ÜMMET
Arapça bir kelime olan
ümmet’in sözlük anlamı cemaat, yol, din, kıyamet ve zaman (Cevheri, es-Sıhah;
İbn-i Manzur, Lisa-nu’l-Arab.) olan ümmetin ıstılahı anlamı ise ” Kendi
seçimleri veya bir zorunlulukla aynı yer, aynı zaman veya aynı dîn gibi bir
nedenle birarada olan cemaat” şeklinde ifade bulmuştur (Bk. el-Isfahanî,
el-Müfredat fi-Garibi’l-Kur’ari). Tarif genişletilecek olursa, Ümmet kavramının
şu konulan ihtiva ettiği görülecektir: Toprak, ırk (asıl), dil, kültür, tarih,
ekonomik çıkarlar birliği, din ve inanç-düşünceler bütünü, siyasî birlik veya
devlet. Bütün bunları şu üç kavrama indirgememiz de mümkündür Yer, zaman ve
din. Kimi araştırmacılar için sadece “din” mefhumu müslümanlar
açısından kavramın tam karşılığıdır. Çünkü İslâmiyet, diğer dinlerin aksine
“din”i, hayatı içeren, ikinci bir kavrama gerek bırakmayan bir
kapsamlılık ve bütünlük içinde getirmiştir. Zaten ümmet deyimi de, bir ulus ya
da benzeri bîr medlul için olmaktan ziyade “Müslümanlar”‘ anlamına
kullanıla gelmiştir. Bu içeriği ile Ümmet deyimini şu noktalardan tahkik
edebiliriz:
1-
Müslümanların Kur’an ve Sünnet’i esas alarak kurdukları ve üzerinde yaşadıkları
yurt (Daru’1-Adl, Daru’l-îslâm), yer olarak ümmeti barındıran birinci unsur
sayılır. İslâm’ın ilk döneminde böyle bir yer sağlanıncaya kadar da Kur’an ve
Sünnet’teki sosyal konular ertelenmiştir. Habeşistan’a hicret eden ilk
mü’minler orada kraliyetin gölgesi alanda rahat bir hayat bulmuş olmalarına
rağmen, toprağa hakimiyet imkânından mahrumdular. On yılı aşkın bir zaman
orada yaşamış olmalarına rağmen orası müslümanlar için vatan olarak ilân edilmedi.
Medine ise (önceki adı ile Yesrib) otoriteyi Allah ve Resulüne -bir manada
sistem olarak îslâm’a- bırakacağını açıklayınca Peygamber ve ashabı oraya
hicrete mecbur edildi. Mekke fethedilip orası da Medine’nin statüsüne
geçinceye kadar Medine’ye hicret (mülkiyeti islâm’ın olan toprakta bulunma)
imanı bir mesele olarak ele alınıyor ve tebliğ ediliyordu. Ümmetin ccğ-rafyası
Kur’an ve Sünnet’in hakim olduğu
bir bölge ile
sınırlandırılır. Ancak bu noktada şu ön bilgiler dikkate alınmalıdır:
a)
Yeryüzünün lamamı ve evren Allah’ın mülküdür (Nûr, 42). Yeryüzü Allah’ın kaderinde
mü’minlerin mirasına yazılmıştır (Nûr, 55 ve Enbiya, 105). Bu durumda, Allah’ın
mülkünde Allah’a gerçekten ve onun istediği gibi iman edenlerin bulunması normal
olandır.
b) Yirminci
yüzyılla beraber ortaya çıkan mevcut coğrafî sınırların hemen hiçbiri Ümmetin
coğrafyasını göstermez. Zira İmam Buhari vb. şahsiyetleri yetiştirecek kadar
Islâmîleşmiş toprakların büyük bir bölümü bugün İslâm’ı ve din olayını kökten
reddeden beşerî sistemlerin tasallutu altındadır. Diğer taraftan da, en
mukaddes mıntıkalarına varıncaya kadar m üsl umanların yaşadıkları topraklar
-müslümanlann otoritesi altındadır gibi bilinse de- onların inançlarına teslim
değildir. Kaldı ki sınırların ilk çizimi de müslüman olmayan ellerin ve
kadehlt masaların mahsulüdür.
c) Cemaat
oluşturacak çapta bir müslüman topluluğun bulunduğu bir yerde o topluluğun
ümmete mensup olmanın muktaza-sını icraya zorunlulukları vardır. Çünkü din, bir
mefhumlar ve inançlar bütünüdür. Bir renktir. Belli olabileceği bir ortam ister.
Dünya bir bütün olarak
dinin izharı için vardır. Dine kalıp olma mahiyeti taşıyan dünyayı elde
tutmaları, aynı zamanda dini elde tutmalarıdır da. Usul-u fıkıhçıların geliştirdiği
şu kaide buna net bir üslûb çizen Vacip (bir gereklilik) ancak kendisi ile tamamlanabilen
de vaciptir.
2- Zaman
olarak da İslâm Ümmeti’nin bir bütünlüğü vardır: Bütün semavi dinler gerek
kaynaklan ve gerekse ana prensipleri itibarı ile birdirler. Şu kadar ki:
Fcriyattaki değişmelerin nihayet bulması ve dinin Allah Tealâ tarafından ikmâl
edilmesi noktasında iki bölüme ayrılmaktadırlar Son Peygamber Muhammed
(s.)’den öncesi ve sonrası. Bu açıdan İslâm Ümmeti için zaman unsuru son
Peygamber (s.)’in doğumundan (M. 571) dünya hayatının sonuna kadar belirlenmiştir.
3- Din
unsuru: Yine İslâm Ümmeti’nin birleştirici öğesidir. Yalnız bu unsur ölçü
alındığında Peygamber (s.)’irt gönderilişi (bi’set) ile başlayan dönemden sonra
Ümmet iki önemli gruba ayrılmaktadır: Muhammed (s.)’in nebiliğini kabul edip
iman edenler ve onun risaleti ile gelen hayat şek lini yaşayanlar ve bu statüye
dahil olmayıp genel manası ile “küfür” dairesinde kalanlar. Onlar da
Ümmet çerçevesi içinde kalırlar. Yalnız onlara, da’vetin ulaştırılması gereken
kitle olarak bakılır. Çünkü Peygamber (s.)’in risaleti bütün insanlığadır.
Önceki peygamberler ise dar bir çerçevede gönderiliyorlardı. Resulullah (s.)
ise kıyamete kadar insanlığın tek peygamberidir:
“De ki: “Ey
İnsanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın
(gönderdiği) elçisiyim. Ondan başka ilâh yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle
ise Allah’a ve O’nun ümmî Resulüne, Allah’a ve O’nun kelimelerine gönülden
inanan Resulüne iman edin ve Ona uyun ki, doğru yolu bulaşınız.” (A’raf,
158)
“Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Resulü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab,
40)
Birden çok ırkı
barındırması Ümmet içinde bir ırk veya dil sorunu çıkarmaz.
Kur’an-ı Kerim
ırkların çokluğunu kabul etmekle beraber, bu çokluğu kaynaşmaya gerekçe
olarak getirir (Hucurat, 13). Hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü
düşünülemez. Üstünlüğün tek ölçüsü, takva (Allah’ın emir ve yasaklarında
ısrarlı bir gözetme ve tatbik)dır. Son peygamberin Araplar içinde ve onlardan
biri olarak gelmesi, Araplar’a Ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez. Onlar da
diğer ırklar gibidirler. Peygamber (s.) Veda Hutbesi’nde özellikle Arap
kelimesini kullanarak, “Arab’ın aceme (Arap olmayan) acemin de Arab’a üstünlüğü”
gibi bir felsefeyi reddetmiştir. Peygamberin onlardan olması gibi bir lütuf
dışında Ümmet içinde hiçbir ayrıcalık yoktur Araplar için. İslâm ırk sorununda
çağlarla beraber aşılamıyacak büyük ölçüler getirmiştir. İslâm’ın felsefesi
şudur: Irkları Allah yaratmıştır. Kaynaşma ve yardımlaşmaya bir yoldur bu
ırklar, insanların hepsi bir babadandır. O baba da toprak asıllıdır. Üstünlük
beşerî ölçülerle değil, takva iledir.
Diğer bir yandan da
her ulusun kendi dilini hatta şivelerini konuşmasını çok tabiî kabul eder
İslâm. Ancak Ümmet olarak ibadet konularında dil Arapça’dır: Kur’an ve Sünnet
Arapça olarak kalacaktır. Kur’an’ın ve Sünnetin Arapça oluşları, Kur’an’ın
Arapçalığında i’caz, bu dilin Ümmet içinde tabiî bir yükseliş göstermesini,
saygı bulmasını sağlar.
İslâm Ümmeti’nin
coğrafyasında gündeme gelen: Daru’l-lslâm (D. Adi) sadece müslümanlarin
yaşadığı yer şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu deyimin medlulü Kur’an ve Sünnet’in
tatbik edildiği yer şeklindedir. Bir Daru’l-îslâm’da, müslumanların dışında
Zimmiler ve Müste’menler de bulunabilir. Bulunuşlarının da resmî vasfı vardır.
Müste’men, geçici bir süre için kalmasına izin verilen gayr-i müslimler için
kullanılan bir deyimdir. Geniş anlamı ile yabancı diplomatlar da bu statüde
sayılabilirler. Zim-miler ise, sürekli İslâm toprağında kalırlar. Normal
vatandaş sayılmışlardır. Devletin askerî ve yüksek düzeyde sivil kademelerinde
görev alamazlar. Bunun dışında müs-lümanlarla aynı hakları paylaşırlar. Askeri
hizmetlere iştirak etmemelerine mukabil olarak kişi başına belli bir vergi
öderler. (Bkz. Zimmi md.)
Ümmetin siyasi
yapısında başta Halife (İmam veya Emiru’l- Müminin) vardır. Halife Peygamber
(s.)’in Medine’de kurduğu ilk İslâm devletini fiilen temsil ve idame için
vardır. Halife de müslümanlardan bir müslUmandır. Dokunulmazlığı, yargılana-mazlığı
gibi olağanüstü vasıflar taşımaz. Yürütmede Kur’an ve Sünnet ile belirlenmiş
veya İcma ile sabit konularda tek seçeneği o naslardır. Onların dışında kalan
genelde, içtihada müsait problemlerde ve tatbikatlarda Şûra ile çerçevelenmiş
bir yetkisi bulunur. Şûra, Halife’yi ve uygulamalarını murakabe edebilen kurula
verilen isimdir. Ancak makam olarak Halife’nin üstünde bir siyasi makam yoktur.
Mesela: Ordunun yönetime müdahalesi tasavvur edilemez. Şu kadar ki, ordunun
ileri gelen kurmay heyeti Şûra meclisinin azalan olarak konuşabilirler ve
Şûranın kararlarını tatbikte baskı unsuru olarak devreye girebilirler. Şûra’da
görev alabilecek kitleye umumen Ehl-i Hal ve’l-Akd adı verilmiştir.
Yönetenleri ve
yönetilenleri ile, Ümmet içinde bir sınıflaşma ne teorik ne de pratik alanda
yoktur. Yönetimin en üst tabakasındakiler halkın içine en az haftada bir defa
inerek, onlara cuma namazı kıldırmak durumundadırlar. Kur’an ve Sünnet’in
insanlara tatbikinde hiçbir ayırım olamaz. Ümmetin her ferdi Allah’ın bir
kuludur. Her kul kulluğunu yapmak durumundadır. Yönetenler kadrosu ise:
Kulluğuna biraz daha fazla sorumluluk eklenmiş kitledir.
Nurettin YILDIZ