Felsefe Yazıları

Yeni-Platonculuk

Yeni-Platonculuk
Platonculuğun Batı düşüncesindeki en etkili versiyonlarından
biri Yeni-Platonculuktur. Bu teori ilk kez olarak araştırmalarını
Mısır’da İskenderiye’de gerçekleştirmiş olan Plotinos (M. S.
205? – 270) tarafından geliştirilmiştir. Onun Hindistan ve İran’a
seyahat ettiği ve Doğu felsefesini öğrendiği sanılmaktadır. Roma’da
bir okul kurmuş ve orada bir yandan kendi doktrinlerini
öğretirken, bir yandan da, felsefe üzerine bir denemeler kümesi
olan Erıneads [Dokuzluklar]’ını kaleme almıştır.
Plotinos’un Yeni-Platoncu teorisi, gerçek dünya ile görünen
dünya arasındaki ilişkiyi, insan varlığının kurtuluşa erişebilmesini
sağlayacak dinamik ilişkiyi ön plâna çıkartan metafiziksel
bir görüştür. İdealar dünyası burada, sadece gerçek dünya olarak
değil, fakat aynı zamanda aşağıya doğru sudur eden ve dünyanın
sahip bulunduğu gerçeklik türünün kendisinden doğduğu yaratıcı
güç olarak görülür. Evrenin doğası, maddeye, “gerçekliğin en son
noktası olan belirsiz bölge”ye ulaşılıncaya dek, İdealar dünyası,
insan varlıkları, hayvanlar ve cansız nesneler gibi, daha aşağı derecede
varlık alanlarına yayılan, tam olarak gerçek varlıkla, Bir
olan ya da Tanrı’yla başlayan, bir “büyük varlık zinciri” olarak
tasarlandı. Gerçeklik birlik yoluyla anlaşılmaktaydı. Plotinos ‘un
teorisine göre, bir şey daha fazla birliğe sahip olduğu sürece daha
gerçek olmak durumundaydı. Madde bütünüyle yayılmış ve
dağılmış olduğu için en az gerçekti. Bir olan tam bir birlikti ve
dolayısıyla en gerçek varlıktı. Ondan İdealar dünyası ve Dünya –
Ruhu sudur etmişti ve bunlar neredeyse Bir olan kadar gerçekliğe
sahipti. Platon’un İdealar dünyasının kavramlarına gerçek bir
kimlik yüklenmekteydi, yani onlar gerçek etkin varlıklar olarak
tasarlandılar. Plotinos’a göre, her gerçeklik düzeyinin kendi doğasından
daha aşağı düzeydeki varlıkların varlık ve gerçekliği sudur
ediyordu. Evren ezelî-ebedî bir tarzda yayılan bir kaynak ola –
rak resmedildi, öyle ki Bir olan kendisinden somaki daha aşağı
gerçeklik düzeyini, bu sonuncusu da bir somaki gerçeklik düzeyini
meydana getirirken yayılır. Bu süreç, gerçeklik akışının hızı
maddî dünyada azalmcaya kadar, “büyük varlık sürecinde” aşağıya
doğru sürer.
Bu teoride, insan varoluşunun amacı bir varlık cetvelinde yukarı
doğru çıkma, daha gerçek hâle gelme teşebbüsü ve mücadelesi
olarak görüldü. İnsanların bu amacı gerçekleştirebilmek için,
tüm ilgi ve dikkatlerini “büyük varlık zinciri”nde kendilerinin
üzerinde olana yükseltmeleri gerekiyordu. Onlar, felsefe yapmak
suretiyle kendilerini duyu dünyasından kurtarabilir ve akledilir
dünyanın biraz daha fazla bir parçası hâline gelebilirlerdi. Kişi
tefekküre daha çok yöneldiği ölçüde ve anlayabildikçe, anladığına
daha benzer hâle gelebilirdi. Kişi başarılı olduğu takdirde,
“zihnin Tanrı’ya doğru olan yolculuğu”nun doruk noktasında,
nihaî olarak, Bir olanla mistik bir birleşme hâline erişebilirdi.
Buna göre, gerçekliğin doğasmı anlama çabasırım nihaî hedefi en
gerçek olan içinde erime, ve kişinin, sadece daha aşağı gerçeklik
düzeylerini temsil eden bireyselliğini bütünüyle kaybetmesidir.
Plotinos insanın kurtuluşunun, duyumsal ve maddî dünyanın
daha aşağı gerçekliğinden kurtulmanın yolunu^ felsefe yapmada,
sanat, ve Tanrı ile mistik birleşme deneyiminde görüyordu.
Yeni-Platoncu metafizik, Batı düşüncesinde dinî içerimlerin –
den dolayı, olağanüstü etkili olmuştur. Buiıa göre, Musevî-
Hristiyan geleneği içinde yer alan filozoflar Platonculuğun bu
versiyonunu kendi dinî görüşlerinin metafiziksel bir yorumu
olarak görmüşlerdir. Teologlar Platon’un İyi îdeasını Kitabı
Mukaddes’in Tanrı’sına dönüştürmek, gerçek dünyanın ilâhî yaratıcılığını
vurgulamak ve insanın Tanrı arayışını duyusal dünyadan
bir kurtuluş olarak görmek suretiyle, kendi dinî görüşlerini
açıkladığına inandıkları Platonik bir metafizik yaratmışlardır.
Plotinos’tan sonra Aziz Augustinus (M. S. 354 – 430) Yeni-
Platonculuğu, Plotinos’un teorisinin Bir olanının, maddî dünyayı
hiçten yaratmış ve onu İdealar dünyasının ilâhî modeline göre
düzenlemiş olan Tanrısal Kudretin Kendisi hâline geldiği bir
Hristiyan felsefesine dönüştürdü. Musevî ve Hrıstiyan filozoflar
Yunan felsefesiyle temasa geçtikleri zaman, onlardan bazıları
dinî inançlarını metafiziksel vukuflar yoluyla ifade etmeye
çalıştılar. Onlar bu amaca en çok önce Platonculuğun, soma
da Yeni-Platonculuğun uygun düştüğünü gördüler, zira Yeni-
Platonculuk onlara dinî görüşlerini felsefî terimlerle ifade etmekte
gibi göründü. Dinî inançlarını Yunan felsefesi ile yetişmiş
bir kitle için anlaşılır ve saygıdeğer hâle getirmek, onları harekete
geçiren saiklerin herhâlde en başmda gelmekteydi.
İsa’nm, kozmopolit Yunan kenti iskenderiye’de yaşamış bir
çağdaşı olan Philo, Plotinos’tan iki yüzyıl önce Platonculuğu,
Tanrı’nın Musa’ya vahyetmiş olduğu aynı mesajm felsefî bir yorumu
diye değerlendirmişti. İlâhî vahyi metafiziksel terimlerle
ortaya koymuş olan Platon, Musa’dan sadece biraz daha az
önemli bir şahsiyet olarak görülmüştü. Klement ve Origenes gibi
İskenderiyeli eski Yunan Hrıstiyan Kilise babaları da, ikinci yüzyılın
sonunda, Hristiyan görüşlerini ifade etmek için Platonculuğu
kullanırken aynı yolu kullandılar.
Yeni-Platonculuk uzunca bir süre boyunca gerçekliğin doğasını
anlamanın temel bir dinî-felsefî yolu olarak kaldı. Onun me –
tafiziği, Hristiyan düşünürler kadar, Müslüman ve Musevî filozoflar
tarafından da, gerçekliğin doğasmı ayrı ayrı kendilerine
göre açıklamak amacıyla benimsendi. Plotinos ve onun izleyicile –
rinin, başkaları yanında, Rönesans Platoncularının ve Alman idealistlerinin
görüşlerini de etkileyen felsefeleri, yüzyıllar boyunca
önemini korudu.
Platon tarafından başlatılan metafiziksel hareket, “Gerçeklik
nedir?” sorusunu, Parmenidesçi “gerçekliğin kalıcı ve değişmez
olan olduğu” iddiasından hareket ederek cevaplama teşebbüsünde
bulundu. Bununla birlikte, gerçek dünya, Platon’un teorisine
göre, tek bir şey olmayıp, birçok bileşenden, dünyadaki şeyler
çokluğunu açıklayan muhtelif Form ya da İdealardan meydana
gelmekteydi. Dahası, Demiurgos kalıcı ve değişmez dünyanın değişen
duyusal dünya ile nasıl temas içinde olduğunu ve birincinin
ikinciye nasıl anlam ve bir gerçeklik derecesi kazandırdığını açıklayarak,
dünyanın dinamik yönlerinin nedenlerini ortaya koyar.
Gerçekliğin doğasıyla ilgili bu teori belirli öte-dünyacı, dinî tavır
ve görüşlerin doğuşuna yol açmıştır. O gerçek dünyanın en
temel ve önemli dünya olduğunu, ve dolayısıyla tüm ilgi ve çabalarımızı
onun üzerinde odaklaştırmamız gerektiğini öne sürer.
Bu görüşe göre, değerli olan araştırmalar, gözle görülen dünyanın
bilimleri gibi, görünüş ve yanılsamalarla ilgili olan tetkik ve
araşürmalar değil de, matematik gibi, (sadece saf Formları konu
alan) gerçeklikle ilgili bilimlerdir. Nihayet, yaşamlarımızı,
gözle görünen dünyanın gerçekdışı ve önemsiz yönlerini temele
alarak değil, fakat gerçek dünya ile olan ilişkilerimizi hesaba katarak
yaşamamız gerektiği öne sürülmüştür.