33Sosyoloji Sözlüğü

YAHUDİLİK

 

YAHUDİLİK

 

Yahudi dini. İlahi menşeli olmakla bera­ber günümüzde
tamamen ilk orjinini kaybe­den ve dîn olma vasfından ziyade etnik ve kültürel
tarihi bir toplumun inançtan bütü­nü.

Yahudilik, Babil sürgününden beri milli bir din haline
getirilmiş ve bu özelliği günü­müzde çok açık bir şekilde pekişmiştir. Ne var
ki, tek Tann’yı vahye dayanan kutsal ki-(abi ve peygamberleri kabul eder
görünme-siyle milli dinlerden aynlırken, özellikle di­ni ırka özgü kılmasıyla
da ilahi dinlerden farklı bir konuma yerleşmiştir. Dolayısıyla Yahudiliğin bir
din mi, ırk mı, veya milletmi olduğu hususunda açık bir görüş ileri sü­rebilmek
zorlaşmaktadır. Nitekim, Yahudi teriminin yanında ibrani ve İsrail terimleri­nin
iç içe geçmiş bir şekilde kullanılır olma­sı bunun bir göstergesidir.

Yahudi terimi, İshak oğlu Yakub’un oni-ki oğlundan
dördüncüsü olan Yuda veya Yahuda’ya izafeten kullanılmıştır. Bir baş­ka
rivayette Filistin’in güney bölgesinde or­taya çıkan Yuda veya Yahuda Krallığı,
Ya­hudi teriminin kaynağı olarak ileri sürül­müştür.

ibranî terimi, İshak oğlu Yakub’un oni-ki oğlundan
dördüncüsü olan Yuda veya Yahuda’ya izafeten kullanılmıştır. Bir baş­ka
rivayette Filistin’in güney bölgesinde or­taya çıkan Yuda veya Yahuda Krallığı,
Ya­hudi teriminin kaynağı olarak ileri sürül­müştür.

İbranî terimi, “îbrî” veya “Hibrî”
keli­melerinden türetilmiş olup, M.Ö. XV-XIV. yüzyıllarda Filistin’e gelen
göçebe bir kabi­lenin ismidir.. “Öte yakanın insanları” de­mek olan
İbrani kelimesi, Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür yakasından gelen göç­menleri
işaret etmektedir. Kenan ülkesi yerlilerinin bir nitelemeyi yaptıkları Yahu­di
kutsal metinlerinde belirtilir.

İsrail terimine gelince; Tevrat (Tekvin XXXII/28;
XXXXV/9-Hoşea XIl/4-5)’ta nakledildiğine göre, Tanriyla ve insanlarla güreşip
yenen anlamında Tanrı tarafından Yakub’a verilen bir unvandır. Fakat Yahudi
ansiklopedisi (The Universal Jewish Ency-clopedia, New York 1948) kelimenin
“Tanrı’yla mücadele eden” anlamı taşıdığı­nı da belirtmektedir.
Taberi Tarihi’nde (1/320) İsrail teriminin Hz. Yakub’a izafe­ten “gece
işinde Allah’a giden” anlamında kullanıldığını söyler. Ayrıca On İki
Yahudi kabilesine de İsrail denildiği rivayeti varsa da, bu bağlamda İsrail
teriminin Hz. Süley­man’dan sonra ikiye bölünen ve kuzeydeki kabilelerin
krallığını belirtmek üzere kulla­nıldığı bilinmektedir. Şu var ki, Babil sür­gününden
sonra Yahuda (Yuda)’ya geri dö­nen tbraniler, genel olarak İsrailliler olarak
anılmışlardır.

Özet olarak söz konusu kavim, Filistin (Kenan
ülkesi)’e yerleşmeden önce İbrani, burada îsrailler, sürgünden sonra da çoğun­lukla
İsrailoğullan, fert olarak da Yahudi şeklinde nitelendirilmişlerdir. Fakat üç
teri­min de aynı şeyi ifade ettiği söylenebilir.

 

Yahudilikte inanç Esasları

 

Yahudi Dini’nde, Müslümanlıkta oldu­ğu gibi, belirli
iman esasları tesbit edilmiş değildir. Daha doğrusu İslâm dünyası ile te­mastan
önce böyle bir zorunluluk hissedil­memişti. Nitekim ilk defa bir teolojik sis­tem
kurma çabası içinde gördüğümüz İs­kenderiyeli Yahudi Philo (M.Ö. 20 ile M.S. 50
veya 60 yıllan arasında yaşadığı bilin­mektedir) bazı temel esaslar ileri
sürmekte­dir. Bunlar:

1- Allah vardır ve hükmeder,

2- Allah Bir-dir,

3- Bu alem sonradan Allah tarafından yaratılmıştır,

4- Yaratma (tekvin) birdir,

5- Yaratmayı ilahi takdir idare eder. Fakat bu
esaslar, daha doğrusu Philo’nun

teolojik görüşleri, pek çok taraftar bulma­mıştır.
Esasen Filistin ve Babil’deki Yahudi cemaatinden ayrı, bir koloni halinde Mı­sır’da,
bilhassa İskenderiye’de yaşamakta olan Yahudiler, dinlerinin adı geçen Ülke­lerdeki
gelişmelerden hemen haberdar olamam ıslar, beraber yaşadıkları Yunanlı­larla
daha çok kaynaşmışlar ve karşılıklı te­sirlerde bulunmuşlardır. Nitekim İskende­riye’deki
Yahudi cemaatinden yetişmiş olan Philo’nun, doğrudan doğruya
“Ta-nah”& dayanarak kurmuş olduğu teoloji sistemi bir yana, ileri
sürdüğü “Allah’ın Bir­liği” doktrini, dahi, “Yahudi tevhid’i
değil, bu ancak felsefi tevhiddir” hükmü ile karşı­laşmış, kendisi Yahudi
filozoflar arasında dahi sayılmak istenmemiştir.

Philo’nun ortaya attığı “Tek Allah” görü­şü
“Tanah”ın telakkisine de uygun olmakla beraber, ondan neş’et
etmemektedir diyen bir yazar şöyle devam etmektedir: “Onun tamamen felsefi
olan monoteizminde bütün varlıkların ‘İlk Sebeb’i olarak, ebedî, değiş­mez,
ihtirassız, dünya fenomeninin çok üs­tünde bir Allah akidesi anlatılır.
Doktrinin başlıca özellikleri, İlk Sebeb’in mutlak Bir­liği1, ‘Mutlak
Gerçekliği’- ‘Ebediyeti’ ve ‘Değişmezliği’dir. Bütün bu özellikler O’nu zorunlu
olarak insan için bilinebilir şeyler planının üstüne çıkarmaktadır. Bu İlk
Se-beb, doğrudan doğruya dünyanın yaratıcısı olarak değil, kainatın ve bütün
içindekileri meydana getirmek üzere, İlk Sebeb’in ta­savvur edilmiş olan
kudretinin in’ikâs ettiği vasıtalar yolu ile ebedî tecellinin ebedî kay­nağı
olarak düşünülür. Bu tecellî durmaksı­zın vukua gelmektedir ve tıpkı kaynağı
gibi o da ebedidir, Philo bu tecellî’ye Logos1 adı­nı verir,”

Philo’nun devrinden itibaren, Ortaçağ­larda ve hatta
zamanımızda, bazıları “On Emir”i gerçek imanın prensipleri olarak
görmek ve göstermeye meyletmişlerdir. Buna bağlı olarak tespit edilen 613
emirle bîr bütün kurulmak istenmiştir. XIX. yüzyı­lın sonlarında Birleşik
Amerikalı Yahudi

din adamları tarafından On Emrin, Yahudi­liğin temeli
olduğu hususu savunulmuş­tur.

Miladî sekizinci yüzyılda, müslüman dünyası ile yakın
temas, bu temas sonucu zuhur eden Karaim adlı Yahudi mezhebi ile mücadele
zorunluluğu, diğer taraftan müs­lüman kelamcılannca yahudiliğe yönelti­len
hücumları önleme endişesi, iman esas­larının yeni bir görüşle ele alınmasına
yol açmıştır. Bu konuda ilk çalışmayı yapan “Saadia Gaon” (Arapça
ismiyle Sald b. Yu­suf el-Feyyumî) (892-942)’dir. Tamamen İslâm’ın ve bilhassa
Mutezile mezhebinin tesirinde kaldığı “Emunot ve Deot” (=Ema-nal ve
îtikadlar) adlı eserinde, Yahudi Di-ni’nin esaslarım ortaya alarken işe
Allah’tan başlar:

“Dinin en önemli gerçeği Allah’ın varlı­ğıdır.
Tanah’tan bildiğimiz bu hususu şimdi akıl ile de isbat etmeliyiz. Delil, hiç
birimiz Allah’ı görmediğimiz ve varlığı hakkında doğrudan doğruya kesin bilgi
sahibi olma­dığınız için, hiç şüphesiz dolaylı olacaktır. Kullanacağımız metod,
kesin olarak bildi­ğimiz şeylerden mantık kuralları ile adım adım ilerleme yolu
ile araştırmamızın hede­fine ulaşma, yani istidlal metodudur. Dün­ya bugünkü
haline elbette daha ilkel bir maddeden gelmiş veya getirilmiş olacaktır, acaba
bu ilkel madde nasıl olup da bu hale inkılâp etmiştir. Eğer sonsuzdan beri
varsa Allah’ı isbat imkânı yoktur, fakat hiçbir şey kendi kendini yaratmayacağına
göre, bu maddeyi yoktan var eden ‘birisinin’ olması gereklidir. İşte bu
Allah’ın varlığının delili­dir. Keza dünyanın bir hacim kaplaması ve sonlu
olması, çevresindeki gezegenlerin de aynı mahiyette bulunması, bunların sonsuz
bir kudret sahibi tarafından yaratılmış olmasını gerektirir. Bitki ve
hayvanların do­ğup, büyüyüp ve ölmeleri de Allah’ın varlı­ğının
delillerindendir.”

“Allah bütün bu şeyleri niçin yaratmış­tır? Onu
buna sevkeden hiçbir sebep yok­tur, fakat bütün bunlar da boşuna da yapıl­mamıştır.
Allah hikmetini göstermek iste­miş ve O’nun uluhiyeti yaratıklarını kendi­sine
ibadet etmeye muktedir kılmak üzere harekele geçerek bu eserleri meydana koy­muştur.
Allah bir cisim ve bedene de sahip değildir. Eğer böyle olsa idi sonlu olur ve
O’nu her cephesi ile idrak edebilirdik. Al­lah bir cisim olmadığına göre
hareket veya istirahat veya öfkelenme ya da memnun ol­ma ona yaraşmaz, zira
bunlarm hepsi araz­dırlar ve bedenî arazlar da bedeni ihata eder.”
Allah’ın cisimsiz oluşu O’nun ‘Bir’ oluşunun delilidir. Zira cismî sıfatlar
veya sayılar cisimsizliğe ıtlak edilemiyeceği ci­hetle Allah da birden fazla
olamaz. İkili Al­lah nizamını reddedecek çok kuvvetli delil­leri ileri
sürülebilir.”

Önemli sıfatları “Hayat”, “Kudret”
ve “ilim” sıfatlandır. Bu üç sıfat birbirine bağ­lıdır. Tam kudret
sahibi olmayan bir yaratı­cı tasavvur etmek imkansızdır, kudret ha-yal’ı
gerektirir ve bir yaratıcı ne yarattığını ve yaratacağını yaratmadan öne
bilmeksi­zin “Tam ve Mükemmel” olamaz.

Yahudi Öğretileri belli başlı üç unsur ih­tiva eder.
Birincisi emirler ve yasaklar, ikincisi bu emirlere itaat veya isyana bağlı
olarak mükafat veya ceza ve üçüncüsü ken­dilerinde ilahî emirlerin sonuçlarını
gör­mek mümkün olan tarihî şahsiyetlerin ha­yat hikâyeleridir. Yazılı Tora* Şifahîsine
inanılmadığı müddetçe maksadını gerçek-leştirmez, bu temeldir, zira bu
olmaksızın ne fert ne de toplum var olabilir. Hiç kimse. yalnız kendi hislerine
uyarak, yaşayamaz, başkalarından alacağı bilgilere bağlı kal­mak zorundadır.
Dinî kanunlarından her­hangi birini ilga veya neshetmek kabil de­ğildir, zira
an’ane bu görüşü mutlak olarak benimsemektedir. Esasen bizzat Tevrat kendi
kıymetinin devamlı olduğunu ifade etmektedir.

“Aklî” melekeye sahip bulunması ve ale­min
kendisi için yaratılmış olması hasebiy­le diğer yaratıklardan Üstün olmasından
ötürü yalnız insana emir ve nehiylerde bu­lunulmuştur, însanm bedeni küçük
fakat zihni geniş ve büyüktür. Hayatı kısadır, fa­kat bu ona, ölümden sonraki
ebedî hayata yardım etmesi için verilmiştir. Eğer Allah insana bazı emirler
vermiş ve bunların uy­gulanmasına göre sonunda ona mükafat ve­ya ceza
vadetmişse, hiç şüphesiz ona bu ha­reketleri yapma veya yapmama
“gücünü” de vermiştir. Bunu Tevrat ifade etmektedir: “önüne
hayatı ve ölümü koydum… bu se­beple kendine hayatı seç” veya ‘..bu sizin
elinizle oldu..’ Talmud’üa da aynı şey ifade edilmektedir. ‘Allah ‘Kadir-i
Mutlak’dır ve şüphesiz ferde verdiği iradeyi onun nasıl kullanacağını da bilir,
çünkü Allah’ın “İlm”i insanın hareketinin sonucu değildir. O her şeyi
‘ezel’den bilmektedir, bu itibarla insanın da iradesini nasıl ve nerede
kullanıp neyi seçeceğini bilir, insan hiçbir zaman Allah’ın bilgisine aykırı
hareket edemez, ama bu hiçbir zaman onun hareketlerini Al­lah tayin ediyor
demek olmaz. Bu görüş noktasından hareketle Tevrat’ın “Ben Fira-vun’un
yüreğini katılaştıracağım… Fakat Firavun sizi dinlemiyecek” ifadeleri
kolay­lıkla açıklanabilir.” (Saadia Gaon, Emunot ve Deot)

İrade meselesinin gerek ortaya konuluşunda ve gerekse
açıklanmasında tslamî te­sir gayet bariz olarak görülmektedir. Yu Sa-adia
Gaon’an Irak’ta, yani îslamî tefrikanın en kesif bulunduğu bir bölgede ve
devirde yaşamış bulunmasının bundaki rolü büyük olsa gerektir. Yazarımızın
itikadî esaslar­dan saydığı, teknik deyimi ile “kader mese­lesi” daha
Önce ele alınmamıştır. Esasen ge­rek Saadia ve gerekse daha sonra gelen din ve
ilim adam lan n m ortaya koydukları “iman esaslann”a, önce geçen
devirdeki ya-hudilerce, ileride göreceğimiz bazı mez-heplerce itibar
edilmemektedir. Fakat önemli olan, böyle iken, o mezhep mensup­larının
“Dinden çıkmış” sayılmamalarıdır.

“İnsanın hareketleri, ruhu saf veya lekeli kılmak
hususunda bir tesirde bulunur. Ruh, zihnî bir cevher olması hasebiyle insan bu
tesiri göremez, fakat Allah bunu bilir. Allah bizim hareketlerimizi de tescil
ile muhafaza eder ve gelecek olan dünyada (Olam Ha-Ba) bunlara göre mükafat
veya ceza verir. Bu zaman O’nun hikmetinin sayısını tayin ettiği bütün ruhlar
gelip geçmedikçe dolma­yacaktır. Aynı zamanda, bilahare verilecek olan mükafat
ve cezaların bir kısmı -pey olarak- bu dünyada verilecektir.”

“Bundan başka bir dünyanın, insanın mükafat veya
ceza görebilmesi için var ol­ması akıl, nakil ve an’ane ile sabittir. Allah’ı
tanımak ve O’nun emrettiği yoldan yürü­mek bize bu dünyada ne kazandıracaktır?
Zenginlik ve şerefin en üstününe ulaşmış olan bir kimse bile, bu dünyada,
hayatından memnun ve mutmain değildir. Bu dünya, iyilikle kötülüğün karışık
olduğu ve hatta ikincisinin daha çok olduğu bir yerdir. Ru­hun bu dünyada
çektiği ıstırapların dinece­ği ve sükun ve saadete ulaşacağı, mükafata
kavuşacağı bir diğer dünyanın varlığı zo-

runludur. Ahd-i Atik’i kabul eden bir kimse de diğer
dünyanın var olduğuna inanır, öy­le olmasaydı Yitshak (îshak) niçin kurban
edilmeyi göze alacak, Hananiye, Mihael ve Azariya, Nebukadnesser’in altın
heykeli önünde secde etmektense ızdıraplara göğüs germeyi niçin tercih
edeceklerdi. Danyal, niçin kralın emrine karşı gelip arslan kafesi­ne atılma
pahasına Allah’a ibadete devam edecekti? Eğer bu dünyada çektikleri ıztıra-bın,
diğerinde mükafatına nail olacaklarını bilmeselerdi böyle davranmazlardı.”

“Talmud”Ğa şöyle denilmektedir: “Ge­lecek
dünyada ne yeme, ne içme, ne eğlen­me, ne alım ve satım vardır, yalnız muttaki
kişiler, başlarında tac olduğu halde ve Al­lah’ın nurunun ihtişamı ile zevk
içinde ya­şarlar.”

“Fakat yeniden dirilme zamanı gelme­den önce
İsrail’e has bir olay vaki olacaktır Peygamberlerin verdikleri sözlere uygun
olarak biz inanırız ki, Israiloğulları sürgün­den bir Mesih sayesinde
kurtulacaklardır. Bu inancı akıl da kabul eder, zira, Allah âdildir, madem ki
bizi günahlarımızdan Ölürü memleketten ve bağımsızlıktan mah­rum eden O’dur, bu
cezanın da bir sonu ol­mak gerektir. David’in oğlu Mesih gelecek­tir,
Yeruşalim’i düşmandan temizleyecek ve kavmi ile oraya yerleşecektir.
Israiloğul-lan bulundukları yabancı memleketlerde Filistin’e toplanıp
geldikleri zaman, yeni­den dirilme zamanı da gelmiş olacaktır. Sü­leyman’ın
inşa ettiği Mabed yeniden bina edilecek, Allah’ın nuru yine onun üzerine
yerleşecek, genç-ihtiyar, efendi-köle bütün İsraillilere nübüvvet nuru ihsan
edilecektir. Bu mukaddes devir zamanın sonuna yani bu dünya yerini diğerine
terk edene kadar devam edecektir.”

“Ruhun müstakbel yeri olarak biz “Gan Eden’
(^Cennet) ve ‘Ge-Hinom’ (=Cehen-nem) u kabul ederiz. Birincisi saadeti ifade
eder ki, dünyada bahçeden daha güzel bir yer yoktur” anlamı da bundan
alınmıştır. Ge-Hinom ise Kitab’da Mabed’in bulundu­ğu yerden pek uzakta
bulunmayan pislik içinde bir yere bağlanmıştır. (Bu yer halen Kudüs’de bulunmakta
ve cehennem diye adlandırılmaktadır).

Öteki dünyada mükafat da ceza da son­suz olacaktır,
nitekim Allah insanların ha­reketlerine göre ebedî ceza va’dinde bulun­maktadır.”
(aynı eser)

Saadia Gaon’un ortaya attığı esaslar se­kiz madde
içinde formüle edilmektedir:

1- Alem sonradan yaratılmadır (hadis­tir).

2- Allah tek olup cismi yoktur.

3- Vahye iman, yahudi an’anesini de içi­ne almak üzere
şarttır.

4- İnsan mutteki olmaya, ruhen ve bede­nen bütün
günahları işlemekten sakınmaya davet olunmuştur.

5- Mükafat ve ceza haktır.

6- Ruh saf ve temiz yaratılmıştır, ölüm anında cesedi
terkeder.

7- Yeniden dirilmek haktır.

8- Mesih’e intizar,- hesap ve nihaî hüküm haktır.

İslâm kelamcılarının ve bilhassa Mutezi­le başta olmak
üzere akılcı İslâm felsefeci­lerinin -tabir caizse- mutlak tesiri altında
yetişen birçok Yahudi düşünürü, Saadia Gaon’dan sonra bu esaslar üzerinde çalış­maya,
bazan tadile bazan tafsile giderek de­vam ettiler. Bir kısmı Karaî mezhebine
mensup olan bu düşünürler, tarih sırası ile şunlardır: Yosef el-Basîr ve
talebesi Yeşua ben Yuda (XI ve XH. yüzyıl), Salomon ben

Gabirol (Ölm, 1058 veya 1070), Bahya ben Pakuda (XII. yüzyıl),
Yuda Halevî (XII. yüzyıl), Moşe ve Abraham ben Ezra (Ölm. 1138 ve 1167),
Abraham Ben Daud (Ölm. 1180 civarı).

Bütün yahudilerce olmasa bile bütün ço­ğunluk
tarafından kabul edilerek, günlük dua kitaplarına dahi alınan İman esaslarım
tesbit eden Moşe ben Maimun (İbn Mey-mun) dur (1135-1204). Maimun’un yahudi
teoloji ve düşüncesine tesiri pek büyük ol­muştur, öyle ki, kendisinden
öncekileri unutturmuş ve hepsinin yerini almıştır. Kendisinden sonra gelenlerin
onu şerh ve tefsire gidişleri de bunu gösterir.

Ben Maimun onüç esasını “Sanhedrin” kitabına
yazdığı mukaddime ile ortaya at­mıştır. Bunlar dua kitaplarına giren şekliyle
şu esaslardır:

1- Ben iman ederim ki, Yaratan -ismi yü­ce olsun-
bütün yaratılmış şeylerin hem ya­ratanı hem hakimidir ve O tek başına bütün
tabiat olaylarını yaratmıştır, yaratmaktadır ve yaratmaya devam edecektir.

2- îman ederim ki Yaratan -adı yüce ol­sun- Birdir,
hiçbir birlik de O’nun birliği gi­bi değildir. Yalnız O bizim Tanrımız ol­muştu,
halen Tanrımız’dır ve ebediyen de Tanrımız kalacaktır.

3- İman ederim ki Yaratan -adı yüce ol­sun- bir
“beden’ değildir, bundan ötürü son­lu ve fasid hiçbir şey O’na isnâd
edilemez, O’na benzeyen hiçbir varlık yoktur.

4- İman ederim ki Yaratan -adı yüce ol­sun- İlktir ve
ayni şekilde Son da olacak­tır.

5-  İman ederim
ki yalnız Yaratan -adı yüce olsun- ibadete layıktır, O’ndan başka ibadet
edilecek yoktur.

6- İman ederim ki Peygamberlerin bütün sözleri haktır.

7- İman ederim ki efendimiz Moşe’nin -ona selâm olsun-
nübüvveti hak idi ve ken­disinden önce ve sonra gelen bütün pey­gamberlerin
başıdır.

8- İman ederim ki, halen elimizde bulu­nan Tora
(=Tevrat) ile Moşe’ye, efendimi­ze -ona selâm olsun- verilmiş olan birbiri­nin
tamamen aynıdır.

9- İman ederim ki bu Tora değiştirilme­yecek ve bundan
başka Allah tarafından ve­rilmiş kitab olmayacaktır.

10- İman ederim ki Yaratan -adı yüce ol­sun- insanın
bütün hareketlerini ve onun bütün düşündüklerini bilir. Nitekim şöyle varid
olmuştur: “Her birinin yüreğini yara­tan, bütün işlerini anlayan
O’dur.”

11- İman ederim ki Yaratan -adı yüce ol­sun-
emirlerine uygun hareket edenleri mü­kafatlandıracak ve karşı gelenleri de ceza­landıracaktır.

12-  İman ederim
ki, Mesih gelecektir, her ne kadar gecikebilirse de, ben onun geli­şine her gün
intizar ederim.

13- İman tderim ki, Yaratan’ın -adı yüce olsun-
iradesi ile Ölülerin diriltilip kaldırıla­caktan bir gün gelecektir.

Bu esaslardan herhangi birini kabul et­meyen, îbn
Meymun’a göre kafir olur ve Yahudi cemaatinden çıkmış sayılır.

XII. yüzyıl sonlarında ortaya atılan bu esaslardan
sonra, bu sahadaki çalışmalar sona ermiştir. Zaman geçip, muhit değiştik­çe,
yeni yetişen düşünürler tarafından yeni yeni formüller ortaya aülagelmiş,
esasların sayıları dahi değiştirilegelmiştir. Mesela meşhur ilahiyatçı Yosef
Albo (1340-1444) “Sefer ha İkarîm” (Esaslar Kilabı)’ında doğrudan
doğruya İbn Meymun’u tenkide girişerek esasları alüya indirmektedir. Hat-

ta altı madde üç’e dahi irca edilebilmekte­dir.

Tesbit edebildiğimiz son esaslar 1896 yı­lında
Birleşik Amerika1 daki Yahudi din adamlarının Milwauke şehrinde akdettikle­ri
Kongre’de fikir birliğine vardıklarıdır. Bunlar:

1-Allah birdir,

2- İnsan O’nun timsalidir,

3-  a) Ruh
ölümsüzdür, b) Muhakeme vardır.

4-  
îsrailoğullarmın müstakbele olan inanç faaliyeti (Mesih’i bekleme).

Yahudi dininde, daha doğrusu birinci de­recede
kudsiyeti haiz olan Tevrat ve onun tamamlayıcısı olan ikinci iderecedeki
Ne-viîm ve Ketuvîm metinlerinin hiçbir yerin­de -meselâ Kur’ânı Kerim’de olduğu
gibi-nelerin iman esasları olduğu hususu kesin ve açık olarak belirtilmemiştir.
Bu itibarla, Philo’nun yukarıda saydığımız ve doğrudan doğruya Yahudilikle
alakalı olmadığını gördüğümüz formülünü de saymayacak olursak, Ortaçağlara
kadar bu din esasları hulasa edilerek bir bütün olarak ortaya kon­mamıştır
denilebilir.

 

Kutsal Kitapları ve Kaynaklan

 

Yahudi öğretilerinin tamamına “Tora” adı
verilir, Tora kelimesi, arapça “Tevrat”ın karşılığı olmakla beraber,
anlamı çok daha geniş tutulmuştur, daha doğrusu, hem Moşe (-Mûsa)’ye verilen
kitabın hem de öğretile­rin bütününün adı olmuştur. Tora, “Yazılı” ve
“Şifahî” olmak üzere ikiye ayrılır. Birin­cisi Sina Dağı’nda Allah
tarafından Mo­şe’ye verilen beş kitabı ve bunun eklerini, ikincisi de Moşe’ye
atfedilen ve ondan inti­kal ettiği kabul edilen sözleri ve Tora üze-rin<leki
açıklamaları içine alır ki, birincisi­nin tamamlayıcısı durumundadır. Şifahî
Tora olmaksızın yazılı metin açıklanamadı-ğı gibi, birbirini tutmaz ve zıt
görünen bir­çok husus da izah edilemez.

Şifahî kısmen önemi üzerine çok söz söylenmiştir.
Talmııd bu önemi şöyle açık­lar. “Rabbi Yohannan’a göre Allahu Teâlâ,
İsrail ile olan ahdini Şifahî Tora’da ifade et-miştir.’-Nitekim: “…ve
Rab Musa’ya dedi. bu sözleri yaz, çünkü seninle ve İsrail’le bu sözlere göre
ahdettim” den anlıyoruz ki, Şi­fahî olarak verilenlerin kıymeti büyüktür.

“Yazılı Tora” deyimi önceleri yalnız Musa’ya
vahyedilen ilk beş kitab için kulla­nılırken, bu anlam genişlemiş ve bütün
“Ahd-i Atîk”i içine almıştır, ibranice’de “Tanah” denilen
ve “Tora”, “Neviîm (=Nebîler) ve “Ketuvîm” (=Yazılar)
keli­melerinin ilk harflerinden meydana gelen Ahd-i Atîlc’in tamamlanması
-takiben M. Ö. 1200-100 arası- bin yıldan fazla sürmüş­tür.

Yahudi inancına göre, Musa Tevrat’ı or­taya koymuş,
sonra gelen nebiler de kendi­lerine vahyolunanlan tebliğ etmişler, nasi­hat ve
vaazlarda bulunmuşlar ve bunlar ya­zılmıştır. Bu nebilerin ödevi, yoldan çıkmış
olan İsrailoğullannı yeniden yola sokmak, tahrife uğrayan Musa şeriaüni
yenilemek­tir. Fakat bu görüş tenkidlere uğramakta, “Hiçbir peygamberin
eski dini yeniden kur­duğunu ifade ettiği görülmemiştir” den­mektedir.

Diğer taraftan, Avrupalı bazı araştırıcılar da,
doğrudan doğruya temele hücum et­mektedirler: “Musa’nın bir kanun yapıcısı
(vazu) olduğundan şüphe edilemez, fakat Tevrat’ın bugünkü metninden bir tek
unsu­ru dahi ona irca etmek imkansızdır” demektedirler.

 

Tanah, Mişna ve Talmud

 

Bugün elde bulunan ve bütün Yahudi öğ­retilerini teşkil
eden Tanah (Tevrat ve Ahd-i Atık), Mişna, Yeruşalim Talmudu ve Babil Talmudu
serisini anlayabilmek için maziye dönerek bunların tarihte veya daha doğru bir
deyimle, an’ane ve rivayetle karı­şık zamanlarda meydana gelişlerini görmek
lazımdır.

Tevrat’ın Musa’ya Sına Dağı’nda vahyi ile başlayan
Yahudilik’ten önce Israiloğul-lannın durumu hakkında yazılanlar da söy­lenenler
de an’anelcre dayanır, buna rağ­men bu hususta teoriler ve hatta ekoller ku­rulacak
kadar derin çalışma ve tanışmalar yapılmıştır ve hâlâ da yapılmaktadır.

Musa’nın hangi yıllar arasında yaşadığı hususunda da
kesin bilgiye sahip bulunma­maktayız. Yazarlar tarafından ileri sürülen
tarihlerden bazıları kesin gibi görünürse de gerçekte bu vasıflan uzaktırlar.

Musa beş kitaptan müteşekkil Tora (=Tevrat) yi ortaya
koymuş, Mısır’dan Fira-vun’un esaretinden kurtardığı Israiloğulla-nnı bir
“millet” haline getirmiş, fakat kendi­si “Mev’ud Arza”
giremeden Ölmüştür. Ye­rine geçen Yoşua zamanında “Ken”an
Memleketi” ele geçirilmiş ve Şilo’dan, Ge­rizim dağında, dinî merasim ve
takdimlerin yerine getirilmesi için bir Mezbah inşa edil­miştir. Burası M. Ö.
takriben 1100 yılında Piliştî’ler tarafından işgal edilmiş Musa’dan kalma
emanetler (ki mahiyeti hâlâ bilinme­mektedir) götürülmüş ve Mezbah da yakıl­mıştır.
Bu tahribe sebeb, Israiloğullannın dinden uzaklaşmaları, emirleri tutmamaları
ve başka ilahlara kulluk etmelerinden dola­yı ilahi cezayı haketmiş
olmalarıdır.

Bundan sonra Şmuel (Samuel) nebi olarak halkı tekrar
eski itikadına döndürme fa­aliyetine girmiş ve bunda başarı da kazan­mıştır.
Memleketin hep düşmanlarla çevril­miş olması ve her an bir tecavüze uğrama
korkusu içinde bulunması yüzünden halk, komşu memleketlerdeki gibi kendilerinin
de başına bîr kral geçmesini istiyorud. Sa-muel, krallığın fenalıklarını
anlatmakla be­raber urzuya uyarak M. ö. 1067 yılında Sa-ul’u ilk kral nasbetti.

Saul kral olarak pek tutulmadı, onun devrinde Davud
parlamaya başladı, savaş­larda kahramanlıklar gösterdi ve sonunda Saul’un ölümü
üzerine kral oldu. 8u salta­nat 1015 yılına kadar sürdü. Davud Yeruşa-lün’i
merkez yaptı, fakat malzemesini ha­zırladığı Mabed’i inşaya imkân bulamadı.
Krallık en muhteşem devrine Şlomo (Sü­leyman) ile ulaştı, M. ö. 1007 yılında
Ma-bed inşa edildi. 977 yılında Süleyman’ın ölümü ile memleket ikiye ayrıldı,
güneyde Yehuda ve kuzeyde İsrail Krallıkları kurul­du. 719 yılında İsrail’in
Asur ve 586 yılında da Yehuda’nuı Babil Krallıkları tarafından işgali ve
Mabed’in tahribi ile bağımsızlıkla­rı son buldu.

Yular süren Babil esaretinden İran İmpa­ratorluğunun
lütfü ile kurtulup tekrar Filis­tin’e döndüler. Musa’dan Birinci Mabed’in
tahribine kadarki devir, İsraillilerin milli edebiyatının “Altın
Çağı”, M. Ö. 586-538 arasındaki Babil Devri “Gümüş Çağı” sayı­lır.
Bundan sonra M. Ö. 332 yılında Büyük İskender’in istilasına kadar “İran
Devri” de­vam eder. îran İmparatorluğunun şahsî yar­dımı ile M. Ö. 516
yılında Mabed’i yeniden inşa ederler ve bu yıllarda, kendileri daha sürgünde
iken Yahudiliğin din olarak be­nimsemiş bir cemaat, Şomronim ile ilk çatışma
olur.

Tora (=Tevrat)’nın kanunlarına tam ria­yeti sağlamak
üzere belli başlı ailelerin temsilcilerinden ve başında Büyük Ko-hen’in
bulunduğu “Yetmişler Meclisi”ni kurdular, bu meclis İsrail’in
dağılışına ka­dar devam etti. Bunlar “Kitap” in eski karak­terli
harflerini değiştirip zaman lanna uy­durdular. Gençleri yetiştirmek için dinî
okullar açtılar. Bu okuldaki Öğretmenlere Soferim (=Yazıcılar) denilirdi.
Soferîm’in iki vazifesi vardı: Tevrat’ı açıklamak ve bu­nun toplum yahut kişi
tarafından uygulan­masını sağlamak. Bunların bazı kaidelere bağlı olarak
yaptıkları sistemli tefsirlere “Midraş” adı verilir. Bunlar, yani
Soferîm, Tevrat’ın beş kitabından başka peygamber­lerin sözlerini de Kitab’a ek
olarak yazdılar ki isimlerini bu çalışmalaranında almışlar­dır. Önce ilk
Peygamberler (Yeşu, Hakim­ler, Samuel ve Krallar) sonra üç kitap (Işa-ya,
Yeremya, Ezekyel) ve sonra da oniki kü­çük peygamber gelir (Hoşea, Amos, Yoel,
Obadya, Yona, Mika, Nahum, Habakkuk, Zefaniye, Haggay, Zekeriyya ve Malaki). Bu
arada, bazı müelliflere göre İsrailli ol­mayan, yabancı asıllı bazı kitaplar da
Isra-ilîleştirilerek kitaba eklendi.

Meydana gelen kolleksiyona “Kutsal Yazıt”
denmekle beraber Tevrat’tan sonra gelenlerin kutsallığı ikinci derecededir.

Bir taraftan Tanah bu şekilde meydana getirilirken, bu
Kitab’ın hükümleri üzerinde de çalışmalar oluyor, tartışmalar dolayısıy­la
hukuk ekolleri dahi meydana geliyordu. Üzerinde tartışılan ve aslında Tora’nın
tefs­iri mahiyetinde olan bu hususlar yazılma­makla beraber nesilden nesile
intikal edip geliyordu. Çok sonra (Milâdî ikinci yüzyıl­da) Yehuda ha-Nasî
tarafından toplanıp “Mişna” adı altında kitap haline getirilmiş-tir,
dili îbranice’dir, altı büyük kısma ayrıl­mıştır ki, hcrbirinc
“Seder” tamamına “Şişa Sedarîm” (=Altı bölüm) adı
verilmiştir.

Yehuda ha-Nasi mevcutların hepsini toplayamamıştı.
Üzerinde tanışılan birçok husus dışarıda kalmıştı. Yine de toplananla­rın içide
-523 babdır- ihtilaflı olmayanların sayısı sadece altı tanedir. Sonradan,
dışarı­da kalanlar “Baraita” adı altında anılırlar, Mişna’dan
ikibucuk yüzyıl kadar sonra “Tosefta” (=ilâve) adiyle bir araya
getiril­mişlerdir. Mişna’da bulunmayan birçok meseleler bunda bulunmaktadır.
Bunlar arasında esaret, miras vs. gibi konular yer almaktadır. Hahamlar bir
taraftan bunlar, diğer taraftan Mişna’nın tefsiri üzerinde ça­lışarak
“Talmud”u meydana getirmişlerdir. Talmud çalışmaları hem Babil’de
esarette olanlar arasında, hem de Yeruşalim’de ka­lanlar arasında devam
ettirilmiş olduğu için “Bavelî” (=Babilî) ve “Yeruşalmi”
olarak iki iane meydana gelmiştir. Bavelî’nin dili, “Doğu
Aramicesi”dir. İkisi de Mişna’dan bir cümle alıp altında uzun uzun izah ve
mü­nakaşasını yaparlar. Talmud’a “Gmara”da denilir. Yeruşalmî,
diğerine nazaran çok eksiktir, fakat daha önce yazılmıştır. Buna karşılık
Babil’de bilhassa tran hakimiyetin­den sonra daha rahat ve baskısız çalışma
imkanını bulduklarından Bavelî Talmud’a daha çok önem verilir.

Genel olarak “Hahamım” (=Hakîmler) adı ile
anılan bu yazarların, yukarıda zikret­tiğimiz Soferîm’in arkasından, Mişna hoca­larına
“Tannaim”, talmudculara da “Amo-raîm” (=açıklayanlar)
denilmekte ve çağlan da bu isimle anılmaktadır.

Miladî onbirinci yüzyılın başında, “Ge-onîm”
(=Gaon’un çoğulu, fetva veren din adamları) çağının başına kadar, her iki
Talmud da yazılmadan intikal edegelmiştir. Her ikisi de Yehuda ha-Nasî’nin
Mişna metnine dayanmakla beraber aralarında bü­yük farklar, daha önemlisi Mişna
metinleri arasında da tutarsızlıklar vardır. Bundan dolayı her iki taraf
birbirinden farklı sonuç­lara varmışlardır. Farkların asıl sebebi ya­zılmış
oldukları çevreden ileri gelmektedir. Babil ve tran ile temasın meydana
getirdiği ve Yahudilik için tamamen yabancı olan unsurlar önce folklora, sonra
Talmud yo­luyla dine girmiştir.

Talmud’un kitap halinde basılışı çok sonra 1522-3
yıllarında Venediktedir. Orta­çağlardan zamanımıza kadar birçok Yahudi yazarlar
aradaki tezat ve ihtilaftan -ki bun­ların çoğu hukuk sahasını da aşarak
teolojik hüviyete bürünmüşlerdir- telif ve izah için gayret
sarfedegelmişlerdir.

 

Apokrif Kitaplar

 

Tanah, Mişna, Talmud serisi dişindi Apokrifa
(Apocrypha) adı altında tanınan (ibranicesi Hasıfarîm Hahitsoniyyîm) bir kısım
kitaplar daha vardır ki, bunlar aslında ibranice olarak Tanah’ta iken
Yunanca’ya tercüme edilmiş, sonradan Tanah’m ibrani­ce nüshasında bulunmadıktan
görülmüş­tür. Bir kısım yahudiler tarafından hiç kabul edilmez ve okunması dahi
yasak sayılır, Hı­ristiyanların kendi dinlerinin meşruiyetini ispat için ortaya
attıkları kabul edilir, bir kısmının okunmasına ise müsaade edilmiş­tir,
bunlara “Ahd-Atik Apokrifası” denilir, tamamı dokuz kitaptır.

 

On emir

 

Yahudi dini Tann ve peygamberlerle on-lann ahfadı
arasında bir akit şeklinde beli­rir: Tann, peygamberleri ve ahfadını onun
kültünü kavimler arasında yaymalan için

seçmiştir ve bu ittifakın sonucu îsrailoğul-lan
Tanrı’ya ve töresine sadık olma yüküm­lülüğüne girmişlerdir. Yahudî dini fiile,
Tann’nın iradesini yerine getirmeye yönel­miştir. Tanrı’nın en önemli
buyrukları On Emir’dc ortaya koymuştur.

1. Seni Mısır ülkesinde, köleler evinden çıkaran
Tanrı’n benim;

2.  Benden başka
Tanrı’n olmayacaktır. Kendine put yapmayacaksın;

3. Yalanına inandırmak için Tanrı adını
kullanmayacaksın;

4.  Şabat gününü
kutlamayı unutmaya­caksın;

5.  Anana ve
babana saygı gösterecek­sin;

6. Adam öldürmeyeceksin;

7. Zina yapmayacaksın;

8. Çalmayacaksın;

9. Komşuna karşı yalancı şahitlik etme­yeceksin;

10.  Komşunun
malına tamah etmeye­ceksin.

Tora sadece bîr dinî ve ahlakî öğütler ki­tabı
değildir, yeni kurulan ve Mısır hakimi­yetinden kurtulduktan sonra tüm siyasî,
hu­kukî, sosyal kurumların teşkilatlandırmak zorunda bulunan bir kavme verilen
bir ya­sadır.

 

Yahudilik Kurumları

 

Kutsal Kİtab’ın resmi olarak bugünkü hüviyetine
kavuştuğu M.Ö. 150 ile Miş-na’nın derlendiği M.S. 200 tarihi Yahudi-lik’te
Önemli bir safhayı temsil eder. Bu ta­rihten itibaren kurumları olan Rabbinilik
Yahudilikken bahsedebilir. İbran ic ilik ten Yahudiliğe geçişte en önemli rolü
tannaim denilen rabbiler oynamıştır. Yine Miladi

dönemler Yahudi mzheplerinin resmi ola­rak kurulmasına
tanık olur:

a) Sadukilcr: (Sadukim) Yaklaşık M.Ö. II. yy. ortaya
çıkan bu mezhep Kral David ve Süleyman zamanında yönetimde kalan Saduk’un
soyuna mensup kohen (kahin)’le-rc izafeten bu adla anıldığı ileri sürülür.
Gerçekte dini olma yanında siyasî bir kimli­ğe de sahip olan Sadukîler, sözlü
geleneğin (Talmut) varlığını kabul etmeyip sadece Tevrat’ı temel alırlar ve
onun da zahiri an­lamıyla yetinirler. Ölüm sonrası dirilmeyi, ahiret hayatını,
cenneti ve cehennemi, me­lek ve şeytanı kabul etmezler. Romalı yöne­ticiler ile
işbirliği yapan Sadukiler bir rahip aristokrasini oluşturmuşlardır.

b) Fcrisiler (Penisim): “ayrılan”,
“Uzak­laşan” anlamına gelen Ferisi nitelemesin­den hoşnut olmayan
Yahudiler, bunun yeri­ne “bilimler”, “din kardeşleri”
şeklinde ken­dilerini tanımlamak isterler. Sadukîlerin aksine Tevrat’ın yorumu
olan sözlü gelene­ğe önem verdikleri gibi. Sina’da hem yazılı hem de sözlü
Şeriat (Tora) gönderildiğini kabul ederler. Talmut’u ortaya çıkaranların da
Fcrisiler olduğu ileri sürülür. Cennet, ce­hennem, meleklerin varlığına ve
Tevrat’ın ezelden beri var olduğuna inanırlar. Onun için Ferisilcr resmi
rabbiler de denilmiştir.

c) Esseniler: (isiyim) Alçakgönüllü, din­dar, sessiz
anlamlarına gelen esseni, Ölü Deniz’in batı kısmında yaşayan, yalnızlık hayatına
önem veren, mabedlerde topluca yaşamayı ve bekarlığı tercih eden, ticaret
yapmayan ve servet edinmeyi arzulama­yan, hayvan eti yemeyen, temizliğe önem
veren bu mezhep M.Ö. II. yy. oriaya çıkmış, ancak 66-70’lcki Yahudi savaşında
ortadan silinmişlerdir.

Hristiyanlıktan önceki dönemde ortaya

çıkan bu Yahudi mezhepleri yanında, özel­likle de
İslamiyet’in doğuşundan sonra şu mezhepler de ortaya çıkmıştır.

d)  Iseviyye:
Mezhep adını, kurucusu Ebu İsa İshâk b. Ya’kub el-îsfehânî’den al­mış,
Yahudilerin büyük çoğunluğunun ka­tılımını sağlamıştır. Ebu ise beklenen Me­sih’in
kendisi olduğunu ve Tanrı’nın görev­lendirdiğini ileri sürerek, Yahudilik’teki
gündelik üç ibadeti yediye çıkartmış, Ku­düs’ten ayn olunduğu sürece et
yenilmesi ve şarap içilmesini yasaklamıştır.

e) Yudaniyye ve Sazkaniyye: Iscviye’nin kurucusu Ebu
İsa’nın ölümünden sonra Yudgân yerine geçince, İsemiyenin bir kı­sım ilkelerini
korumakla birlikte, cennet, cehennem konusundaki esasları yoruma ta­bi tutmuş,
insanın mutlak özgürlüğünü sa­vunmuş, bir İsrail peygamberi kimliğinde görünmek
istemişti. Ayrıca zahitlik hayatı­nı, emretmiş, et ve içkiyi yasaklamış, fiilin
kula ait olduğunu savunmuştur.

f) Kariler (Karaim): XIII. yy. Irak’ta ya­şamış olan
Ananben David’in kurduğu bu mezhep Ananiye olarak anılmışsa da, Ta-nah’ı çok
okumaları nedeniyle Karaim adı yaygınlık kazanmıştır. Talmud’u kabul et­mezler,
Tevrat’a göre hareket ederler.

Bugün için Yahudilik belli başlı İki bö­lüm içinde
özetlenebilir. 1- Ortodoks Yahu­diler ki, Mabed’in yıkılışından günümüze kadar
gelen resmi Yahudi inanç ve gelece­ğini temsil eden Yahudiliktir. İsrailde ege­men
durumda olanlar da bunlardır. Her ülke Yahudilerin başında “büyük
Rabbin” ola­rak bilinen ruhani bir reis (baş haham) var­dır.

 

2- İlerici Yahudiler:

 

Bunlar kerah içinde reformcular ve liberaller şeklinde
ayrılmaktadırlar. Genel olarak ileri yahudiler günlük hayatın gereklerine göre
dini tören­lerde genişlik ve gevşeklik gösterilmesini benimserler. Bu çerçevede
reformcular Talmud ve On emir ya da Musa kanunları konusunda yorumlar
yapılmasını, hoşgörü gösterilmesini savunurlar. Reformcular si­nagoglarda
uygulanan tören ve ibardeüerin büyük çoğunluğunun korunmasına taraftar
olurlarken, liberaller eski tören gelenekler­den uzaklaşılmasını isterler. Öte
yandan Si­yonist hareket liberalizmi, hatta sosyalizmi ve ateizmi benimser.
Refomcu hareketi başlatan filozof Moses Mendelshan (1727-1786) dur. Mendelshan,
beş kitabtan oluşan Tora ve Mezmurları İbranî harfleriyle Al-manca’ya çevirdi.
Amacı Yahudilik ile çağ­daş gelişmeyi birleştirmekti. Fakat sonra­dan bu
anlayışı benimseyenler dinin uygu­lanmasıyla çağdaş kültürün çatıştığını gö­rerek
bir kısmı Hrisüyanhğı seçti, bir kısmı da gelenekleri değiştirdiler ki Reformcu
Yahudilik buradan kaynaklandı.

Bunlara ek olarak XIX. yy. ortalarında Alman
Yahudileri arasında ortaya çıkan Muhafazakâr Yahudilik’i zikretmek gere­kir.
Temsilcileri îsacc Bermays (1791-1849) ile Zacharia Franklen (1801-1871) dir.
Bunlar daha sonra Amerika’da da örgüt­lenmeye başlamışlardır. Geleneklere bağlı
kalmayı kabul eder, laikleşmeye karşı tavır alırlar.

M.S. III. yy .’a kadar Yahudilik içerisinde ortaya
çıkan diğer önemli olaylar da, Mişna denilen altı kitaplık ve emirlik bir
külliyat ile MS. 6 yy’da tamamlanacak olan Tal-mud’un şifahi olarak meydana çıkmış
olma­sıdır. Her iki külliyat da Yahudi pratikleri, kuralları ile İlgili
konularda meydana gel­miştir.

VIII, yy.’da İran’da çıkan Karai mezhe-bince otorite
yalnızca Kutsal Kitab’ın -ken­disi olmalıydı. Daha önce Samiriyelilerin
Tevrat’a yükledikleri bu yetkiye Karailerin Eski Ahid’e yüklemeleri ile Yahudi
düşün­cesi XII. yy.’dan sonra ortaya çıkan felsefi tartışmaların odak noktasına
ulaşmıştır.

XIII. yy. Yahudi mistisizmin net olarak ortaya çıktığı
tarihtir. Judah’ın (ÖJ. 1217) yazdığı Sefer Yetsirah (Yaratılış Kitabı) İlk
mistik örneklerdendir. XVII. yy’da ortaya çıkacak mistik ve hurufi kabala
akımının te­melini teşkil eden Zohar adlı eserde (sefer ha-Zohar) bu dönemlerde
yazılır.

XVI. yy’da Filistin’de başını Joseph Ca-ro, Cordevoro
ve Lima’nın çektiği bir mis­tik akım ortaya çıkar. 1760’da ölen Israel ben
Eliazer’in kurduğu mistik Hasidizm ha­reketi de bütün Avrupa’yı etkilemiştir.

Bu mistik akımlarla birlikte MÖ. I. yy’dan beri
Yahudiliğin temel öğretilerin­den biri olan Mesih’lik inancı daha da peki-miş
ve gelişmiştir.

 

Bayramlar ve Perhizler

 

Yahudiliğin kutsal günleri şabat (cumar­tesi) günü.
Haç bayramları, Paskalya (Pe-sah), Pentekoste (Şabut) ve Çardaklar (Şukot)
günleridir. Bunların her biri bir ta­rihî hatırayı canlandırır. (Paskalya Mı­sır’dan
çıkışı; Pentekoste, On Emir’in Sina dağından İlânını; Çardaklar, Mısır’dan çı­kıştan
sonra çölde kırk yıllık bekleyiş); cid­diyetin ağır bastığı bayram günleri ise
Roh Hahana (yılbaşı) ve Büyük Kefaret günü Yom Kippur’Ğur. Yom Kippur yortusu
bü­tünüyle duaya ve perhize adanmıştır. Şabat ve bayram günleri çalışmak
yasaktır.

Yahudi takviminde aynca iki küçük bay­ram da
vardır;  Nazar bayramı (Purim),

İran Yahudilerinin kraliçe Esther sayesinde mucize
kabilinden kurtulmalarını anlatır (M.Ö. IV. yy.); Açılış bayramı (Hanuka), Yuda
Makkabi’nin M.Ö. 165-164’te Anti-okhos Epihanoes’in naibi Lysias’ı yengiliye
uğratmasından sonra Kudüs tapınağının ye­niden ibadete açılışım anlatır. Bu
bayrama “Işıklar bayramı” da denir. Yahudi dininde yahudi tarihinin
trajik olaylarını belirtmek üzere konmuş perhiz günleri de vardır. Bu
perhizlerin en Önemlileri Kudüs tapınağı­nın birinci ve ikinci yıkılışı için
konanlardır (Tişa be Ab.)

 

İbadet

 

Yahudi litürjisi iş günleri için üç dua ön­görmüştür;
sabah (şaharit), ikindi (minha) ve akşam (arbit) duaları. Cumartesi günle­ri,
bayram günleri ve dinî ayın başladığı günler şaharit’ten hemen sonra musaf
duası okunur. Ayrıca Kefaret günü minha’dan sonra neila duası yer alır.

Her açık dua merasimi sonunda Alenu ve Kadis duaları
okunur. Alenu İsrail’in ümidini ilan eden duadır. Bu duada Zekeri-ya’nm bütün
insanlığın tek tanrıya dönece­ğini müjdeleyen şu ayet yer alır “O gün Rab
tek olacak ve Adı tek olacak”; öte yandan kadis’le, Tann’dan bir an önce
yeryüzünde hakimiyetini kurması istenir.

Geleneksel Yahudiler temel doktrine sı­kı sıkıya bağlı
iken 19. yy.’dan itibaren orla-ya çıkan Revizyoncu hareketler gelenekler­den
uzaklaşmıştır. Özellikle Alman Yahu­diler bu konuda önderlik etmişlerdir,

1897’deki ilk sîyonist kongreden sonra Yahudi doktrini
ideolojik bir boyuta dökül­müş revizyoncu fikirlerle birlikte seküler bir hale
getirilmişti Yahudilik, kendi kaynaklarına bakıldığında bile yanlış, çelişik,
tarihi bakımdan tesbiti mümkün olmayan olaylara, görüşle­re, yorum ve kişisel
anlayışlara dayanmak­ladır. Kutsal metinleri olan Tevrat’ın ne za­man
derlendiği, kimlerin kendi düşünceleri doğrultusunda eklemeler yaptığı kolayca
tesbit edilemiyecek oranda tahrife uğratıl­mıştır. Bu bakımdan Kur’an-ı
Kerim’in ve İslam kaynaklarının verdikleri bilgiler kar­şısında Yahudi
kaynaklarının sıhhat dere­cesi iyice kuşkulu hale gelmektedir. Hz. îb-rahim ile
başlayıp Hz. Musa’ya, hatta Hz. İsa’ya kadar gelen vahiy esaslarının
tesbi-tinde Yahudi kaynakları temel ahnamıya-cak durumdadırlar. Hz. İbrahim ve
Hz. İsa arasında görevlendirilen peygamberler ve tebliğ ettikleri dini esaslar,
her ne kadar îs-railoğullarını amaçlamışsa da, Yahudilerin bu peygamberler ve
bildirdikleri esasları milli bir çerçeveye sokma teşebbüsleri, Al­lah’ın
vahyettiği esaslara mutlaka aykırı ha­le getirilmiştir. Gerçekten Yahudiliğin
ve Yahudilerin tarihin akışı içinde günümüze kadar geçirdiği evreler, Allah’ın
hakikatin­den nasıl sapıldığını çarpıcı bir şekilde orta­ya koymaktadır.
Kuran-ı Kerim’de Yahudi­lerin veya îsrailoğlullannın “lanetlenmiş”
bir kavim, bir millet olarak nitelendirilme­si, tarihin çeşitli dönemlerinde de
açıkça görülmüştür. Günümüzde kırk yılı aşkın Yahudilerin İsrail Devleti’ni bir
terör örgü­tü boyutunda yönetmeleri, “lanetlen­miş “İlklerinin de
açık göstergesi, sayılmalı­dır.

(SBA)