Sosyologlar

Yabancılaşma Karl Marx

Yabancılaşma Karl Marx

Hiç kendinizi ‘yabancı’ veya ‘yabancılaşmış’ hissettiniz mi? Herkesin size karşı olduğunu, evinizde, ülkenizde bir yabancı olduğunuzu hissettiniz mi, kimsenin sizi anlamadığını düşündüğünüz ve etrafınızdaki insanlar -ebeveynleriniz, aile­niz, arkadaşlarınız veya yerel topluluğunuz yahut kasabanız­daki insanlar- tarafından soyut­lanmış, reddedilmiş olduğunuz duygusuna kapıldığınız zaman­lar oldu mu? Artık bir yere ait olmadığınızı hissediyorsunuz ve bu yüzden derin ve büyük bir öfke ve engellenmişlik duygusu içindesiniz. Kuşkusuz, küçük güçlü duygular bir yanda kendinizi ye­tersiz, aşağı ve istenmeyen biri olarak hissetmenize yol açıyor ve öte yandan büyük bir öfke, kızgınlık içindesiniz ve insanlara yanlışı gös­termeye ve ait olduğunuz grup, toplum veya topluluk içindeki doğru yerinizi yeniden belirlemeye kararlısınız. Bu duygular, bu tutkular sizi ya kaderciliğe, yabancılaşmayı, aşağılanmışlığı ve yerinden edilmişli­ği, hatta ‘evsizliği’ kabul etmeye ya da durumu, dünyayı değiştirmeye ve onu daha dostça, İnsanî ve çekici kılma yönünde gayretli, tutkulu ve hatta radikal bir kararlılığa teşvik edebilir.

Sosyolojik ve siyasal bir bakış açısından, bu sözcüklerde, bir yan­dan, dünyanın nasıl bir şey olduğu konusunda radikal, hatta devrimci

 

bir teorinin tohumlarını (zira insanlar onu olduğu gibi kabul ederler) ve öte yandan, insanlar onu geliştirmeye niyetlendikleri ve değiştir­meye, daha İnsanî, daha dostça ve uygun bir yer yapmaya çalıştıkları takdirde dünyanın nasıl bir şeye benzeyebileceği üzerine bir teorinin tohumlarını görebilirsiniz. Bu, gerçekte yoğun ve yaygın bir değişme döneminde, yani onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda Avrupa’yı etkisine alan Devrimler Çağında yaşayan genç bir radikal olarak Marx’ın özlemiydi. Bu devrimler şöyle sıralanabilir:

  • Amerika, Fransa ve Avrupa’daki siyasal devrimler;
  • Batılı toplumları kırsal ve tarımcı toplumlardan kentsel ve sınaî güç kaynaklarına dönüştüren ekonomik devrimler;
  • Sadece evren ve doğa hakkında tamamen yeni düşüncelere il­ham kaynağı olmakla kalmayıp, aynı zamanda modern bilimin ve insan hakları ve toplumun doğası gibi devrimci Aydınlanma- cı düşüncelerin gelişimine de yol açan bilimsel ve entellektüel devrim;
  • Avrupa’yı etkisi altına alan ve Almanya, İtalya ve diğer birçok prenslik ve toprağın birleşmesine yol açan milliyetçi hareketler.

Bu dönemde toplumsal değişmenin kapsamı ve derinliği çok büyük ve oldukça dehşet vericiydi. Hiç kimse değişmeyi kontrol edebilecek gibi görünmüyordu ve bu yüzden kaçınılmaz olarak çoğu sıradan insan için yoğun, kontrol-dışı bir yardımsızlık, yerinden edilmişlik, kontrolü dışındaki güçler tarafından sürüklenmişlik, ait olduğu yer­den ve köyden uzaklaşmışlık duygusu, yeni ve ürkütücü bir fabrika ve kent dünyasına girildiği duygusu vardı. Peki, bütün bu değişimler nasıl açıklanabilirdi? O kontrol altına alınabilir veya daha az yabancı- laştırıcı, daha arzu edilen ve daha İnsanî bir yer kılınabilir miydi?

Bu çığ gibi değişimleri ve dev değişim dalgasını açıklamak genç Kari Marx’ın kapitalizm ve kapitalist devrim hakkındaki ilk düşüncele­rini geliştirirken önüne koyduğu bir hedefti; ancak yaşlı, daha olgun Marx’ın sonraki daha teorik ve bilimsel analizlerinde ve komünist bir devrim çağrısında önüne koyduğu hedef, daha iyi bir dünya, komü­nist bir dünya kurabilmek için bu dünyayı değiştirmekti.

Almanya’da bir Yahudi olarak dünyaya gelen ve büyüyen Marx kendini yabancılaşmış, kendi ülkesinde farklı ve yabancı biri olarak hissediyordu. Radikal bir yazar ve devrimci bir eylemci olarak Alman­ya’dan sürülüp Paris’e taşınmak ve daha sonra Londra’da ailesiyle yoksulluk içinde yaşamak zorunda kalan Marx, kendini yurtsuz ve anavatanı Rheinland’da yabancı, istenmeyen ve Batı Avrupa’da dev­rimci faaliyetleri nedeniyle korkulan biri olarak hissetti. İngiliz hükü­meti ‘Kızıl Doktor’u vatandaşlığa kabul etmeyi reddetti ve o Lond­ra’da 1853’te öldü. O tek başına ve yoksulluk içinde’ ölebilirdi, fakat ona yaşadığı sürece maddî destek sağlayan arkadaşı Friedrich Engels “Onun adı ve böylece çalışması çağlar boyu yaşayacak” diye yazdır­dığı mezarının yanına gömüldü. Devrimler çağında dünyaya gelen Marx’ın fikirleri ondokuzuncu yüzyıl sonunda tüm Avrupa’yı etkiledi ve yirminci yüzyıl siyaset teorisine hâkim oldu. Bu fikirler Rusya ve Doğu Avrupa’daki, Çin ve Asya, Afrika ve Güney Amerika’daki komü­nist devrimlere ilham kaynağı oldu ve II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş’ın komünist-kapitalist karşılaşmalarının teme­lini oluşturdu. Hiçbir yazar bu tür radikal değişimlere, bu tutku ve nefrete Kari Marx kadar ilham kaynağı olmadı, modern insanın tari­hini onun kadar etkilemedi.

Kari Marx’ın temel çalışması Kapital (1970) bir ekonomik sistem ve üretim tarzı olarak kapitalizm üzerine ‘bilimsel’ bir araştırmadır. Onun yabancılaşma araştırması, aksine, kapitalizmin insanların duyguları ve benlik imgeleri üzerinde yarattığı sosyal, psikolojik ve kişisel etkilere ilişkin bir araştırmadır. Marx için, kapitalizm sadece adaletsiz ve ye­tersiz bir ekonomik üretim sistemi olmayıp, aynı zamanda ahlâk dışı ve sömürücü, insanın gerçek doğasını yadsıyan, onu kendi emeğinin ürünlerinden koparan ve ekonomik ‘vahşi bir orman’da diğer insan­larla karşı karşıya getiren bir sistemdir.(föarx için, insan doğasının özü, onu hayvanlardan ayıran şey, bilinci, hayal gücü ve kendi çevre­sini kontrol kapasitesidir. Bu güç, ifadesini en açık biçimde, insanların işbirliği içinde doğayı dönüştürdükleri üretim sürecinde -örneğin, ev yapmak için ağaç kesmek, ormanları açarak yol yapmak gibi faaliyet­lerde- bulur. Ancak, bu kendini ifade ve toplumsal işbirliği biçimi sınırlandırıldığı veya engellendiği takdirde yabancılaşma ortaya çıka­caktır. Marx 1844 Paris Eiyazmaları1 uda (aktaran Bottomore and Ru- bel, 1961) dört temel yabancılaşma biçiminden söz eden} [1]

eşitler arasında bir ilişki değil, aksine işverenlerin çalışanların­dan sağladıkları kazançları azamiye çıkarmaya çalıştıkları efen- di/köle ilişkisidir.

  • Bireyin kendi İnsanî doğasını tanıyamaz hale gelmesi -yani, kendini artık sadece iş aracılığıyla ifade etmesi. Böylece o işini kendisinin bir parçası olarak hissetmez, ne de gerçek yetenekle­rini sergiler. İş artık sadece bir övünme ve başarı kaynağıdır.

Marx’ın sözleriyle, o halde

Emeğin bu yabancılaşmasını yaratan nedir? İlk olarak, iş işçi için artık dışsal bir unsurdur, yoksa onun doğasının bir parçası değil; sonuç olarak, kişi işinde kendini ifade etmez, aksine yadsır, kendi­ni mutlu değil bedbaht hisseder, fiziksel ve zihinsel enerjisini öz­gürce geliştiremez, aksine fiziksel olarak tükenmiş ve zihinsel ola­rak gerilemiştir. Bu yüzden, işçi kendisini sadece boş zamanların­da yuvasında hissederken, işte yuvasından uzakta hisseder. Onun için iş artık gönüllü olarak yapılan bir eylem değil, dayatılan bir görevdir. O bir ihtiyacın doyurulması olmayıp, sadece başka ihti­yaçları karşılama aracıdır. İşin yabancılaşmış karakteri, açıkça, hiç­bir fiziksel veya başka zorlama olmadığında ondan sanki salgın hastalıkmış gibi uzak durulmasında gözlenir. Son olarak, işin işçi için yabancılaşmış karakteri, onun işinin bir başkasının yaptığı iş­ten farklı olmamasında, onun işinde kendini kendine ait biri ola­rak değil, aksine bir başkasına ait biri olarak hissetmesinde gözle­nir (Bottomore and Rubel, 1961).

İşçiler, bu nedenle, işlerine, emeklerinin ürünlerine, diğer işçilere ve nihayetinde gerçek benliklerine yabancılaşırlar. Friedrich Engels’in sözleriyle, “Kişinin her gün sabahtan akşama dek kendi iradesi dışın­da sadece aynı şeyi yapmak zorunda kalmasından daha dehşet verici bir şey yoktur” (aktaran, Ritzer, 1996, 59). İş bir işkenceye dönüşür ve böylece insanlar bir rahatlama ve kontrol duygusu arayışı içinde başka yerlere yönelirler. Onlar içmeye yönelir ve depresyona girerler veya kendilerini tüketime ve çok özel bir hayat tarzına kaptırırlar.

Marx’ın tarih analizinde, bir sınıfsal yapı ve sömürü ilişkileri içeren önceki bütün ekonomik sistemler yabancılaşma duygusuna yol açsa­lar da, kapitalizmde bu duygunun çok daha belirgin olarak yaşandığı vurgulanır. Ancak bunun nedeni, sadece sömürünün en üst düzeye çıkması değil, aynı zamanda bu sistemdeki ‘piyasa güçleri’nin insan­ları bireyler olarak değil, sadece ihtiyaç halinde kullanılabilecek veya atılabilecek bir başka üretim malı/meta olarak görmeleridir. Sadece üretim araçlarının herkesin ortak malı olduğu sınıfsız bir toplumda yabancılaşma tamamen ortadan kalkacaktır. Modern kitle üretiminin

sağladığı bolluk ortasında, ‘komünist’ insan artık geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayacak, kendi yeteneklerini ifade etme dışında uzmanlaşmayacak -sabah balığa, öğlen ava ve akşam da görüşlerini tartışmaya gidecektir. Cinsiyet, ırk, kasaba ve ülke, beyin ve kas kaynaklı bütün toplumsal ayrımlar eşit bireyler toplumunda ortadan kalkacaktır.

İnsanlar toplumsal dünyayı kendi etkinlikleriyle yaratsalar bile, kapitalist dünya insanların yabancılaşma ve ezilmişliği yaşadıkları bir dünya, ilişkilerin kişisel olarak değil şeyler olarak yaşandığı bir dün­yadır. “Ekonomi politik bir insan olarak proleterle değil, aksine bir koşum atı olarak, ihtiyaçları kesinlikle bedensel ihtiyaçlarıyla sınırlı bir hayvan olarak ilgilenir” (Marx, 1963). Marx’a göre, proletarya aslında kapitalist toplumda en yabancılaşmış sınıf olsa da, aslında kapitalist­ler de kâr arayışlarında yabancılaşmış bir dünya içinde yaşarlar. Zen­gin ve refah içindekiler arasında bile iş ve ilişkiler İnsanî olmaktan uzaktır ve iş insan yaratıcılığının bir ifadesi olmaktan ziyade, İnsanî potansiyelin yadsınmasıdır ve gerçek bir insan toplumu kurmanın önünde bir engeldir. İnsan ve işi kapitalist toplumlarda işbölümü ve mülkiyet ayrışması gibi temel nedenlerle birbirinden kopuktur. Kapi­talist toplum tanım gereği yabancılaşmış bir emeğe dayanırken, kapitalistler işçileri sömürmeye, ürettikleri artı-değeri kâr ve sermaye olarak ellerinden almaya çalışırlar. İşçiler kendi emeklerinin ürünleri­ne yabancılaşmışlardır.

Marx sonraki yazılarında insanı daha edilgin bir biçimde tasvir eden daha determinist bir yaklaşım geliştirir. Örneğin o, Gründrisse’- de(1973) şöyle yazar.

Toplumsal servet emeğin karşısına giderek daha yabancı ve daha egemen bir güç olarak çıkar… toplumsal emek sayesinde yaratı­lan muazzam nesnel güç işçiye değil, aksine… sermayeye aittir.

Sermaye birikimi artarken, böylece, emek hep daha ucuz bir meta haline gelir, değeri düşer ve insanilikten uzaklaşır -insanların özgür bir biçimde sözleşme ilişkileri içine giriyor görünmeleri sonucu değiş­tirmez. Bu yüzden, Svvinglevvood’a göre (2000), yabancılaşma Marx’ın Gründrisse gibi sonraki yazılarında ortadan kaybolmaz, sadece ifade biçimi değişir ve daha teorik bir kavrama dönüşür.

Bu yüzden Marx’a göre, insanlık tarihi insanın doğa üzerindeki kontrolünün giderek artması olarak görünse de, bu durum ironik olarak özellikle kapitalist toplumlarda yabancılaşmada bir artışa kar­şılık gelir. İnsanlar artık kendilerini kendi işlerinde, kendi toplumla- rında hissetmezler. Onlar kendilerini işte yabancılar olarak, toplumda soyutlanmış ve güçsüz olarak ve yetenekleri ve tutkuları için hiçbir çıkış yolunun olmadığı engellenmiş varlıklar olarak hissederler. Etraf­larındaki dünya -kendi çalışmalarının ürünleri olsa bile- nesneleşir. Onlar kendilerini işteki ve büyük ölçüde toplumdaki kişisel-olmayan güçler karşısında güçsüz hissederler ve ürettikleri ürünler onların kendi becerileri ve yaratıcılıklarının bir ifadesi olarak görülmeyip, bir bedel karşılığında piyasada satılır. İşçiler, üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadıkları piyasa güçlerinin mahkûmlarıdırlar. Onlar geçimle­rini sağlayabilmek için emeklerini satarlar ve arz, talep veya fiyat üzerinde hiçbir kontrole sahip değillerdir. Ancak yine de Marx’a göre, piyasa güçleri kendilerine ait özel bağımsız bir hayata sahip doğal veya dışsal güçler değillerdir; daha ziyade onlar üretim araçlarına sahip olan ve sermaye birikimi ve kâr sağlayacak temel araç olarak emeği sömürmeye çalışan kapitalist sınıfın, büyük işadamları ve kü­resel şirketlerin kontrolü altındadırlar.

Marx için, ücretli emek ve yabancılaşmanın sonucu insanın alçal­ması, insanlığından uzaklaşmasıdır ve o “artık kendini hayvandan başka bir şey olarak hissetmez”. İnsanı hayvanlardan ayıran şey olan çalışma/emek ve özgür-bilinçli yaratıcılık edimi ortadan kaybolur ve böylece insan ‘türsel varlığı’nı, kendi özel İnsanî niteliklerini kaybe­der. Ayrıca, emek gücünün soyutlanması ve yabancılaşması aynı ölçüde insanları birbirlerine yabancılaştırır ve böylece insanın top­lumsal varlığını, onun toplum duygusunu ve huzurunu yıkarken, kapitalist çalışma hayatının yarattığı acı ve yoksulluk insanı soyut- lanmışlık ve yalnızlığa iter.

Nitekim Marx’a göre, kapitalizm tepedeki daha az yeteneklilerin diğerlerinin emeklerini sömürdükleri ve bolluk içinde yaşadıkları tersine dönmüş bir dünyadır. Bu erk ve kontrol piyasa güçleri yanıl­samasının ardına sığınır. Marx’ın amacı bu çarpıtmayı teşhir etmek ve insanın kendisini kapitalist toplumun kölesi olmaktan kurtarabileceği ve tüm insanları birleştirebilecek bir program, -eşitlikçi ve işbirliğine dayalı komünist bir toplumda özgür, huzurlu ve doygun insanlardan oluşan- bir toplum modeli ortaya koymaktır.

Marx insanın gücü ve potansiyeline çok güvenir. Onun günümüz kapitalist toplumlarında insanın niçin bu kadar doyumsuz olduğunu analiz etmeye ve komünist ya da sınıfsız toplumun insanı, onun ru­hunu ve kendine özgü yeteneklerini özgürleştireceğini düşünmeye iten temel neden, insana bu güvenidir. İnsan hayvanlardan esasen bilinçliliği -çünkü insan eylemi ve etkileşimin toplumsal bir bağlam­da ortaya çıkar- ve özelde kendisinin-bilincinde olması bakımından ayrılır. İnsanı hayvandan özellikle farklı kılan şey, kendi etkinliğini,yaratıcı zekâsını bilinçli olarak kontrol, plânlama ve yönlendirme yeteneğidir. Her tarihsel çağ bu yaratıcı potansiyeli teşvik eder veya sınırlar ve özellikle sınıflı toplumlarda yetenek, bilinç ve güdüler bas- Unlır. Kapitalizmi ilkel toplumlarla karşılaştıran Marx’a göre, “Antik toplum daha sınırlı bir doyum sağlarken, modern dünya doyumsuz bırakır veya doyumu sağlar göründüğü yerde bu kaba ve vasattır” (Ritzer, 1996: 53). Kapitalizm insanın tarihte bir benzerine daha rast­lanmayan bollukta maddî mallar üretme yeteneğinin açığa çıkması­na yardımcı olmuştur, ancak insanın tüm yetenekleri ve tutkularının, hem işte hem de boş zamanlarında farklı ve özel bir insan olarak türsel gücü’nün açığa çıkmasını komünist toplum sağlayacaktır.

Marx, aynı şekilde, insanın sosyallik yeteneğine de inanır. “İnsan kelimenin tam anlamıyla bir ‘siyasal hayvan’dır, o sadece toplumsal bir hayvan değil, aynı zamanda bireyin sadece toplum içinde gelişti­rebileceği bir hayvandır” (Ritzer, 1996:55).

Kapitalizm gibi sınıflara-dayalı toplumlar insanın bilincini çarpıtır ve kârını artırmak ve ayrıcalıklar sağlamak için onun yeteneklerini sömürür ve baskı altına alırken, sınıfsız toplumlar kelimenin gerçek anlamında tam bilinçli ve büyük ölçüde işbirliği içinde üretken bir varlık olarak özgür insanlardan oluşacaktır.

Marx için, kapitalist üretim tarzı sadece insanların işlerini, emekle­rinin ürünlerini bir şeye, bir metaa, kendi kontrolleri dışında bir nes­neye dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda bir ‘meta fetişizmi’, şeyle­re sahip olma ve ‘şeyleştirme’ takıntısı, toplumun insanın kontrol gücünün dışında bir şey olduğu inancı yaratır. Bu şeyleştirme süreci, işyerinde ve piyasada, modern organizasyonların görünüşte her şeyi kapsayan ve kişisel-olmayan gücüyle ve piyasa güçlerinin sınırsız erkleriyle başlayabilir, ancak aynı ölçüde dine ve modern devlet an­layışımıza uygulanabilir. Her tür mülkiyet ve özelde üretim araçlarına sahiplik özel mülkiyete girer. “Bu yüzden, özel mülkiyet yabancılaş­mış emeğin ürünüdür”.

KAVRAMSAL GELİŞİM

Yabancılaşma insanlık dışı davranıldığında, yerlerinden edildiklerin­de veya iftiraya uğradıklarında insanlarda şiddetli öfke yaratan bir durumu anlatır. Bu sözcük radikal düşünürler kadar film üreticileri ve senaryo yazarlarına da ilham kaynağı olacak denli tatsız, soğuk ve tehditkârdır. Ancak Marx tarafından kapitalizmin insanlık dışı ve sö­mürücü doğasını açıklamakta kullanılan bu olgu şiddetli öfkeye ve devrimci coşkulara yol açmıştır. Kavram, sosyolojik ve siyasal gücü,

 

Marx’ın kapitalizm analizindeki merkezi rolü nedeniyle, basit bir dü­şünce egzersizi olmaktan çıkmış, devrimci bir faaliyete dönüşmüş ve büyük tutkulara yol açmıştır.

Marx için yabancılaşma kavramı farklı, ancak karşılıklı ilişkili anla­ma iki sahiptir:

  • Yabancılaşma öznel bir duygu, bir güçsüzlük ve soyutlanmışlık duygusudur;
  • İnsanları hem emeklerinin ürünlerinden yoksun bırakan, hem de çalışmaları üzerinde kontrol kuran ekonomik sistemlerin ya­pısal bir analizidir.

Ancak sonradan bu konuyla ilgili çoğu yazıda birbiriyle ilgili bu iki anlayış birbirinden bağımsız olarak alınmış ve bu yüzden teorik bir kavram olarak ve modern iş ve çalışma yöntemlerini değiştirecek itici bir güç olarak alınarak yabancılaşmanın anlamı ve gücü çarpıtılmıştır.

  • 1950’li yıllarda ve 60’larda, Amerikalı sosyal bilimci M. Seeman (1959), yabancılaşma kavramını, (soyutlanma, anlamsızlık, güç­süzlük, normsuzluk ve kendine yabancılaşma gibi) beş psikolo­jik unsura ayırdı. Robert Blauner ise (1964), montaj hattında ça­lışmak özellikle yabancılaştırıcıyken, zanaat işinin yaratıcı oldu­ğunu öne sürerek, bu unsurları iş-yapısıyla ilgili dört tiple ilişki- lendirdi. Blauner, otomasyonla birlikte yabancılaşmanın orta­dan kalkacağına, bu tür çalışmanın işçinin makine üzerindeki kontrolünü artıracağına inanıyordu -bu tez, otomasyonun sa­dece üretim ilişkilerini değiştirmemekle kalmayıp (kontrol hâlâ patronlardadır), işçilerin ‘vasıfsızlaştığı’nı ve gerçekte onların yerini makinelerin aldığını öne süren Harry Breverman (1974) gibi Marksist yazarlar tarafından eleştirilmiştir [bkz. Vasıfsızlaş- ma],
  • Yabancılaşma terimi başka yazarlar tarafından tüm modern hu­zursuzluklara -günümüzde kitle toplumunda birçok grubun (gençler, azınlıklar, kadınların) yaşadığı hoşnutsuzluklar, soyut­lanma, güçsüzlük ve kişisel ilişkilerden uzaklaşma duygularına- uyarlandı ve günümüzdeki devasa fabrikalarda yüksek oranlar­daki grevleri ve işe devamsızlıkları açıklamakta kullanıldı. Ya­bancılaşma terimi günümüzün dev fabrikalarındaki yüksek grev ve işten kaytarma oranlarını açıklamakta kullanıldı. Marx kav­ramı dine uyguladı. Genç Hegelci Ludvvig Feuerbach gibi Marx da, dini, görünüşte insanı kontrol eden doğaüstü bir varlığa inanç uğruna insanın kendi yaratıcı ruhu ve hayatını kontrol ye­teneğinden vazgeçtiği bir yabancılaşma biçimi olarak gördü. Feuerbach’a göre insanı yaratan Tanrı değil, aksine Tanrı’yı ya­ratan ve ona tüm insanlık üzerinde bir güç tanıyan insandır. İn­san kendini nesnelleştirmiş ve bizzat bir nesneye dönüştürmüş­tür. Marx için, din bir yanlış bilinç biçimi, bir yabancılaşma biçi­midir.
  • Yabancılaşma kavramı, ayrıca, rakip Marksist okullar arasındaki bir tartışmanın, yani yabancılaşmanın Marksist çalışmaların (özellikle oldukça geç basıma giren Grundrisse’ın) merkezi te­ması olduğunu düşünen hümanistler ile Marx’ın, daha olgun çalışmalarında, daha bilimsel veya yapısal bir kapitalizm analizi için sömürü kavramını tercih ederek bu terimi tamamen reddet­tiğini öne süren Louis Althusser gibi yapısalcılar arasındaki tar­tışmanın esin kaynağını oluşturmuştur. Öte yandan, Franfurt Okulu ve eleştirel teori yabancılaşma kavramını gözden geçir­miş ve hem bireysel bilince ve hem de daha esnek bir Batı kapi­talizmi, Doğu sosyalizmi ve otoriter devletin ortaya çıkışı eleşti­risi geliştirmek için ideoloji ve kültürün gücüne odaklanarak, kavramı daha hümanist, daha az determinist bir Marksist dü­şünce geliştirmekte kullanmıştır. Herbert Marcuse (1964) onu Sigmund Freud’un psikolojisiyle harmanladı ve onun geliştirdi­ği fikirler 1960’larda Amerikalı hippilere ve radikallere ilham kaynağı oldu.
  • Yabancılaşma duygusunun ‘sosyalist’ toplumlarda kapitalist toplumlara göre daha az olup olmadığını değerlendirmek zor­dur, çünkü böyle bir öznel duyguyu ölçmek neredeyse imkânsızdır. Polonya’da dayanışma hareketi ortaya çıkmasaydı, Berlin Duvarı yıkılmasaydı ve Doğu Avrupa’da 1989-1990 dev- rimleri yaşanmasaydı Doğu Bloku ülkelerindeki işçiler kesinlikle kontrolün kendi ellerinde olduğunu hissetmeyeceklerdi. Muh­temelen Çin komünleri, Yugoslav fabrikaları ve Kibbutizm gibi bazı küçük ölçekli deneyimler büyük başarılar elde etmişlerdir.

Bu yüzden, yabancılaşma kavramı sosyal bilimlerde oldukça farklı anlamlarda kullanılsa bile, çoğu sosyolog onun asıl anlamını yitirdi­ğini ve çok az analitik değere sahip olduğunu düşünmektedir. Yine de yabancılaşma, Marx’ın amaçladığı anlamda -bir iş/çalışma analizi, insan doğası analizi ve sınıfsal sömürünün öznel etkisinin analizi olarak- kullanıldığında, sosyolojik olmasa bile, hatırı sayılır ahlâkî bir güce sahiptir. O bir devrimler yüzyılına kaynaklık etmiş ve dünyanın birçok parçasını tamamen değiştirmiştir.

[1] İşçinin kendi ürünleri üzerindeki kontrolünü yitirmesi. İşçi bir şey ürettiğinde, ister masa isterse sandalye, artık o şey kendine değil işverene aittir.

  • Modern fabrikalarda, ayrıntılı bir işbölümü yüzünden, işçinin ar­tık üretim süreciyle bağlantısı olmadığını hissetmesi. O sadece ‘çarkın bir dişlisi’dir, onu güdüleyen işin sağladığı iç doyum de­ğil, hafta sonunda alacağı ücretin verdiği geçici doyumdur.
  • İşçiler arasındaki ilişkilerin iş arkadaşları ilişkisinden çok rakipler arasındaki bir ilişkiye dönüşmesi, onların iş, prim ve terfi için ya­rışan kişiler haline gelmeleri. İşverenle işçi arasındaki ilişkiler