada yeterli neden ilkesine dayanarak, insandaki sonsuz mükemmellik
idesinin, kendisi sonsuz ve mükemmel olan bir töze ihtiyaç duyduğunu ve bunun
da insan zihnine ancak Tanrı tarafından verilmiş olabileceği sonucuna ulaşır.

Tanrı vardır,
çünkü O,
Tanrı
idesinin tek yeterli sebebidir.

IV. Meditasyon

IV. Meditasyon doğruya
ve yanlışa ilişkindir.

Tanrının bize
verdiği aklı iyi kullanacak olursak hiçbir zaman yanılmamıza olanak yoktur.
Ancak insan sınırlı ve eksiklikleri olan bir varlıktır. Bunlar, hata yapmak
için yeterli sebeplerdir. Descartes’a göre asla yanılmamak alışkanlığını kazanmak
elimizdedir. İrademizin, bilgimizin ötesine gittiği, yanıldığımız önceki durumları
hatırlayarak, sadece açık ve seçik bildiğimiz şeyler hakkında yargıda bulunma alışkanlığını
kazanabiliriz.

V. Meditasyon

V. Meditasyonda,
maddesel şeylerin özünün, bir kere daha Tanrı ve Tanrının varlığına ilişkinliğidir.
Descartes, ben’in tanrıya ilişkin bilgisinden hareketle dış dünyaya yönelir.
Dolayısıyla dış dünyanın bilgisine, “düşünüyorum o hâlde varım” önermesine ulaştığı
gibi sezgiyle değil, tümdengelim yöntemi ve duyumlarına dayanarak ulaşır.

Tanrıyı bilmeden
özlere ilişkin herhangi bir bilgiye sahip olmak mümkün değildir.

VI. Meditasyon

VI. Meditasyon,
maddesel şeylerin varlığına ve insanın ruhuyla bedeni arasındaki gerçek ayrılığa
ilişkindir.
VI.
Meditasyon’da iki amacı vardır; ilki, maddesel şeylerin var olduğunu göstermek,
ikincisi zihnin bedenden ayrı olduğunu göstermek.

Descartes,
insanların özsel niteliklerinin düşünme, isteme ve imgelem gibi tamamen ruha
ilişkin nitelikler olduğunu ve bedenle hiçbir ilgisi olmadığını söyler. Buna
karşın duyum algısı, yer değiştirmek, çeşitli durum ve konumlar almak gibi bir
beden gerektiren nitelikler ruhumuzun değil, bedenimizin nitelikleridir ve
özümüzü oluşturmazlar.

Açık Seçik İdeler Kavramı

Descartes’ın
zihin kuramına göre ideler zihnin nesneleridir.

Descartes akılcı
bir düşünür olarak ideyi kavram anlamında kullanır.

Aklın doğuştan
gelen ideleri açık seçik algılamasına dayanarak, doğruluğundan şüphe
edilemeyecek bir bilgiye varmanın yollarını araştırır.

Descartes’a göre
açıklık ve seçiklik, zihnin kavrayışında en yüksek nokta ve bir şeyin doğruluğunun
şaşmaz bir kanıtıdır. Ona göre “ancak açık ve seçik olarak kavradığımız şeyler
üzerine yargıda bulunduğumuzda hiç bir zaman aldanmamıza olanak yoktur.

Descartes’a göre açıklık bir nesnenin kendisini aracısız olarak
kavramaktır. Seçiklik ise nesnenin bilgisinin diğerlerinden
ayrılmış ve kesin olmasıdır.

Descartes’ın Felsefesinde Duyguların Rolü

Ruhun İhtirasları adlı eseri, Prenses Elizabeth’in
Descartes’ın zihin beden ilişkisine dair kuramına getirdiği eleştirilere bir
cevap olarak yazılmış ve ona atfedilmiştir.

Prenses Elizabeth,
Descartes’a yazdığı mektubunda uzamsız ve cisimsiz olan bir ruhun, bedeni
hareket ettirdiği fikrini, anlayamadığını ifade etmiştir.

Genel olarak
ihtiraslar başlığını taşıyan ilk bölümde Descartes ihtirasların özelliklerini
ve zihin beden ilişkisini nasıl aydınlattığını ele alır.

İkinci bölümde
ihtirasların genel bir sınıflamasını verir.

Üçüncü bölümdeyse
belli ihtiraslar ve onların ahlaki yaptırımları üzerinde durur.

Eserin ilk
bölümünde belirttiği gibi ihtiras, Descartes’a göre her meydana gelen şeye verilen
isimdir.

Descartes
“ruhumuzda bir ihtiras olan şey, bedende bir etkidir”
diyerek, zihin ve beden arasındaki
ayrımı anlamanın en etkili yolunun ihtirasların doğasını anlamak olduğunu
belirtir.

Descartes, zihin
beden düalizmi temelinde, ihtirasların; bedenin korunmasına, devamının sağlanmasına
yönelik olmakla birlikte, insanlarda özellikle ruhun kontrolü altında olduklarını
söyler.

Ruh ya da zihnin
özü imgeleri içermeyen saf düşünmedir. Descartes’a göre imgeleri içermeyen saf
düşünme ya zihnin kendi üzerine ya da Tanrı üzerine düşünmesidir.
Saf düşünmenin dışında kalan bütün
düşünümler, bedeni ve beyni, bir tasarımlama aracı olarak görmek durumundadır.

Spinoza

Spinoza’nın
felsefesi Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş gören panteist bir felsefedir.

Spinoza’nın evren
kuramı, skolastik düşünceyle Hıristiyanlığın bir sentezidir (Spinoza Yahudi’dir).

Aristoteles’in
mantığında her basit önermenin bir özne ve bir yüklem içermesi, gerçeklikte de
tözler ve onların yüklemleri arasında temel bir ayrıma işaret eder.

Spinoza
Descartes’ın madde ve zihin ayrımına karşın tek bir töz olduğunu savunmuştur. Bu
tek tözü de Tanrı olarak tanımlamıştır.

Spinoza’nın görüşüne
göre, zihin ve beden tek bir tözün, yani Tanrı’nın iki ayrı yönü ya da görünüşüdür.

Descartes’in
sisteminde sonlu töz olan “uzam” Spinoza’da Tanrının sonsuz sıfatlarından
biridir, yani “Tanrı uzamlı varlıktır”

Tanrının özünün
bize kendini gösterdiği ikinci biçimiyse “ruh”tur.

Düşünce de “Tanrının
bir sıfatıdır, Tanrı düşünen varlıktır.”

Uzam ve düşünme hiçbir
ortak nitelik taşımadığı için, zihin ve beden alanları nedensel olarak kapalı
sistemlerdir.
Uzamlı
her şey yalnızca uzam niteliğinin bir sonucudur
. Benzer biçimde, her ide zorunlu olarak düşünme niteliğinden
çıkar.

Bedenin Bir İdesi Olarak Zihin

Zihin, genel
olarak düşünür, özel olarak kavramlar oluşturur.

Her maddesel şey
onu temsil eden ya da ifade eden kendisine özgü bir ideye sahiptir. Çünkü bu
ide Tanrının sonsuz sıfatlarından biri olan düşünmenin belli bir halidir ve
sonsuz ideler serisi Tanrının zihnini ya da sonsuz bir zihni oluşturur.

Doğadaki her
cisme karşılık gelen bir ide olduğu, her ide için de ideye karşılık gelen bir
cisim olduğuna göre, bu cisim insan varlığı için bedendir.
İnsan bedeninin idesi de dolayısıyla
zihindir

Ruh, kendi
kendisini ancak bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavraması bakımından
bilir.

Descartes’da
maddesel şeylerin ve zihinsel şeylerin düzeni birbirinden ayrıyken Spinoza’da
bunlar aynıdır ve insan zihni ile bedeni hakkındaki bilgi de Tanrı’ya bağlıdır.

Spinoza’nın Felsefesinde Duyguların Rolü

Zihnimiz ve
zihnimizdeki olaylar, Tanrının sıfatlarından birisi olan düşünmeye bağlı idelerin
nedensel bağlantıları içinde varolduğu için, eylemlerimiz ve isteklerimiz de
zorunlu olarak diğer doğal olaylar gibi belirlenmiştir. Ruh düşünmenin
gerektirilmiş tavrı olduğu için, onun, şunu bunu istemek ya da istememek gibi
özgür iradesi olamaz. Ruhta istemek istememek gibi hiçbir mutlak yeti olmamasından
hareketle Spinoza, “irade ve zihnin tek ve aynı şey olduğu” sonucuna varır.

Bütün duygulanışlarımız
aşk, öfke, haset, kıskançlık, gurur, nefret vb. ”başka tekil şeyler gibi aynı
tabiat zorunluluğu ve aynı tabiat erdemine uyarak meydana gelirler.”

Duygulanışlar,
etkiler ya da eylemler (actions) ve edilgiler ya
da tutkular (passions) olmak üzere ikiye ayrılır.

Etkin olduğumuzda
da edilgin olduğumuzda da zihinsel ya da fiziksel yetilerimizde ya da varlığımızı
devam ettirme gücümüzde, bir artış ya da eksiliş meydana gelir. Bu yeti, en
temel ve ilk ilke olan, varlığımızı koruma ilkesidir.

Spinoza, duygulanışları
genel olarak ruhun upuygun olmayan (bulanık) ideleri olarak tanımlar.
“Duygulanışlarına bağlı olan insanın
kendi kendine bağlı olmadığını” söyler.

Duygulanışların
bizi ezmesine, bize hâkim olmasına izin verdiğimiz ölçüde edilgin oluruz.

Upuygun fikirlere
sahip olmak, bu fikirler bağlamında hareket etmek de etkin olmak, yani erdemli
olmak demektir.

Yeniçağda Zihin
Felsefesi

John Locke

İngiliz deneyciliğinin
en önemli temsilcilerinden biri olan John Locke, deneyci tutumuyla Descartes’ın
akılcılığına ve insan zihninde doğuştan fikirler olduğuna karşı çıkmıştır.
Bilginin ne olduğu ve hangi alanlarda kesin bilgiye ulaşabileceğimize dair
soruları cevaplamaya çalıştığı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinin
ilk kitabını, Descartes’ın doğuştan fikirler görüşünü çürütmeye ayırmıştır.

Descartes’ta zıt
olarak bilginin kaynağının deneyim olduğunu söyler. Doğuştan gelen fikirleri
reddeden Locke, felsefî sistemini deneyimden kaynaklanan basit fikirlerin
çağrışımları üzerine kurar. İnsan zihninin başlangıçta boş bir kâğıt (tabula rasa) gibi olduğunu söyler. Buna göre bütün
ideler, kavramlar ve imgeler deneyim aracılığıyla oluşur. İdeler ya dış duyum
yoluyla (duyu algıları) ya da iç duyum yoluyla (algı, düşünme, isteme vs. zihin
edimleri) edinilir.

Locke, deneyimden
elde edilen idelere, yalın ideler adını verir.
Locke’a göre iç ve dış duyum yoluyla elde edilen yalın
ideler, dış dünyaya ait temsiller ve tasarımlar olarak daha karmaşık idelerin
temelini oluştururlar.
Zihnin “yineleme, karşılaştırma ve neredeyse sınırsız çeşitlilikteki
birleştirme işlemleri” aracılığıyla bu yalın idelerden bileşik ideler ve bir
üst düzeyde de soyut ideler elde edilir.

Locke, iki tür
tözden söz eder: maddesel töz ve tinsel töz. Maddesel töz uzamlı dolayısıyla
şekli olan her şeyi kapsar. Tinsel töz ise zihinsel edimleri işaret eder.

Locke’da Birincil ve İkincil Nitelikler Ayrımı
ve Algı Kuramı

Locke, cisimlerde
insan algısından bağımsız olarak bulunan uzam, şekil, miktar/sayı gibi
unsurları birincil nitelikler olarak tespit eder. Cisimleri algılayan kişiye
bağlı olarak değişebilen öznel nitelikleri de ikincil nitelikler olarak ayırır.

Locke’a göre,
zihnimizdeki yalın
ide, dış dünyada o ideye karşılık gelen bir nesnenin, duyum bilgisinden
edinilir, zihinde karşılık geldiği o nesneyi temsil eder.
İde, dış dünyaya ait nesnenin bir
anlamda zihinsel bir resmi gibidir.
Locke’a göre, insanlar dış dünyayı hiçbir zaman doğrudan
algılamazlar. Doğrudan, dolaysız olarak bildikleri tek şey, dış dünyadaki
nesnelerin zihindeki temsilleri olan idelerdir.

David Hume

Bütün metafizik
kurguları hedef alan eleştirel deneyci bir felsefe geliştirmiştir.

İnsan Anlığı
Üzerine Bir Deneme adlı eserinde ahlak felsefesinin iki ayrı tarzda ele
alındığını belirtir. Bunlardan birine göre insan eylem için doğmuştur. Buna
göre davranışlarının ölçüsü de kendi duygularıdır. Akılcı filozoflar ise insanı
akıl sahibi bir varlık olarak merkeze alarak davranışlarından ziyade anlama
yetisini incelemeye hatta onu biçimlendirmeye çalışmışlardır. Hume’un amacı bu
iki görüşü bir senteze ulaştırarak kendi bilimler sistemini kurmaktır.

İdeler ve İzlenimler

İnsan Anlığı
Üzerine Bir Deneme’nin ilk bölümünde idelerin kaynağını araştırır. Araştırması
bir çeşit algı kuramı ortaya koyar. Olguya güçlülük, canlılık gibi nitelikler
atfeden algıları düşünceler ya da idealar (ideler) şeklinde adlandırır.

İzlenimler ise
algılarımızın hepsini kapsar. Düşünmenin bütün malzemesi, iç ya da dış
duygumuzdan gelmektedir.

Hume’a göre,
ideler düşüncelerdir, her hangi bir şekilde bir ideyle bağlantılı olmayan
hiçbir kelime, anlamlı bir şekilde kullanılamaz.
Zihin idealar arasındaki “benzerlik, zamanda ya da
yerde yakınlık, neden ya da etki, bağlantı ilkeleriyle ideaları birleştirebilir,
daha karmaşık idealar ve düşünceler ortaya koyabilir.

Hume’a göre insan
aklının ikinci temel nesnesi olan olgu sorunları hakkındaki akıl yürütmelerimizin
hepsi neden, etki ya da nedensellik ilişkisine dayanır.

Hume, tümevarımın temellerini de
sorgular. Ona göre, böyle bir sonuca, akıl yürütme süreciyle ulaşılamaz. Çünkü
bütün akıl yürütmeler, tanıtlama ve ide ilişkileri hakkındaki akıl yürütmeler
ve moral veya olgu sorunlarıyla var oluş hakkındaki akıl yürütmeler olmak üzere
iki çeşide ayrılabilir. Hume’un bilgiyi, bu şekilde sınırlaması Hume Çatalı olarak bilinir. Hume çatalına göre, ide
ilişkileriyle ilgili olan bilgi türü, hiç deneye ve gözleme dayanmayan (a
priori) önermelerden meydana gelir ve dünyaya ait bilgimizi arttırmayan
analitik bilgi türüdür. Olgu ilişkileriyle ilgili olan bilgi türüyse tamamen deneye
ve gözleme dayanan (a posteriori) önermelerden meydana gelir ve dünyaya dair
bilgimizi arttıran olası bilgi türüdür.

Hume için gerçekten
var olduğundan ve bilgisinden emin olabileceğimiz tek şey izlenimlerdir.

George Berkeley

Locke, insan
ancak bilincin içindekileri bilebilir, onlara anlamlar yükleyebilir dedikten
sonra Berkeley bu önermeden hareketle deneyciliği en üst aşamasına ulaştırarak
idealizme ulaşmıştır.

Fiziksel dünyanın
zihin dışında bir gerçekliği olmadığını öne süren Berkeley, maddesel
gerçekliğin zihne bağlı olduğunu söylemiştir. Berkeley göre madde yoktur,
gerçek töz idedir.

Berkeley’de Birincil ve İkincil Nitelikler
Ayrımı ve Algı Kuramı

Locke’un
nesnelerin kendisine atfettiğimizi söylediği ikincil nitelikler Berkeley’e
göre, algılayan kişinin zihnindedir. Dolayısıyla görelidirler. Maddi tözü kabul
etmeyen Berkeley birincil niteliklerin de zihne bağlı ve göreli olduklarını
söyler.

Berkeley’in görüşüne
göre, bir şeyin var olduğunu söylemek, onun bir zihin tarafından algılandığını
ya da algılanabileceğini söylemek demektir. Buradan hareketle, Berkeley, dış dünyanın,
zihinden bağımsız bir gerçekliği olamayacağı sonucuna varmıştır.

Kant

Kant, akılcı
düşünce geleneğinin bütünüyle uzak durduğu metafiziği ele alıp bir bilim olarak
mümkün olup olmadığını araştırdığı Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)
adlı yapıtıyla düşünce geleneğinde çığır açmıştır.

Metafizik, genel
olarak deneyim alanının dışında kalan bilgileri içerir. Kant, insan zihninin
deneye başvurmadan bilgi üretebileceğini kabul eder. Saf matematik, saf doğa
bilimi der buna. Kant’ın asıl araştırması böylesi bilgilerin nasıl mümkün
olduğuna dairdir.

Kant’ın bu
araştırmasının başlangıç noktası Hume’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Soruşturma’sına
dayanır.
Hume’un
neden etki idesi ve zorunlu bağlantı idesi hakkındaki düşüncelerini eleştiriden
geçirerek kendi transendental felsefesinin yollarını döşemeye başlar.

Transendental sözcüğü yalnızca Kant felsefesi içinde
anlamı olan, uydurma bir sözcüktür. Transendent sözcüğü aşkın anlamına gelir,
ama transendental sözcüğü, bir terim olarak, bilgimizin herhangi bir şeyi aşmasını
değil, bilme yetimiz hakkındaki bilgiyi anlatır.

Kant Descartes’ın
Her şeyi tamamen ruh ve beden olarak iki töze indirgemesini doğru bulmaz.

Descartes’dan sonra
gelen akılcı düşünürlerin de Descartes’ın izinden giderek, hiç deneye
dayanmayan, tamamen (a priori) bilgiye dayanan felsefe sistemleri kurmasını eleştirir.

Kant, eserlerinde
zihin kavramını değil, akıl kavramını kullanır.

Aklın deneye
hiçbir şekilde başvurmadan işlemesine dayanan bilimler, eğer gerçekten bir
bilim olacaklarsa kavramların çözümlenmesinden öte, bilgimize yeni bazı eklemeler
de yapmalı, bilgimizi genişletmelidirler. Kant’ın ifadesiyle söylenirse, “sentetik”
olmalı (Kant 1995: 15) ve “deneyden ve hatta bütün duyu uyaranlarından bağımsız”
(a priori) yargılar vermelidirler. Kant, bu türden yargılara, “sentetik (a priori)”
yargılar adını veriyor.

“sentetik (a
priori) yargılar nasıl olanaklıdır?”

Sentetik (a
priori) yargılara ilişkin soru dört alt soruya ayrılır:

1. Saf matematik
nasıl olanaklıdır?

2. Saf doğa
bilimi nasıl olanaklıdır?

3. Genellikle
metafizik nasıl olanaklıdır?

4. Bilim olarak
metafizik nasıl olanaklıdır?

İlk ikisinin yanıtı,
insanın zihin yapısının bir bütün olarak ortaya konması anlamına gelir. Üçüncü
sorunun yanıtlanması, metafiziği, köklerinin aydınlatılmasına götürür. Dördüncü
sorunun yanıtıysa metafiziğin, yüzyıllardır yürüdüğü yoldan, nasıl
döndürülebileceğini gösterir.

Saf matematiğin
olanağı, şeyleri (a priori) görmemizi sağlayan, duyusal görünün sadece
biçiminden (saf görülerde) kaynaklanır.
Bu nedenle nesneleri kendi başına oldukları gibi değil,
duyularımıza göründükleri gibi biliriz. Böylece algılarımıza verildiği
biçimiyle dünya “deneysel bir görünün belirsiz nesnesi” olarak “görünüş” adını
alır.

Kant’a göre,
deneye ilişkin bilgileri ortaya koyabilmemiz, zihnimizin iki kaynağından gelir.
Birinci aşamada, kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın oluşturduğu
tasarımlarla bir nesne bize verilir, ikinci aşamadaysa bu tasarım (verilmiş nesnenin
tasarımı) belirli bir ilişki içinde düşünülür.

İnsan zihninin ilk
öğesi, dünyayla ilişkiye geçebilmemizi sağlayan uzam ve zaman, görme
biçimlerinin (görülerinin) sahibi olan duyusallıktır.

Ancak insan,
dünyayı sadece algılamaz; onun hakkında yargıda bulunur. Düşünme etkinliği,
anlama yetisinin saf kavramları ile gerçekleşir.
Kant’a göre anlama yetisinin saf kavramları, görüden
ya da duyusallıktan gelmez, düşünmeye ve anlama yetisine aittirler.

İlk iki aşamada
zihnin üretti bilgiler yalnızca bir tasarımdır.
Dünya insan zihnine sığabilecek kadar büyük değildir.
Bu noktada Kantçı zihin anlayışının üçüncü öğesi karşımıza çıkar: Akıl.
Deneye ilişkin bütün anlama yetisi
etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak aklın işidir. Aklın bu işlevi, aklın
saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transendental
ideler” adını verir. Böylelikle akıl da “ideleri üreten yeti”nin adı olur.

Kant,
transendental idelerin, üç sınıf oluşturduğu sonucuna varır: “Bunlardan birincisi
düşünen öznenin mutlak (koşulsuz) birliğini, ikincisi görünüş koşulları
dizisinin mutlak birliğini, üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesneleri
koşulunun mutlak birliğini içerir.”

Kant, anlama
yetisi kavramlarının, idelerin kendi bilgisinin elde edilmesi amacıyla kullanılmasına
“aşkın kullanılış” adını verir.
Tanrı, ruh ve evren gibi, anlama yetisi varlıkları
(noumena) hakkında “ne saf görülerle, ne de saf anlama yetisi kavramlarıyla
belirli hiçbir şey bilemeyiz.” Kant’ın Tanrı, evren ve ruh olarak belirlediği
bu aşkın ideler zihnin koşulsuz birlik ilkeleri arama eğiliminin bir sonucudur.

Descartes, çok
önem verdiği “cogito” alanının boyutlarını kavrayamamıştır.

Kant ve Descartes
arasındaki temel ayrım noktalarından birisi “Ben”e yaklaşımlarında ortaya çıkar.
Descartes’da “Ben” somut, çürütülemez bir şekilde dolaysız bir sezgi yoluyla
asli gücü içinde kavranan bir gerçeklikken Kant için “Ben” gerçeklikten yoksun,
yalnızca bilgi için gerekli (a priori) bir durumdur. Dolayısıyla özne
deneyimlenmez, yalnızca kabul edilir.

Zihin Beden Sorunu

ZİHİNSEL VE FİZİKSEL NİTELİKLER AYRIMI

Bilim ve
felsefenin de ana hedefi, tamamen doğal, fiziksel dünyada düşünme ve duygunun,
nasıl yer aldığını anlamaktır.

Zihin beden
sorunu, zihnin maddeten farklı olduğu varsayımına dayanır.

Zihinsel şeylerin
sahip olduğu, ama fiziksel nesnelerin sahip olmadığı şey nedir?

Zihinsel nitelikler

Fiziksel nitelikler

Zamansal

Uzam-zamansal

Özel

Genel

Düzeltilemez

Düzeltilebilir

İçsel

Dışsal

Tek

Çok

Bağımsız

Belirlenmiş

Etkin

Edilgin

Ben

Öteki

Kutsal

Kutsal değil

Bölünemez

Bölünebilir

Şekilsiz

Şekilli

Görülemez

Görülebilir

Yönelimsel

Yönelimsel
değil

Öznel

Nesnel

ZİHİNSEL OLGU TÜRLERİ

Duyumlarla ilgili
zihinsel olgular / tanımlanabilen algı verileri, “Yalın his” ve “algılanmış
nitelikler” (qualia) şeklinde ifade edilir. Algılanmış
nitelikler felsefenin en karmaşık sorunlarından biridir. Soyut bir nitelemenin
nasıl oluştuğu bir yana, farklı insanlarda belirli bir soyut kavramın ne ölçüde
benzer olduğu dahi net olarak ortaya konulamamaktadır.

Algılanmış
niteliklerden başka zihinsel olgular kategorisinde bir de bir kişiye ya da
organizmaya psikolojik filler yardımıyla atfedilen zihinsel durumlar vardır
(umuyor, inanıyor, korkuyor vs.). Bu tür zihinsel durumlara ifadesel tutumlar (propositional attitues) adı verilir.
İnanma ve arzu etme (isteme) en
temel ifadesel tutumlardır.

Bunların dışında
çok geniş, bir ölçüde belirsiz, hisler ve duygular başlığı altında toplanabilecek
çeşitli zihinsel durumlar vardır.

Eylemleri “salt
bedensel hareketler”den ayıran şeyin tam olarak ne olduğuna ilişkin tartışma,
zihin felsefesinin ana konularından biridir.

ZİHİN VE BEDENİN ETKİLEŞİMİ SORUNU

Zihin beden
sorunu tartışılırken en çok referans gösterilen filozof Descartes’tır. Descartes’a
göre zihin ve madde olmak üzere iki töz vardır.
Zihnin belirleyici niteliği düşünme, maddenin
belirleyici niteliği yer kaplamadır. Bu iki töz ortak nitelik içermezler. Ortak
töz içermeyen bu iki töz nasıl oluyor da etkileşimde bulunuyorlar? Bu sorunu
aşmak için Descartes’ın töz düalizmini reddeden kuramlar ortaya atılmıştır: epifenomenalizm,
işlevselcilik, indirgemeci olmayan fizikalizm ile nitelik düalizmi ve
paralelizm gibi çeşitli düalist kuramlar.

Töz Düalizmi (Substance Dualism)

Zihin ve beden
arasında nedensellik ilişkisi olduğunu savunan düalist görüş psiko-fiziksel
etkileşimcilik ya da kısaca etkileşimcilik (interactionaism)
olarak bilinir (Kartezyen düalizm olarak da anılır). Töz düalizminin en temel
özelliği, zihinsel olanın fiziksel olana indirgenememesidir.

Descartes, zihnin
bedenle beynin merkezine yakın bir yerde olduğunu düşündüğü kozalaksı bez (Pineal gland) aracılığıyla etkileştiğini ileri sürmüştür.

Descartes’ın tanımlamasına
göre bu bez günümüzde sinir akımı dediğimiz şeye karşılık gelir.

Psiko Fiziksel Paralelizm (Psycho-Physical
Parallelism)

Zihinsel ve
bedensel olayların birbirine paralel ancak birinin diğeriyle etkileşim halinde
olmadığını savunan düalist görüştür. En önemli temsilcisi Leibniz’dir

Zihinle ilgili
olayların bedenle ilgi olaylarla düzenli bir şekilde birbirine paralel olarak
gerçekleşmesi aralarında bir nedensellik bağı olduğu anlamına gelmez. Paralelizm
de töz düalizminin içine düştüğü sorunlardan kurtulamaz.

Aranedencilik (Occasionalism)

Descartes’ın
zihin ve beden düalizmini çıkış noktası olarak alan Aranedencilik (occasionalism) bu iki töz arasında bir nedensellik ilişkisi
olmadığını, zihinsel ve fiziksel olaylar arasında ancak Tanrı’nın aracılığıyla bağ
kurulabildiğini söyler. Elinizi sallamak istemeniz, elinizi sallama hareketinizin
nedeniymiş gibi görünüyor. Ama paralelizm ve aranedenciliğe göre bu sadece bir
yanılsamadır; gerçekte, elinizi sallamanız Tanrı’nın istemesiyle gerçekleşmiş bir
olaydır.

İdealizm

Yalnızca zihinsel
olayların ya da zihinlerin var olduğunu ileri süren görüştür. İdealistler
fiziksel dünyadaki nesnelerin var olduğunu reddetmezler, yalnızca onların
kendilerini algılayacak, düşünecek bir zihnin dışında, var olduklarını
reddederler.

Epifenomenalizm (Epiphenomenalism)

Zihinsel olayların
mekanik beyin süreçlerinin yan ürünü olduğunu ileri süren düalist bir kuramdır.
Epifenomenalizmde nedensellik tek yönlüdür, yalnızca fiziksel olaylar zihinsel
olayların nedeni olabilir.

Bu görüşe göre
zihinsel olaylar, beynin işleyişinin nedensel sonucudur, ama hiçbir zihinsel
olay ve süreç, fiziksel olay ve durumların nedeni olamaz. Epifenomenalizmde nedensellik
tek yönlü işler; zihinsel olan fiziksel olana, nedensel olarak bağlıdır.

Epifenomenalizm,
özellikle sinir bilimciler tarafından kabul gören bir görüştür.

Nitelik Düalizmi (Property Dualism)

Yalnızca fiziksel
tözün var olduğunu kabul eden ve zihinsel olayların fiziksel beynin özel
nitelikleri olduğunu öne süren düalist görüşe nitelik düalizmi adı verilir. Nitelik
düalizmine göre zihinsel durumlar indirgenemezler; zihnin tamamen fiziksel bir
çözümlemesi yapılamaz.
Nitelik düalizmi, yalnızca tek bir tözde (fiziksel tözün) fiziksel ve
zihinsel olmak üzere iki tür niteliğin var olduğunu savunur.

Materyalizm

Yalnızca fiziksel
tözün varlığını kabul ederler. Materyalistler için en önemli sorun, zihinsel
olayları tamamen fiziksel terimlerle açıklayabilme çabasıdır. Böylesi
indirgemeci bir tutum takınan materyalizm çeşidi, davranışçılıktır.

Felsefi Davranışçılık (Philosophical
Behaviorism)

Davranışçılık görüşüne
göre zihinsel durumlar belli bir davranıştan ya da belli bir davranışta bulunma
eğiliminden başka bir şey değildir.

Felsefi davranışçılığın
en önemli temsilcisi Gilbert Ryle, Kartezyen düalizmini kategori hatası
yapmakla suçlar.
Zihni,
davranışla ortaya konan ve ifade edilen şeylerden başka bir şey olarak
tasarlamak, aynı şekilde bir kategori hatasına düşmek demektir.

Zihin Beyin Özdeşliği Kuramı

Zihinsel durumların
fiziksel durumlarla özdeş olduğunu iddia eden zihin beden özdeşliği kuramının en
önemli sorunu, zihinsel durumlarla özdeş olabilecek fiziksel durumları bulmaktır.

Zihin beden özdeşliğini
savunanlara göre, her bir zihinsel durumun, kendisine özdeş olan, bir beyin durumu
vardır.
Zihin
beden özdeşliği kuramı, zihinsel olayların, beynin fiziksel ve nörolojik işleyişinin
ötesinde ve dışında bir şey olmadıklarını, zihinsel olayların fiziksel olaylarla
aynı şey olduğunu iddia ettiği için, indirgemeci bir kuramdır.

İşlevselcilik (Functionalism)

İşlevselciler
belli bir zihinsel durumu, belli bir işlevsel rolle tanımlarlar.
İşlevselcilik bir anlamda zihin
beden sorununu bertaraf etmeye çalışır. Zihinsel bir durumda olmak, işlevsel
bir durumda olmak demektir.

Ne düalizm, ne de
materyalizm zihin beden sorununa etraflı ve kesin bir çözüm getirememiştir.

Yapay Zekâ

YAPAY ZEKÂ VE TURİNG TESTİ

Yapay zekâ çalışmaları,
iki amaç doğrultusunda gelişmektedir. Bunlar, insan zekâsını taklit eden
bilgisayarlar geliştirerek, insan zihninin işleyişini daha iyi anlayarak, daha
kullanışlı bilgisayar uygulamalarının yazılmasını sağlamaktır.

Yapay zekâ
terimi, ilk defa 1956 yılında John McCarthy tarafından ortaya atılmıştır.

“Makineler düşünebilir
mi?” vsorusunu ilk defa cevaplamaya çalışan kişi Alan Turing’dir.

Turing testi
birbirlerine bir bilgisayar ekranı ve bir klavyeyle bağlı üç odadan oluşur. Bu
odalardan birinde bilgisayar, diğerinde bir insan oturur. Üçüncü odada oturan
sorgucunun (insan) görevi, kendisiyle bilgisayar ekranı aracılığıyla konuşanlardan
hangisinin insan, hangisinin makine olduğunu anlamaktır. Turing’e göre sorgucu,
bu testte insanı bilgisayardan ayırt etmeyi % 50’den daha az başardığında, yani
sorgucu insanı bilgisayardan ayırt edemediğinde, bilgisayarın zeki olduğu, düşündüğü
söylenebilir.

Yalnızca
biyolojik organizmalar duygu ve düşünme yetisine sahiptir. Biyolojik olmayan
makinelerin düşünmeye duyguya sahip olduğu söylenemez.

Yapay zekânın çıkış
noktası, düalist bir dünya görüşünün aksine, duyguların ve düşüncelerin
fiziksel dünyaya ait olduğu, makineler tarafından taklit edilebileceği
fikridir.

Kuvvetli yapay zekâ yaklaşımı gerekli teknolojik ilerleme sağlandıktan
sonra makinelerin, yani dijital bir bilgisayarın insan zekâsına ve duygularına
sahip olacağını ileri sürer.

Zayıf yapay zekâ anlayışına göre makinelere, yani dijital bir
bilgisayara, düşünmeyi öğretmek mümkün değildir.

John Searle, çığır açan Zihinler, Beyinler ve
Bilim adlı kitabında, zihin beden sorununa çözüm olarak önerilen, işlevselci ve
indirgemeci materyalist kuramlara karşı, indirgemeci olmayan bir materyalizm
öne sürer. Searle’e göre kuvvetli yapay zekâ görüşünden çıkarılacak sonuç,
insan zihninde biyolojik hiçbir öğenin bulunmadığıdır.

Searle’e göre uygun
programlanmış bir bilgisayar gerçekten de bir zihindir.

Searle,
bilgisayar programlarının, salt biçimsel ve sözdizimsel özelliği olduğunu bu
özelliklerinden dolayı da zihinsel süreçlerden farklı olduğunu savunur. Çünkü; Searle’e
göre zihinsel durumlarımız, salt biçimsel ve sözdizimsel sıralamanın ötesinde, tanımları
gereği belli bir içeriğe sahiptir. zihin, sözdizimin ötesinde anlambilimi de
barındırır. Hiçbir bilgisayar programının zihne sahip olmamasının nedeni,
bilgisayar programlarının sözdizimsel, zihinlerinse hem söz, hem de
anlamdizimsel olmalarıdır.

Çince Odası Deneyi

Searle’ün
bilgisayarların düşünemediğini göstermek amacıyla tasarladığı bir düşünce
deneyidir. Saerle’e göre, bilgisayarda Çince odasındaki hiç Çince bilmeyen kişinin
durumunda olduğu gibi, anlamı bilinmeyen Çince simgeleri işleten bir biçimsel
program vardır ve bir dili anlamak demek, bir takım biçimsel simgeleri bilmek
demek değil, uygun zihinsel durumlara sahip olmak demektir.

Searle’e göre,
sistemin sözdiziminden anlam dizimini çıkarmasına imkân yoktur.

Kuvvetli yapay zekâ
savı, bilgisayarların düşünme üretebileceği üzerine kurulmuştur ve Searle’ün de
karşı çıktığı bu savdır.

Sembolik yapay zekâ
sistemleri yukarıdan aşağıya bir düzenle akıl yürütmeyi, bilmeyi ya da her
ikisini birden taklit edecek şekilde programlanmışlardır.

Beyni taklit eden
bağlantılı ya da yapay sinirsel sistemler yaklaşımın çıkış noktası, beynin yapısı
üzerine yapılan çalışmalardır.
Bu yaklaşımı savunanlara göre, eğer sinir hücrelerini temsil eden birçok
basit işlemci yoğun bir şekilde birbirine bağlanırsa milyonlarca satırlık
kodlar yazmak zorunda kalmadan beyin benzeri davranış elde edilebilir.

Kişisel Özdeşlik
Sorunu

Kişisel özdeşlik
sorunu “ben kimim?” sorusunun felsefede ele alınış
şeklidir.

Felsefi bakış açısından
kendilik ve kişi kavramları birbirinden farklıdır.

Kişi (person),
bedensel olarak ayırt ettiğimiz sosyal kişiyi tanımlar. Aynı zamanda; inançlar,
arzular gibi yönelimseldir, ağrı hissetmek gibi nitelikseldir. Burada zihinsel
durumların tamamının öznesi durumunda olan bireydir. Kendilikse (self) bütün kişisel
yaşantıların, ilk elden, aracısız olarak içsel bir bütünlük içererek öznenin
kendisine ait yaşantılar olarak, yansıtıldığı şekliyle bireyi temsil eder.

Bir kişi her şeyden
önce bir zihne sahiptir.

Kişi olmayı
belirleyen zihinsel özellik ve kapasiteler:

• Duygu ve
hislere sahip olma kapasitesi

• Geçmişi hatırlama,
geleceği öngörme ve plan yapma yeteneği

• Ahlaksal,
estetik ve dinsel yargılarda bulunma yeteneği

• Soyut düşünme
yeteneği

• Dil
kullanabilme yeteneği

• Özsel bilince
ve öznelliğe sahip olma yeteneği

• Kişilerarası
ilişkiler kurabilme ve yürütebilme yeteneği

Ego Kuramı

Ego kuramına göre
kişisel özdeşlik, maddi olmayan, uzamsal olmayan, ölümsüz ruha dayanmaktadır.

Kartezyen düalizme
dayanan ego kuramı, kişinin varlığının sürekliliğini, belirli bir egonun ya da
kişinin sahip olduğu deneyimlerin öznesinin varlığını yadsıyarak açıklayamayacağımızı
öngörür. Kişinin yaşantılarının bütünlüğü, bu yaşantıların aynı kişi tarafından
yaşanmış olmasına, yaşantıların öznesine bağlıdır.

Bundle (Yığın) Kuramı

Bundle (yığın)
kuramını ortaya atan Hume’a göre, sürekli, değişmeyen bir kendilik fikri bir yanılsamadır
ve dolayısıyla kişisel özdeşlik tasarımından bahsetmek saçmadır. Hume göre kişi,
sadece belli bir zamandaki zihinsel durumların, izlenimlerin ve tasarımların
bir araya gelmesinden ibarettir.

Hiçbir izlenim,
hayat boyu sürekli aynı kalamayacağı için, gerçek bir kendilik tasarımına sahip
olamayız.

Thomas Reid, kişinin
yalnızca izlenim ve tasarımların bir araya gelmesinden ibaret bir şey olduğu
fikrini şiddetle eleştirmiştir. Reid’e göre, kişisel özdeşlik, kişinin kendim dediği
bölünmez şeyin sürekliliğini zorunlu kılar. Reid kendiliği düşünen, tasarımlayan,
sorun çözen, eyleyen, acı çeken bir şey olarak tanımlar.

KİŞİSEL ÖZDEŞLİK SORUNU

Kişisel özdeşlik
sorunu, hem farklı deneyim ve yaşantıların nasıl olup da aynı kişinin
deneyimleri olabildiği, yani bütünlük sorunu, hem de kişiyi zaman içinde aynı
kişi yapan şeyin ne olduğu, yani kimlik sorunudur.

Bütünlük Sorunu

İnsan yaşamı
boyunca birçok duyumlara, duygulara, düşüncelere, hatıralara vb. sahiptir.
Bütün bu deneyimlerin ortak olarak paylaştıkları tek husus, hepsinin o kişinin
deneyimleri olması, hepsinin o kişinin zihninde olmalarıdır. Ama, bu farklı
deneyimlerin, aynı kişinin deneyimleri olarak, aynı çatı altında toplanması nasıl
mümkündür? Farklı deneyimleri, bir ve aynı bende bir araya getiren bütünlük
ilkesi nedir?

Kimlik Sorunu

Karşımızdaki
insanı çeşitli şekillerde tanırız (dış görünüş, ses vs.). Esas olarak kişisel
özdeşliği sağlayan şey nedir? Kişisel özdeşliğin bilinçten doğması demek,
kendiliğimizin bilincinde olmamız demektir. Bu da hayatımızda süre giden değişiklikler
boyunca, yani hayatımızı oluşturan ardışık deneyimler boyunca kendimizi aynı kişi
olarak hissetmemiz demektir. Görüldüğü gibi, kişisel özdeşlik sorununa iki
temel yaklaşım söz konusudur. Bir kişinin, zaman içinde aynı kişi olarak
sürekliliğini sağlayan şeyin ne olduğuna bağlı olarak, iki temel kişisel özdeşlik
ölçütü vardır. Bunlar bedensel süreklilik ve zihinsel süreklilik ölçütleridir.

BEDENSEL SÜREKLİLİK ÖLÇÜTÜ

Bedensel
süreklilik ölçütüne göre, kişinin zaman içinde aynı kişi olarak kalması, aynı
bedende yaşayan insan varlığı olarak kalmasıyla mümkündür.

Herhangi bir şeyin,
zaman içinde aynı şey olarak kalıp kalmadığının bir ölçütü arandığında, ilk aklımıza
gelen şey, o şeyi kendisi yapan şeyin ne olduğuna bakmaktır.

Kişisel özdeşliğin
bedensel ölçütü, fiziksel nesnelerin, zaman içindeki sürekliliğine ilişkin
ölçütlerin, kişilere uyarlanmasıdır.

PSİKOLOJİK SÜREKLİLİK ÖLÇÜTÜ

Psikolojik
süreklilik ölçütüne göre, kişisel özdeşliği oluşturan şey, zihinsel durumların
kalıcılığı ve sürekliliğidir.

Kişisel Özdeşlik ve Bellek Ölçütü

Locke’a göre, kişisel
özdeşliğin özü kalıcı, değişmeyen töz değil, öz bilince sahip olan kendiliğimizdir.

Bilinç, geçmiş yaşantılara
uzatılabildiği ölçüde, kişi geçmişini hatırlayabildiği ölçüde, kişinin eylemlerini,
aynı kendilik altında bir araya getirebilir. Böylece, şimdiki ve geçmişteki eylemlerinin
bilincine sahip olan kişinin, özdeşliğinden bahsedilebilir.

Bellek Ölçütüne Farklı Yaklaşımlar

Locke’un bellek
ölçütünün döngüselliğini bertaraf etmek üzere, Shoemaker ve Parfit gibi düşünürler,
birbiriyle geçişli ilişkiler içinde bulunan farklı zihinsel durumların, nedensel
olaylar zinciri içinde var olmasını, kişisel özdeşlik ölçütü olarak öne sürmüştür.
Kişisel özdeşlik, aynı bedende yaşanan düşünceler, duyumlar gibi, zihinsel
olayların ve durumların, zincirleme şekilde birbirine nedensellik bağıyla bağlanmasına
dayanır.

Bilinç Sorunu

Bilinç kavramı
zihin beden sorununun merkezinde yer alır.

Bilincin ne olduğunun
açıklanması, bizzat zihnin ne olduğunu açıklamayı gerektirir.

Locke bilinci, kişinin
kendi zihinsel durumlarının, içe bakış yöntemiyle dolaysız olarak farkında
olması, olarak tanımlamıştır.
Locke’a göre, “bilinç, her zaman duygu ve algılarımızla birliktedir.

Bilinçle ilgili
esas sorun, öznel deneyim sorunudur. Her algıladığımızda ya da düşündüğümüzde, zihnimizde
bir bilgiişlem süreci yer alır, ama bunun yanında öznel, yani kişiye özgü bir
algı ya da düşünme deneyimi de mevcuttur.

Her hangi bir
olgunun bilinç olgusu olarak nitelendirilmesinde üç temel öğenin öne çıktığı
görülmektedir. Bunlar, bilincin öznel bir deneyim olduğu, yönelimsellik içerdiği
ve farkındalıkla son derece bağlantılı olduğudur.

Farkındalık

Farkındalık
sorunu bilinçle ilgili en temel sorundur. Farkındalık sorunu, bir kişinin nelerin
farkında olup, nelerin farkında olamayacağı arasındaki farkın ortaya konulmasıdır.

Kendi zihnimizde
ya da bedenimizde olanları özel bir şekilde, birinci şahıs bilgisiyle biliriz.
Buna dolaysız farkındalık ya da ayrıcalıklı erişim adı verilir.

Bilincinde olmadığımız
zihinsel durumların olup olmadığı zihin felsefesinin en önemli tartışma
konusudur.
Bir
telefon numarasının zihinde hatırlanmasıyla (zihinsel durum) bellek kaydından
alınarak bilince gönderilmesi (sinirsel ve fizyolojik durum) arasında nasıl bir
bağlantı vardır?

Larry Weiskrantz
(1989) tarafından yapılan deneylerde hastaya, “kör görü”süolan bölgeye renkli
bir ışık yansıtılarak ne gördüğü sorulur, hasta samimi bir şekilde, bir şey
görmediğini söyler. Bu hastalar aslında duyum bilgisini beyinlerine almakta, işlemekte
ve neyi gördüklerinin bilgisine sahip olmaktadırlar. Ancak bu süreç tamamen
bilinçlerinin dışında gerçekleşmekte, yani bildikleri şeyi gördüklerinin farkına
varamamaktadırlar.

Weiskrantz’ın
“kör görü” hastalarıyla yaptığı deneylerdeki bütün nitel zihin halleri, yani
algılanmış niteliklerin tamamı, hastanın bilincinin dışında olursa ne olur, sorusunu
akla getirmiştir. Bu konuda geliştirilen düşünce deneyi, zihin felsefesi
literatüründe yoksun nite (absent qualia) olarak
geçer. Bu düşünce deneyinde, hastanın bütün duyularının mükemmel işlediği, ama
görme, işitme, koklama, tat alma gibi duyularının hiçbirinin nitel bir algısı
olmadığı varsayılır. Literatürde bunlara zombi adı verilir.

ÖZNELLİK VE BİLİNÇ

Öznellik bilincin
özüdür. Bilinç öznel deneyimle bağlantılı olması bakımından kişinin kendine yönelik
farkındalığı, yani kendilik bilinci olarak tanımlanır.

Acıktığımızı
hissederiz ve biliriz. Bu, birinci düzey bilinç durumudur. Acıktığımızı bilmek,
bunu ifade etmekse ikinci düzeyden bir bilinç durumudur. Kısaca, kişinin kendi
eylemlerinin farkında olması olarak tanımlanan bu ikinci düzeydeki bilinç,
belirleyici niteliği yönelimsellik olan her türlü öznel farkındalık durumunu
ifade etmek üzere kullanılır.

Kendilik Bilinci

Kendilik bilinci,
kişinin kendi kendinin, yani kendi içsel, zihinsel durumlarının farkında olmasıdır.

Kant’a göre, özne
tam algısı ya da “bilinçli algılaması” sırasında kendi bilincine varmaktadır.
Tam algı algılayanın kendini idrak etmesi, kendini algılamasıdır. Bir başka
deyişle tam algı, algılanan nesne karşısında bu algılamayı yapan özne olduğunun
bilincine varmaktır.

Kant’a göre, saf
tam algının birliği, bütün sentezi a priori olarak önceleyen “kendilik
bilinci”dir. “Kendilik bilinci” sayesinde özne, yetileri aracılığıyla kurduğu tasarımsal
dünyayı ve bilgisini bir birlik içinde tutar. “Kendilik bilinci”, bu nedenle bütün
yetileri, a priori olarak öncelemek zorundadır.

YÖNELİMSELLİK VE BİLİNÇ

Yönelimsellik,
bilincin, her zaman bir şeyin bilincinde olması demektir. Ancak bilincin
nesnesi, her zaman, gerçekten orada var olan bir şey olmak zorunda değildir
(bilimsel ve felsefî etkinliğimizin motoru da budur zaten).

Husserl’in Fenomenolojisinde Yönelimsellik
Olarak Bilinç

Husserl’in
temellerini attığı fenomenolojinin ana konusunu “yönelmişlik” sorunu oluşturmaktadır.
Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir.

Brentano
“bilincin yönelmişliği”ni, belli bir nesneye yönelmişliği olarak tanımlar. Oysa
bu tanım, Husserl”e göre, özellikle sanrılar ve yanlış algılamalara ilişkin
olarak, büyük güçlükler çıkarmaktadır (bilincin yönelmişliğinin nasıl oluştuğu
sorusu ve yanlış anlamalar, yanılsamalar gibi).

Bilincin bütün
özelliklerinin hepsini birden noema diye tanımlayan
Husserl, noema’ nın belli bir zamanda bilinci, görünüşte bir nesneye yönelmiş
olarak kendisini gösteren edimle birleştirdiği saptamasında bulunmuştur. Bu
anlamda noema bilinç ediminin yöneldiği nesne olmaktan çok, bilincimizin
nesneyle ilişkiye geçmesini olanaklı kılan yapıdır.

Husserl’e göre,
her bilinç edimi, ‘cogito’ bir yönelimdir, bir seçimdir. Her bilinç ediminin
bir nesnesi vardır. “Düşünüyorum” mutlaka “bir şeyi düşünüyorum” anlamına
gelir.

Fenomenolojik tavırda
nesneler artık, gerçek nesneler olmaktan çıkmış “ide”ler olarak ele alınmaktadır.
Nesneler “doğal tavırda” olduğu gibi gerçekte değil, birer bilinç fenomeni
olarak bilinçte var olurlar. İşte fenomenolojinin söz konusu ettiği fenomenler,
bu nedenle “özsel” dir.
Noema, her zaman için, bir kişinin noema’ sıdır.

Ağaç, noema
olarak bir anlamdır. Dış dünyadaki ağaç yanabilir, ama ağacın noema’ sı yanmaz.

Nitekim Husserl, nesnenin
“verili” olarak deneyimlendiği her türden edim için, “görü” terimini
kullanmaktadır.

Husserl’e göre fenomenoloji,
gözlemden çok, algıyı içerir. Bilinç akışının bireysel bileşenlerini gözlemek
yerine, zihinsel fenomenlerin özünü, sezgi yoluyla kavrar.

Husserl’e göre,
Descartes’ın en önemli hatası, cogito’dan hareketle tözsel öznenin varlığını çıkarsamaktır.

Cogito, Descartes’da olduğu
gibi, ego’nun tözsel apaçıklığının bir göstergesi değildir. Aksine ego’ su
olmakla bilinçli olmanın, aynı şey olduğunun göstergesidir.

BİLİNÇ SORUNUNA FELSEFİ YAKLAŞIMLAR

İnsan uyurken ya
da komadayken bilinçli sayılır mı?

Fiziksel bir
evrende bilinç nasıl mümkün oluyor?

Yeni Gizemciler

Beynin bilincin
nedensel temeli olduğunu kabul eden, ama bu bağlantının doğasının, bizler için
bir giz olduğunu iddia eden araştırmacılara yeni gizemciler adı verilir.

İndirgemeci Olmayan Fizikalizm
(Supervenience)

Bilincin tamamen
beynin durumlarını izleyerek, onlara bağlı olarak, ortaya çıktığını varsayar.

Bu görüşün en önde
gelen savunucuları Jaegwon Kim ve John Searle’dür.

Panpsişizm (Tüm Ruhçuluk)

Panpsişizm
bilincin evrende her yerde olduğunu iddia eden görüştür.

Thomas Nagel
“What Is It Like To Be A Bat?” (“Yarasa Olmak Nasıl Bir fieydir?”)adlı eserinde
bu görüşü dillendirir. David Chalmers, Nagel’i izleyerek, bilinçli bir
termostat olmak nasıl bir şeydir sorusunu, son derece inandırıcı bir şekilde
cevaplar.
Eğer
termostat bilinçliyse o zaman, parçaları da mı bilinçlidir?
Panpsişizm bu tür soruları kendi
içinde tutarsızlığa düşmeden cevaplayamaz

Bilince Evrimsel Bakış Açısı

Nicholas Humphrey
bilincin, bireyin ait olduğu grubun diğer üyelerinin hareketlerini tahmin edebilmesini
sağlayacak bilişsel bir hile olarak evrimleştiği fikrini savunur. Bu anlamda bizler,
kendi bilincimizi, başkalarının bilincini anlama konusunda bir model haline
getiririz. Bilinç, Humphrey’e göre, karşımızdaki insanın nasıl bir iç dünyaya sahip
olduğu konusunda zihnimizde bir model oluşturabilme, giderek daha geniş anlamda,
bir problemi çözmek için, geçmiş ve geleceği aynı anda zihinde canlandırabilme
yeteneğidir.

Daniel Dennett
Consciousness Explained (Bilinci Açıklamak) başlıklı klasik çalışmasında
bilincin, en basit canlı formlarından evrilerek insandaki bilinç düzeyine eriştiğini
savunur.

Dennett, heterofenomenoloji adını verdiği bir yaklaşımla
bilinci, ayrıcalıklı erişim, yani birinci şahıs bilgisiyle değil, aksine üçüncü
şahıs bilgisiyle erişilen bir şey olarak açıklamaya çalışır. Heterofenomenoloji
kendi bilincini değil, başkasının iç yaşantısıyla ilgili olarak söylediklerini,
tanımlarını ciddiye alıp, bunlar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışma esasına
dayanır.

Bilgi Zihin İlişkisi

Kendilik kendinin
ayrı bir kişi olduğunun bilincinde olan bir kişidir. Ancak kendilik bilincine
sahip bir kişi bir kendilik olabilir.

Kendilik
genellikle bireyin kafasının içinde var olan bir şey olarak düşünülür.

Yaygın inanışa
göre kendilik, düşüncelere, duygulara, deneyimlere sahiptir, ama kesinlikle
onlarla aynı şey değildir.

Kendilik, kişinin
kendine ilişkin bütün farklı deneyimlerinin, düşünce ve bilgilerinin, anlamlı
bir bütün oluşturacak şekilde bir araya gelmesiyle oluşan, zihinsel bir tasarımdır.

Karşımızdaki bir
başka kişinin, hatta üst düzey bir memelinin ya da bir makinenin, kendimiz gibi
bir zihne sahip olduğundan nasıl emin olabiliriz sorunu, başka zihinler
sorunudur. Başka zihinler sorununa geleneksel olarak bulunan çözüm, benzerlik argümanıdır.
Buna göre, kendimizin zihinsel durumlara sahip olmamızdan hareketle kendimize
benzeyen diğer varlıkların da kendimiz gibi bir zihinsel durumlara sahip olduğunu
düşünürüz.

Benzerlik Argümanı

Benzerlik argümanı
kişinin zihinsel durumları ile davranışları arasında bağlantı olduğu ve kişinin
kendi zihinsel durumlarıyla ilgili birinci şahıs bilgisinin kişiye özel ve yanılmaz
olduğu görüşüne dayanır.

Ludwig Wittgenstein’ın Benzerlik Argümanına
Eleştirisi

Wittgenstein’ın
benzerlik argümanına eleştirisi, bu yaklaşımda, doğru olan ve doğru olmayan tanımlamayı,
birbirinden ayırt etmeye yarayan bir ölçütün olmamasıdır.

Kutudaki böcek
benzetmesi bir kişinin kendi zihinsel durumlarını isimlendirmek için kullandığı
terimler ile bir başkasının aynı zihinsel durumları isimlendirmekte kullandığı
terimlerin farklı anlamlar taşıyabileceğini gösterir. Çünkü herkesin dili kendine
özeldir.

Wittgenstein’ın,
kutudaki böcek benzerliği düşünce deneyi, bir kişinin “ağrı” terimiyle isimlendirilmiş
içsel zihinsel durumuyla bir başka kişinin “ağrı” adı verilen içsel zihinsel
durumunun, birbirinden son derece farklı olabileceğini gösterir.

P. F. Strawson’un Benzerlik Argümanına Eleştirisi

P. F. Strawson’un
benzerlik argümanına yönelttiği eleştiri, zihinsel terimleri nasıl edindiğimiz
ve kullandığımıza ilişkin bir bakış açısı da sunar.
Strawson, kişinin kendisine
zihinsel durumlar atfetmesinin ancak başkalarına zihinsel durumlar atfetmesiyle
olanaklı olduğunu vurgular.

Davranışçılık ve Başka Zihinler Sorununa
Çözüm Önerisi

Davranışçılara
göre, benzerlik argümanının temel sorunu, zihinsel durumlarla davranışlar arasında
kurulan genellemelerin, deneysel gözlemle tam olarak desteklenememesidir.

Bu tür genellemeler,
içerdikleri psikolojik terimlerin işlevsel tanımlarıdır ve bu şekilde ele alındıklarında
deneysel olarak doğrulanmaya gereksinim duymazlar. Böylece, olması gerektiği şekilde
davranan ya da davranacağına inanılan bir varlık, tanım gereği bilinçlidir.

Halk psikolojisi
kuramı başka kişilerin davranışlarını, arzular, niyetler, duyular bağlamında açıklayabiliyorsak
o zaman onların da kendimiz gibi birer zihne sahip olduğunu kabul etmeliyiz.

Zihin Felsefesi

Doç. Dr. Kamuran Gödelek

Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2337

Ocak 2013, Eskişehir