Kimdir

Yahya Kemal Beyatlı kimdir? Hayatı

Yahya Kemal Beyatlı kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1884-1958) Türk şair. Getirdiği yeniliklerle, şiir anlayışıyla Türk şiirinde çığır açmış şairlerden biridir. 2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğdu. Asıl adı Mehmed Agâh’tır. Babası Üsküp’te bir süre Belediye Başkanlığı yapmış olan Niş’li İbrahim Naci Bey’dir. Annesi Nakiye Hanım Divan şairlerinden Leskofça’lı Galip’in yeğenidir. Beyatlı’nın çocukluğu Rumeli’de geniş toprakları olan annesinin, babasının çiftliklerin­de geçti. İlköğrenimini tamamladıktan-sonra 1895’te Üsküp İdadisi’ne girdi. Bu okuldaki öğrenimi sırasın­da aynı zamanda İshak Bey Camii Medresesi’ne devam ederek Arapça, Farsça dersleri aldı. Türk- Yunan (Teselya) Savaşı başlayıp, ailesi Selanik’e taşınmak zorunda kalınca, öğrenimini Selanik İdadisi’nde sürdürdü. 1902’de ailesi tarafından İstanbul’a gönderildi, savaş yüzünden aksayan ortaöğrenimini Vefa İdadisi’nde tamamladı. Daha on bir yaşındayken annesini yitiren şairin Balkan şehirlerinde geçen çocukluk yılları, yaşamı boyunca üzerinde silinmez izler bırakmıştır.

1903’te ailesinden izinsiz Paris’e gitti, 1903-1904 ders yılında okuduğu Meaux Koleji’nde Fransızcasını ilerlettikten sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’ nun (L’Ecole Libre des Sciences Politiques) Dış Siyaset Bölümü’ne yazıldı. Bu okulda Albert Sorel, Emile Bourgeois, Albert Vandal gibi, zamanın tanın­mış tarihçileri ders veriyorlardı. Sorel’in derslerini büyük bir ilgiyle izledi. Bu derslerde tarih zevkini, kültürünü edindi, içinde aynı yöntemlerle Türk tarihine eğilmek isteği doğdu. Ancak tarihe olduğu kadar edebiyata da ilgi duyuyordu. Fransa’ya gidişi, kendi açıklamasına göre, “Jön Türk hareketine kapıl­masının bir sonucu olduğu halde, oradaki siyasi çalışmalardan uzak durdu, edebiyatçıların, sanatçıla­rın toplantılarına katıldı. Eski, yeni kuşaktan çeşitli Fransız şairleriyle tanıştı. Edebiyat-ı Cedide şiirinin etkisinden kurtularak yeni bir şiir anlayışına varma­sında, Fransız edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmasının büyük payı vardır.

Dokuz yıl Paris’te kaldıktan sonra 1912’de yurda döndü. O yılların yaşantılarını “Eski Paris” adlı şiirinde dile getirir. 1913’te Darüşşafaka’ya tarih ve edebiyat öğretmeni olarak atandı. Yavuzselim’de açılan Medresetül-vaizin’de (Vaizler Medresesi) bir süre İslam uygarlığı dersi okuttu. Daha sonra Darül- fünun’da uygarlık tarihi, Türk ve Batı edebiyatı dersleri verdi (1915-1923). Buradaki dersleri genç kuşak üzerinde etkili oldu; A. Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Mustafa Nihat Özön öğrencilerinden birkaçıdır. Beyatlı bu genç yazarlarla birlikte daha sonra Dergâh dergisini çıkarttı.

Kurtuluş Savaşı yıllarında öğretmenlik eden sanatçı, savaş bittikten sonra 1922’de Lozan Barış Konferansı’na danışman, 1925’te de Türkiye-Suriye sınırının belirlenmesi için Fransızlarla sürdürülen görüşmelere delege olarak katıldı. 1926’da Varşova, 1929’da Madrid ortaelçiliklerine getirildi, Madrid’de Lizbon ortaelçiliği görevini de yürüttü (1931). 1923’te Urfa, 1934’te Yozgat, daha sonra da Tekirdağ millet­vekili olarak çeşitli dönemlerde parlamentoda bulun­du (1935-1943). 1943’te seçimi kazanamadı, CHP sanat danışmanlığına getirildi. 1946 ara seçimlerinde İstanbul milletvekili seçildiyse de, üç ay sonra yapılan genel seçimleri kazanamadı. 1948’de İnönü Sanat Mükâfatı’nı kazandı, aynı yıl Pakistan’ın Karaşi Büyükelçiliğine atandı. 1949’da emekliye ayrıldı. Ömrünün son yılları İstanbul’da Park Otel’de geçti, 1 Kasım 1958’de öldü. Ölümünden sonra dostları ve hayranlarının girişimiyle “Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti” kuruldu, bir de “Yahya Kemal Enstitüsü ve Müzesi” açıldı.

İlk önemli şiirlerini 1918’de, Yeni Mecmua’da, “Bulunmuş Sayfalar” başlığı altında yayımladı. Şiirle­ri, makaleleri, öyküleri, Yeni Mecmua, Tavus, Şair, Nedim, Büyük Mecmua, Dergâh, inci, Türk Yurdu, Hayat, insan, Akademi, Aile, Foto magazin, Yeni Hayat vb. dergilerde; ileri, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye, Peyam, Payitaht, Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet vb. gazetelerde çıktı. Yapıtları “Yahya Kemal Enstitüsü”nce kitap olarak yayımlanmaktadır.

Yahya Kemal 20. yy’da dikkate değer bir atılım <4 gösteren Türk şiirinin en usta şairlerinden biridir. Çağdaş Türk şiirinde çığır açmış bir şair olduğu yargısı, birçok eleştirmenin üzerinde birleştiği bir noktadır. Şiir dilinin yenilenmesinde, yaşayan Türk­çe’nin şiire girmesinde ilk önemli adımı atan şair odur. Türk şiirinin gerek içerik, gerekse biçim olarak kendi çağına kadarki gelişmesini Batılı bir şair gözüyle ve çağdaş bir beğeniyle değerlendirmiş, bu gelişmenin en olumlu öğelerini yeni bir bileşim içinde bütünleştirmiştir. Yenilikçiliğinin en belirgin yanı, Türk şiirini kendi gelişmesi içinde değiştirmeye çalış­masıdır. Bu yüzden şiiri hiç yadırganmadan benim­senmiş, çok geniş bir okur kitlesine ulaşmıştır. Aynı zamanda başarılı bir nesir yazarıdır. Kendi edebiyat anlayışını Türk tarihi, sanatı, vatan kavramı, milliyet­çilik konularındaki görüşlerini açıklayan makaleler, Osmanlı vakanüvisçilerinden derlediği malzemeyle saray çevrelerini, devlet adamlarını canlandıran öykü­ler, kendi çağının çeşitli sanat ve politika adamlarıyla ilgili portre yazıları yazdı, mütareke yıllarının işgal altındaki İstanbul’unda Kurtuluş Savaşı’m destekle­yen ateşli yazılar kaleme aldı.

Beyatlı’nın tarihe bakışı ayrıca üzerinde durul­ması gereken bir yönüdür. Türk tarihine çağdaşlarınınkinden farklı bir anlayışla bakmıştır. Bu anlayışa dayanan uygarlık, vatan, millet vb. konularındaki görüşlerinin kültür hayatımızda çok önemli bir yeri vardır. Sanatçının dikkati çeken özelliklerinden biri de düşüncesini yazmaktan çok konuşarak açıklamak­tan hoşlanan bir “sözlü gelenek” adamı olmasıdır. Özel toplantılarda, söyleşilerde ortaya koyduğu çeşit­li konulara ilişkin ilginç görüşlerinin, gözlemlerinin çoğunlukla yazıya geçmediği söylenir. Etkileyici bir hatiptir, hazırcevaptır, eski deyişle “nüktedan”dır. Kişiliğini, zevklerini yansıtan ince nükteleri zamanla birer “fıkra” haline gelmiştir.

Beyatlı’nın şiiri Türk şiirinin kendisinden önceki dönemleriyle köklü bir hesaplaşmanın sonucudur. Onun şiire ilgi duyduğu yıllarda Edebiyat-ı Cedide şairlerinin etkisi yaygındı. Tanzimat’tan Yahya Ke­mal’e kadarki sürede eski şiire karşı genel bir tepki vardır. Bu dönemlerin şairleri Batı şiirini örnek alıyorlar, Divan edebiyatından uzaklaşmak istiyorlar­dı. Avrupa şiirindeki biçimleri, temaları kullanmakla, Batılı anlamda şiir yazılabileceğine inanıyorlardı. Ama ortaya koydukları şiir, çoğunlukla, Fransız edebiyatının kalıcı olmayan örneklerine bağlı, üstelik taklitçi bir anlayışın ürünüydü. Asıl önemlisi, yapıtla­rında eski şiirin tavrındaki Türkçe söyleyiş özelliği yok olmuş, yerim Divan şiirininkinden çok daha ağdalı, yapma bir dil almıştı. En büyük yanlışları, Osmanlıca ile Batı şiiri yazmaya kalkışmalarıydı. Ayrıca kimi Servet-i Fünun’cuların şiir dilinde de Fransızca söz diziminin etkisiyle oluşan bir “azınlık Türkçesi” kokusu hissediliyordu.

“Milli Edebiyat” akımının ilkeleri, Beyatlı’nın amacına ilk bakışta daha yakın olmakla birlikte, sanatçı onunla da tam uyuşamamıştır. Bu dönemin başlıca tartışması aruz-hece çatışması çerçevesinde sürdürülüyordu. Hece’yi savunanlar ona “milli ve­zin” gözüyle bakıyorlar, aruzun Türkçe’ye uygun düşmediğini ileri sürüyorlardı. Şiirde iç ahenge büyük önem veren Beyatlı, bu ahengin sağlanması için daha elverişli gördüğü aruzdan vazgeçmek istemiyordu. Nitekim “Ok” şiiri dışında bütün şiirlerinde aruz veznini kullanacaktır. Türkçülüğün etkisi sanatçının şiir dilinde kendini gösterir.

Beyatlı’ya gelinceye kadar şiirde en önemli so­run, vezin ile konuydu. “Mısra”ya değer vermeyen, düzyazı benzeri bir şiir vardı Türk edebiyatında; müzik, ahenk gibi öğeler önemsenmiyordu. Şiir daha çok, dile getirdiği fikirler yüzünden seviliyor, şiirin sanat değeri sorununa hiç girilmiyordu. Oysa Beyatlı’ ya göre şiir, her şeyden önce “şiir” olmalıydı. Fransız Sembolist’lerinin “saf şiir” anlayışından etkilenmişti. Bu etkilenme onda şiiri fazlalıklardan arıtma, düzya­zıdan kurtarma kaygısı doğurdu.

Eski şiire gelince, Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında şiir anlayışı bakımından bir fark yoktu. Her iki şiir de tek tek güzel beyitlerden oluşan, bütünlükten yoksun bir yapı anlayışına daya­nıyor, aynı temaları işlemekten gelen bir tekdüzelik gösteriyordu. Halk şiiri yerel dille beslendiği için bütün bir toplumun benimseyeceği, Beyatlı’nın dü­şündüğü anlamda “milli” bir şiire varılmasında örnek alınamazdı. Oysa Divan edebiyatı Türkçe’nin en gelişmiş ağzı olan İstanbul Türkçesi’ne dayanıyordu. Divan şiirinin dili ağdalı örneklerinde bile içten içe hissedilen bir Türkçe söyleyiş, bazı örneklerinde de, bugün yazılmışçasına arı Türkçe beyitler vardı. Bey- atlı Divan edebiyatının en başarılı şiirlerini, hatta beyitlerini, mısralarını sürekli olarak yararlanabilece­ği bir kaynak gibi gördü. Usta Divan şairlerinin bir tür “saf şiir” örneği verdiklerini düşünüyordu. Türk­çe söyleyişle biçim güzelliğini gerçekleştirdiği ölçüde onu Türk şiirinin klasiği saydı.

Sanatçı Türk şiirinin bütün bu dönemlerini yepyeni bir açıdan değerlendirerek daha öncekilerden çok farklı ürünler verdi. Bu başarısında en önemli etken şiir dilini değiştirme gereği duymasıdır. Türkçe’ ye girmemiş hiçbir Arapça, Farsça kelime kullanma­dı, İstanbul Türkçesi’ni, özellikle onun konuşma dilini benimsedi. Bu dile dayanarak verdiği örnekler, hem Edebiyat-ı Cedide’nin şiir dilini yıktı, hem de Türkçe’nin aruza uygun olmadığı iddiasını çürüttü; bu şiirleri, bugün de kolayca okunabilecek kadar sade bir dille yazılmıştır. Bir dil bilincine varmış şairlerimi­zin ilkidir; Türk şiirinin aradığı sesi keşfetmiş, kendi­sinden sonraki şairlere kapıları açmıştır. Beyatlı’nın şiir dilini, Ahmet Haşim şöyle tanımlar: “Türkçülü­ğün en güzel nazariyesini bu şair getirdi. Onun tasvir ettiği Türkçe’de terkip ne kadar yoksa, o kadar da hece vezni ve (uçgaç), (olgaç) nevinden kelimeler de yoktur”.

Beyatlı Divan şiirindeki söyleyişten yararlanır­ken o şiirin yapı anlayışını da değiştirdi, öğelerini bir bütünlük içinde birleştirdi. “Mısra”ya eski değerini kazandırdı. Titiz bir mısra işçisidir, bir tek şiiri için yıllarca çalıştığı bilinir. Şiirin çerçevesini, konularını da genişletti. Tarih bilgisi, tarihe duyduğu ilgiden doğan esinlenmeleri, şiirine zengin bir malzeme sağlamıştır. Osmanlı tarihinin parlak sayfaları, Lale Devri’nin neşesi, coşkunluğu, İslam-Türk uygarlığı­nın bir sentezi olarak gözünde canlandırdığı İstanbul’ a özgü güzellikler karşısındaki duygulanmaları, şiiri­nin hammaddesini oluşturur. Tarih, millet, vatan sevgisini hep Osmanlı uygarlığına, kültürüne olan bağlılığı içinde dile getirir. İstanbul’u yalnızca doğal güzellikleriyle değil, tarihi, toplumsal, doğal özellik­leriyle bir bütün olarak şiirinde canlandırır. Topluma ve doğaya bakışını bir kültür temeline dayandıran Beyatlı’nın ilk Türk “kültür şairi” olduğu söylenebi­lir. Türk edebiyatında çeşitli şairler “vatan şairi” va da “milli şair” gibi sözlerle anılır, Beyatlı da bunlardan biridir. Ancak ötekilerin “vatan” şairliği ülkenin ciddi sarsıntılar geçirdiği dönemlere özgü bir duyarlılığın ürünüdür. Oysa Beyatlı’da vatan, yalnızca acılı dö­nemlerde işlenen bir düşünce olarak değil, tarihi- coğrafi bir gerçeklik, sanat ve kültür değerlerinin oluştuğu bir mekân, her gün üzerinde yaşanılan bir toprak parçası olarak şiire girer. Vatan sevgisini, tarihi olayları yığınsal bir duyarlılığa sürüklenmeden, kendi bireysel sesini koruyarak dile getirmesi önemli bir başarısıdır.

Daha öncekilerden farklı bir şiir yazabilmesinde, Türk şiirinin geçmişini iyi değerlendirmesi kadar, Batı şiirim yakından izlemesinin de payı vardır. Çeşidi Fransız şairlerinden ayrı ayrı etkilenmiş, onlardan çok şey öğrenmiş, ama hiçbiri sanatçının şiiri üzerinde sürekli, kalıcı bir etki bırakmamıştır. Gençliğinde en çok okuduğu şairin Jean Moreas olduğunu, ölçüyü, bütünlüğü ondan öğrendiğini söy­ler. “Sicilya Kızları” adlı şiiri, Moreas’ın Eski Yunan’a dönük, “neo-klasik” şiirlerinin etkisiyle yazılmıştır. Ancak, eski çağlara ait bir tabloyu andıran bu şiirde Beyatlı’nın kaygısı bir biçim ve ölçü güzelliği sağla­makla ilgilidir. Bu türden birkaç şiirinde Klasik Çağ’a özgü bir hazcılık vardır, ama daha sonra yazdıkların- dada bu hazcılığın başka biçimler altında sürüp gittiği görülür. “Biblos Kadınları” şiirini, gene biçim titizliği göstermiş bir şair olan Jose-Maria de Heredia’dan esinlenerek yazdığını belirtir. Heredia’nın, Hugo’nun epik şiirlerini de çok sevmiştir sanatçı. Şiiri “musiki­den başka türlü bir musiki” diye tanımlaması, ahenge büyük önem vermesi özellikle Verlaine’e, mısra ve kelime titizliği de, “bir mısra kelimelerle kurulur”, diyen Mallarme’ye bağlanabilir. “Mehlika Sultan” gibi, efsanelerden esinlenen şiirlerinde M. Maeterlinck’ in etkisi vardır. Özetlenirse, söz konusu şairlerin “Fransız dilinde yaptıklarını Türkçe’de yapmak” isteyen Beyatlı’nın, Sembolizm’in iç ahenge, Parnasçılar’ın da söyleyişe, sese önem veren şiir anlayışlarını birleştirmeye çalıştığı ileri sürülebilir.

Verdiği ürünlerle şiirde o zaman gerçekten bü­yük bir adım atan sanatçının, Batı’yı taklit etmeden Batılı olabilmiş ilk Türk şairi olduğu kabul edilir. Gerek Divan edebiyatını Türk şiirinin klasiği sayıp onu yeni bir gözle yorumlaması, gerekse geçmişin kültürüne karşı duyduğu hayranlığı şiirinde dile Tarih anlayışı bakımından, “neo-klasik” bir sanatçı sayıla­bilir. Ama duyarlık yönünden, onu bir romantik saymak doğru olur.

Titiz bir sanatçı olmakla birlikte şiirlerinde kafiye kusurları, ses çatışmaları, vezin zoruyla kulla­nılan ya da anlamca yerine oturmayan bazı gereksiz kelimeler, Türkçe’nin sözdizimine uymayan mısralar bulunduğunu söyleyen eleştirmenler de vardır. Bun­ların büyük çoğunluğu şairin, seçtiği kelimeden ya da bir mısrada yaratmayı amaçladığı etkiden kafiye ya da vezin uğruna vazgeçmek istememesinden doğan ak­saklıklardır.

“İstanbul’un orta tabakasının konuştuğu dili” benimsediğini belirttiği halde son dönemde yazdığı şiirlerde bile “şeamet”, “mal-ü menâl”, “ıdlâl”, “gerdûne”, “hafî” vb. gibi, toplumdaki büyük çoğunlu­ğun anlayamayacağı kelimeler yer almıştır. Geniş sayılamayacak bir sözlüğü vardır, yerine göre farklı anlamlarda kullanmış olmasına karşın “rüya”, “gece”, “deniz”, “gül”, “bülbül”, “hayal”, “mehtap”, “hatı­ra” vb. gibi kelimelere çok düşkündür.

Kullandığı dile ve tarza göre, şiirleri iki bölümde toplanabilir: çoğu Eski Şiirin Rüzgârıyle adlı kitapta bir araya getirilen eski dille yazdığı gazeller, mesnevi­ler, musammatlar, rubailer ve Kendi Gök Kubbemiz’ de derlenen sade dille yazılmış şiirleri.

Eski dille yazdığı şiirler ilk bakışta Divan gelene­ğine sıkı sıkıya bağlı bir şairin eseri olduğu izlenimi verir. Nitekim bu şiirler, yayımlandığı yıllarda, gele­neği sürdürmek isteyenlerce çok tutulmuştu. Oysa bunlar eski şiiri kendi dil zevki içinde yenilemeyi amaçlayan bir anlayışın ürünüydü. Dil açısından eskidirler, biçim ve konu olarak da eski şiirin bir uzamışıdırlar; ama kuruluşları, yapısal özellikleri, imgeleriyle yepyeni şiirlerdir. Temel şiir anlayışı bakımından sade dille yazdıklarından ayrı tutulamaz­lar. Sanatçı bu şiirlerinde geçmişe duyduğu özlemi, bireysel dünyasını eski ama taklitçi olmayan bir söyleşiyle şiirleştirir. Rubailerinde Hayyam’a ya da Mevlânâ’ya özgü bir mistisizm yoktur, her biri farklı temayı işleyen anlık yakınmaları dile getirir. Günü­müz okurunun sözlük yardımı olmadan anlayamaya­cağı eski tarzdaki şiirlerinde, Beyatlı çok başarılı örnekler vermiştir.

Az ürün vermiş bir şair olmasına karşın, konuları çeşitlidir. Şiirleri, türü ya da konusuna göre, şöyle sınıflandırılabilir: Mohaç Türküsü, Akıncı, İstanbul’u Alan Yeniçeriye Gazel vb. gibi destansı ya da epik bir özellik taşıyanlar; Mehlika Sultan, Nazar vb. gibi efsane konusunu işleyenler; Rindlerin Akşamı, Rindlerin Ölümü, İthaf, Abdülhak Hâmid’e Gazel vb. gibi mistik bir duyguyu dile getirenler; Biblos Kadınları, Sicilya Kızları, Bergama Heykeltıraşları vb. gibi eski uygarlıklara olan hayranlığını yansıtanlar; Ses, Açık Deniz, Deniz, Itrî, Erenköy’ünde Bahar, Vuslat, Eylül Sonu, Akşam Musikisi, Geçmiş Yaz, İstinye, Gece vb. gibi özlemini duyduğu geçmişe ait sanat eserlerinden, İstanbul’un güzelliklerinden doğan esin­lenmelerini, incelmiş bir sevgi anlayışını, çocukluk ya da gençlik anılarını dile getirdiği, hayat, ölüm, deniz, sonsuzluk gibi temaları işlediği lirik şiirler. Bu lirik şiirler sanatının doruğu sayılmaktadır.

Beyatlı’nın düşünsel etkinliği yalnız edebiyat alanında kalmaz. Bir tarihçi olmamakla birlikte, tarihe ciddi bir ilgi duymuş, o ilgiyle Osmanlı tarihini incelemiş, bir tarih anlayışına varmıştır. Tarihe bakış biçimi, düzyazılarında olduğu kadar şiirlerinde de açıkça dile getirilir. Vatan düşüncesi, kültüre, sanata yaklaşımı hep bu tarih anlayışından kaynaklanır.

Önerdiği tarih anlayışına göre belirli bir zaman dilimi içinde yaşayan toplumların hayatı üzerindeki etkisini yitirmiş uzak geçmiş, ölü bir tarihtir; bir milletin tarihi, onu bir topluluk olmaktan çıkarıp bir “millet” durumuna getiren özelliklerin oluşum süre­ciyle sınırlandırılmıştır. Bu oluşum içinde coğrafya­nın da önemli bir işlevi vardır; bu yüzden, vatan kavramı da, milli özelliklerin üzerinde oluştuğu bir coğrafya düşüncesine dayanır. Dil, ırk gibi kategoriler bile bir tarih-coğrafya kaynaşmasının doğal ürünü sayılır. Bu açıdan bakılınca Türk tarihi Anadolu’nun Türkleşmesi sürecini hazırlayan Malazgirt Savaşı’yla başlar. Beyatlı’nın gözünde 1071 öncesi “tarih öncesi” çağlardır, “tarih” 1071’den başlar, Türk vatanı da Anadolu ile Rumeli topraklarıyla sınırlıdır.

Bu sınırlamadan yola çıkarak milli kültürün çerçevesini çizmeye, bu çerçeve içinde de sanatın yerini belirlemeye çalışır. Şiirde milli zevke en uygun dili aradığı gibi, mimarlıktan musikiye, minyatürden hat­tatlığa kadar, geleneksel sanatların bütün dallarında verilen ürünleri milli duyuş ve düşünüşü yansıtması açısından değerlendirir. Bir yandan Türk halkının benimsediği kökleri, bir yandan da Türk kültürünün İslam uygarlığına katkısını araştırır; Türk sanatının en seçkin örneklerinin musiki, mimarlık ve hattatlık alanında yaratıldığına inanır. Önerdiği tarih anlayışı ona uygun bir milli kültür anlayışıyla iç içe geçmiştir.

Beyatlı Fransa’daki ilk yıllarında Jean Jaures’nin etkisiyle kısa bir süre sosyalizme ilgi duymuş, sonra Turancı olmuş, en sonunda Fransız milliyetçilerinin fikirleriyle kendi tarih anlayışına varmıştır. Milliyet­çiliğe yönelmesinde Balkan Savaşı’yla Rumeli’nin kaybedilmesinin büyük rolü vardır. Tarih görüşü millet gerçeğini “tarih içinde bir oluş” diye tanımlayan Michelet’ye bağlanabilir. Fikirlerini Ernest Renan’ m getirdiği millet tanımının ışığı altında geliştiren Barres, Maurras gibi milliyetçi yazarların Fransız tarihiyle ilgili değerlendirmelerinden de yararlandığı ileri sürülmüştür. En çok öğretmeni Sorel’den etki­lendiği söylenir. Ancak, tek tek kimlerden etkilenmiş olursa olsun, onun milliyetçiliği Fransız Devrimi’nin getirdiği milliyetçilik kavramına dayanır.

Cumhuriyet’ten sonraki otuz yıl içinde Türk milletinin geçmişi ile kültürel kimliğinin araştırılması çerçevesinde sürdürülen tartışmalara bir göz atılırsa, Beyatlı’nın tarihe bakış biçimi, milliyetçiliği daha iyi kavranabilir. 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’yle başlayan bu tartışmalarda çeşitli tezler ortaya atıldı. “Orta Asya’nın yerli halkının Türk olduğu” yolundaki 1930’ların resmi tezi, Türklüğün tarihini de, kültürel kökenlerini de İslamlık öncesi dönemlere kadar geriye götürüyordu. 1940’larda bu görüş yavaş yavaş değişmiş, yerini Batı’cı bir teze bırakmıştır. Bu tezin savunucuları milli bir kültür sentezine varmak yerine, evrensel bir nitelik taşıdığını varsaydıkları “Batı” kültürünün alınmasını istiyorlar­dı. Böylece Türk kültürünü bir geçmişe dayandırma fikrinden de vazgeçilmiş oluyordu. Belli başlı Batı klasiklerinin kısa sürede Türkçe’ye çevrilmesi, okul­larda Yunanca, Latince öğretilmesi önerileri bu tezin bir parçasıydı. 1950’lerde yeni bir görüş ortaya atıldı. Buna göre, Türk kültürünün kaynaklarını Orta Asya’ da aramak da, Batı kültürünü almak da yanlıştı; çünkü Türk kültürü, Anadolu’da yaşamış toplumlar- ca oluşturulan kültürlerin çağlar boyunca süzüle süzüle günümüze ulaşan ortak ürünüydü. Bu üçüncü görüşün sözcüleri tezlerini “Anadolu Uygarlığı” de­yimiyle özetledikleri halde bu deyimle, Anadolu’nun son sahipleri olan Selçuklularla Osmanlıların oluştur­dukları kültürlerden çok, aralarında herhangi bir ayırım gözetmedikleri İlk Çağ kültürlerini kastediyor­lardı.

Pozitivist bir tutumla “milli” olanı “dini” olan­dan ayırmaya çalışan bu üç tezin ortak noktası, önerilen milli kültür içinde Osmanlı-Türk kültürün­den gelen öğelere yer vermeyi büyük ölçüde reddet­miş olmalarıdır. İkinci bir nokta, Batı’cı tez tarihi yok saymaya varan bir tavır önerdiği için bir kenara bırakılırsa, Orta Asya’cılık ile “Anadolu Uygarlığı” tezinin Türk kültürünün kaynaklarını binlerce yılın gerisinde aramalarıdır. İşte Beyatlı’nın “tarih öncesi- tarih” ayrımıyla belirlenen tarih anlayışı ile bu anlayı­şın ışığı altında Türk kültür hayatında varılan sonuç­lar. bu tezlerle karşılaştırılarak değerlendirilebilir. Beyatlı’nın temelini attığı görüş, benimsense de be­nimsenmese de, Türk kültür hayatı içindeki önemini korumaktadır.

Beyatlı’nın bir şair olarak değeri ve önemi genellikle tartışamamakla birlikte, Osmanlı tarihine bağlılığı, benimsediği kültür sık sık eleştirilmiştir. Ama bu eleştirilerin çoğu övgü ya da yergi düzeyin­dedir. Batıcılığı “Osmanlılık”ın karşıtı sayanlar, onu çağından hoşnut olmayan, geçmişe bağlı, hatta bu yüzden Cumhuriyet düşüncesine kimi zaman ters düşmüş bir sanatçı olarak görürlerken, eski kültürü çağdaş bir açıdan değerlendirmeden, olduğu gibi yaşatmak isteyen, gerçekten geçmişe dönük çevreler de kendi tepkici eğilimlerinin bir temsilcisi gibi görmüşlerdir. Oysa onun geçmişle ilgisi tepkici bir özlemden değil, geçmişin birikimlerini bir milli kültü­re dönüştürme amacından kaynaklanıyordu. Bu ba­kımdan gelenekçi, muhafazakâr, İslamcı bir şair gibi görülmesi bir yanılgıydı. Bir tartışmaları sırasında Ziya Gökalp’in “Harabat şairi” suçlamasına, “Ne Harabı, ne Harabatîyim-Kökü mazide olan âtiyim” sözleriyle verdiği cevap, gerek sanatının, gerekse düşünsel kişiliğinin iyi bir özeti sayılabilir.

Şiir:

Düzyazı:

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 16. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler