YAPI
YAPI
Doğrudan gözlemlenebilir bir “hakikat”
anlamında veya fonksiyon ve organizasyonun soyut bir şeması anlamında kullanılışına
göre farklı anlamlar yüklenen yapı kavramı deneysel kullanımıyla, ilk anlamında
gözlemlenebilir olguları niteler. Bu olgular “verilmiş”tir ve
ekonominin mimarî yönünü oluşturur.
Herşeyden önce olgular nicelik taraftarıyla
düşünülmelidirler. Yapı, bu durumda, zaman ve mekânda belli bir yer tutan ekonomik
bir bütün anlamına gelen ilişkilerle nispetlerin bütünü anlamına gelebilir.
Gene niceliksel yönüyle ele alındığında yapı, ekonominin bazı değişmeler
karşısında takındığı tavn anlatır. Ekonometrik terimlerle düşünüldüğünde ise
bu terim, ekonominin bazı değişkenlerle değişimini belirleyen kimi sabit
çarpanların, eğilimlerin, vb.nin tümüne işaret eder.
Öte yandan yapı, gerçeğin niteliksel yönünü de
tanımlayabilir. O zaman da ekonominin kurumsal özelliklerinin tanımı gündeme
gelir (‘çerçeve yapı’ gibi).
Uzun vadeli düşünülürse yapı, statik verilerden
müteşekkil bîr kümeye sokulamaz. Zira bu tutum, çok yavaş bir şekilde
başka-laşan, değişen öğelerin de “yapısal” diye tanımlanmalarına
neden olur. Daha genci olarak, ekonomik fenomenlerin peryodlar halinde
düşünülmesi fikri, ayn ayn ele alınan fenomenlerin kategoriler halinde düşünülmesine
yol açü. Bu çerçevede yapı, konjonktür terimine zıt olacak şekilde tanımlanmıştır.
G. Gourvitch’de sosyal yapı kavramının esas özelliği
unsurların dinamik kombinasyonu olarak alınır. Bu arada yapı dinamiğinin
incelenmesiyle elde edilen bazı kavranılan da unutmamak gerekir (hareket ettirici
yapılar, yapısal limitler gibi).
Yapı, incelenen objenin soyut bir kullanım şekli
olarak algılandığında, yapının mantıkî içeriği yapısalcılıkla edinilen birçok
formla yakından ilişkili hale gelir. Jean Piaget’ye göre, bu arada tüm
yapısalcıların amacı olan “kolay anlaşılırlık” gibi ortak bir ideal
de vardır.
Yapı deneysel gerçeğin ötesinde bir yerdedir.
İncelenen objenin hem varoluşunu, hem de hareketini belirleyen bir transformasyon
sistemidir.
Yapının bütünsel bir Özelliği vardır ve bir takım
unsurlardan meydana gelir. Ancak bu unsurların bağlı olduktan öyle bir
içiçelik yasası vardır ki, bunların tek tek atomistik parçalara ayn I ma lan
imkân haricindedir. Bu elemanlar bütüne, kendilerinde tek tek bulunan
özelliklerden farklı özellikleri kazandırırlar.
Bir yapıya ait dönüşümler onun sınırlan dışına
çıkamazlar, ama meydana gelmesine neden oldukları unsurlar da gene o yapının
unsurlarıdırlar ve onun kurallarını muhafaza ederler. Şu halde, yapı otonomdur
veya başka deyişle ‘kapalı’dır.
L. Althusser’e göre Marks, kullandığı mantık sistemini
belirsiz bırakmıştır, ama gerçekte iktisadî realitelere yapısal yaklaşımı ilk
gerçekleştiren de o olmuştur.
(SBA)
Biribirine yardım etme, bir toplumdaki bireylerin
karşılıklı olarak birbirlerinin ihtiyaçlarını giderecek şekildeki
faaliyetlerine yardımlaşma denir.
İnsanın tek başına yaşayamaması, sosyal bir varlık
olması ve toplumdaki işbölümü, onu diğer insanlarla yardımlaşmaya itmektedir.
Çocuk daha doğduğu andan itibaren uzun bir süre başkalarının yardımına muhtaçtır.
Anne-babasından yahut bir başkasından yardım görmediği sürece yaşayamaz. İşte
insanlar sadece küçük yaşlarda değil, yetişkin bir kişi oldukları zaman da
diğer insanların yardımına ihtiyaç duyarlar. Çünkü yardımlaşma toplum
hayatının bir gereğidir.
Yardımlaşmanın kapsamı aile bireylerinden başlayıp,
akrabalar, komşular ve toplumun diğer bireylerine doğru yaygınlaşır.
İlk topluluklardan itibaren bütün toplumlardaki
özellikle dinî ve ahlâki kurallar, bazı farklılıklarla beraber, kişileri yardımlaşmaya
teşvik eden esaslara sahiptir. Ancak tarihe bakıldığında, birçok toplumlarda
insanların efendiler, köleler vb. şekilde sınıflara ayrıldığı ve
yardımlaşmanın her sınıfın kendi bireyleri arasında olduğu, sınıflar arasında
ise yardımlaşma yerine mücadelenin hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. Batı
toplumlarının tarihi bir anlamda sınıf-lararası mücadele ve savaş içinde geçmiştir.
Diğer taraftan İslâm dünyasına bakıldığında, İslâm
dininin yardımlaşmayla ilgili kuralları nedeniyle, İslâm toplumunda yardımlaşmanın
önemli boyutlara ulaştığı görülmektedir. İslâmiyet, iktisaden zayıf durumda
olanlara, yani fakirlere yardımı farz kılmış (mecbur tutmuş), zengin olanların
zekât vermesini İslâm’ın şartlarından saymıştır, îslâm dünyasında ortaya çıkan
vakıflar muhtaç olanlara yardım için çeşitli alanlarla ilgili olarak kurulan
kurumlardır. Ayrıca İslâm dini, “iyilik ve takvada (yasaklardan
kaçınmada) yardtmlaşılmasını, günah işleme ve düşmanlık yapmada yardımlaş
ılmaması gerektiğini” vurgulamıştır.
Günümüz modern toplumlarında, birey-lerarası
yardımlaşma gittikçe yerini devletin oluşturduğu ve muhtaç olanlara yapılacak
yardımların organize edildiği “sosyal güvenlik” kurumlarına
bırakmaktadır. Sağlık sigortası, işsizlik sigortası, huzur evleri gibi. Modern
toplumun giderek karmaşık-laşan teknolojik örgütlenmesi içerisinde, bireyin
giderek manevi açıdan yoksullaşması sonucunda yardımlaşma duygusu zayıflamış,
insanlar “yalnız kalabalıklar” haline dönüşmüşlerdir. Oysa İslâm,
getirdiği ekonomik, sosyal ve siyasî çerçeveyle bireyleri yalnızlıklarından
kurtaracak ilâhi mesaja sahiptir ve günümüz İnsanının ihtiyacı olan bu
‘müşfik’ yaklaşımla modernleşmenin zayıflatıcı etkisine karşın giderek
güçlenmeye devam etmektedir.
Hüseyin PEKER