Sosyoloji

Türkiye’de Sosyoloji: Meşrutiyet Dönemi Düşünce Akımları

Meşrutiyet
Dönemi Düşünce Akımları

Türkiye, Osmanlı Devleti’nin devamı olarak
doğmuştur. Bu dönemdeki toplum yapısı ve bu yapıdaki değişmeler bugünkü toplum
yapımızı belirlemiştir.

Balkanlarda güçlenen Osmanlı, Avrupa
devletleriyle sürekli mücadele içinde olmuştur. Fakat 18. yüzyıldan sonra bu mücadelede
şartlar Osmanlının aleyhine dönmeye başlamıştır. Bundan dolayı da ayakta kalmak
üzere yenileşme çalışmalarına girişilmiştir. Yenilikçi çalışmaların en
önemlileri Tanzimat ve Meşrutiyet olarak göze çarpar. Osmanlı dönemindeki
düşünce hareketleri de ağırlıkla bu dönemlerde ortaya çıkar, çeşitlenir.

İkinci Meşrutiyet dönemi fikir akımları
Osmanlının dağılmasını önleme kaygısından doğmuştur.
Osmanlı toplumunu bir arada tutan en güçlü
bağ keşfedilmeye ve geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu akımlardan Osmanlıcılık, İslamcılık
ve Türkçülük en çok taraftan edinenleridir. Her üç yaklaşımın da sosyolojik bir
zemini vardır ancak toplumu bir arada tutmaya yeterlilikleri konusunda fikir
birliği olmamıştır.

İkinci Meşrutiyete Kadar Yenileşme
Hareketleri

Osmanlı Devleti Batılı devletler karşısında
ilk olarak 1699 yılının başında yapılan Karlofça Antlaşması ile resmen toprak
kaybetmiştir. Kaybetme duygusu yenileşme hareketlerinin temel hareket noktası
olmuştur. Matbaa ve askeri alanda atılan adımlar yenileşme hareketlerinin
başlangıcıdır.

Osmanlı devleti 17. Yüzyılın ortalarında
duraklamanın farkına varmıştır: Koçi Bey tarafından IV. Murat’a sunulan risalede
bunların işaretleri vardır.

Bilginin ve düşüncenin topluma yayılması
matbaa ile kolaylaşmaktadır. Ancak matbaa, bilgi ve fikrin yaygınlaşabilmesi
için bir araçtır, ortaya çıkmaları için değil.

Osmanlı ordusu düşman karşısında ardı sıra
yenilgiler aldıkça orduya da çeki düzen verilmesi gerekli görüldü. 1794 yılında
Nizam-ı Cedid ordusunun kurulması bu yöndeki çabaların sonucudur.

Devletin yapısına yönelik yeniliklerin en
önemlisi ise 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’dır. Osmanlı tarihinde
Tanzimat Fermanı, Batı dünyası karşısında devletin boyun eğmek zorunda kaldığı
ve Türk egemenliğinin zayıflamasına yol açan bir dönüm noktasıdır.

Devlet bir taraftan yeniden şekillendirilmeye
çalışılırken, bir taraftan da Avrupa’da gelişen hürriyet, eşitlik, demokrasi
gibi anlayışlar yayılmaya başlamıştır.
Osmanlı
yönetimi devleti güçlendirmek ve geri kalmışlığın önüne geçmek isterken ayrılıkçılık
hareketlerinin fırsat bulmasına sebep olmuştur. Bunun için İkinci Meşrutiyet
aydınlarının en büyük kaygısı devletin bütünlüğünü korumak olarak karşımıza çıkar.

İkinci
Meşrutiyet Dönemi Düşünce Ortamı

1876 yılında Kanun-ı Esasi’nin kabul
edilmesiyle başlayan I. Meşrutiyet, ülkede hak ve hürriyetler konusunda önemli
bir gelişme sağlamıştır. II. Abdülhamit döneminde meşrutiyet rafa kaldırıldıysa
da özellikle Jön Türklerin öncülüğündeki çabalar meşrutiyeti geri getirmiştir
(1908). Padişahın iradesinden kurtulan ülkede irade artık halkın
temsilcilerinden oluşan bir mecliste olacaktır. Bu gelişmeler ilk başlarda
heyecan yaratsa da Osmanlının içinde boğuştuğu sorunlar artarak devam etti,
devlet yıkıldı ve enkazın içinden Cumhuriyet Türkiye’si doğdu. Bunca olayın yaşanmış
olması bakımından II. Meşrutiyet Dönemi sosyoloji için önemli bir
laboratuvardır.

İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı ülkesi 3.272.000
kilometrekare yüzölçüme sahiptir. 30 milyon insan yaşamaktadır. Halkın yüzde
sekseni köylerde tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. Ekonomi kötü
durumdadır.
Devlet dış borçla yürütülmektedir.

İlk yapılmak istenen şey Müslim-Gayrımüslim
Osmanlı tebaası bütün vatandaşları kuşatan bir siyasi birlik tecrübesidir ki
buna İttihad-ı Osmanî/İttihad-ı Anâsır veya Osmanlıcılık diyoruz. Bu düşünce,
milliyetçi akımlar karşısında taraftar bulamamıştır. Bunun üzerine Osmanlı
tebaası Türk ve Gayrıtürk Müslüman unsurlardan destek alan bir siyasi birlik peşinde
koşulmuştur ki buna da İttihad-ı İslam veya İslamcılık denmiştir. Bu hareket da
Arap milliyetçileri nedeniyle taraftar bulamamıştır. Nihayetinde Müslüman Türk
unsuruna dayalı bir siyasi birlik arayışına girişilmiştir ki buna da İttihad-ı
Etrâk, Milliyetçilik ve Türkçülük diyoruz.

Osmanlıcılık

Osmanlıcılık düşüncesi, yüzyıllardır
birlikte yaşamakta olduğumuz Osmanlı topraklarının hepimiz için kutsal bir
vatan olduğu, bu kutsal vatanda yaşayan bütün halkların bir Osmanlı Milleti oluşturduğu
varsayımına dayanmaktadır.

Birinci Meşrutiyet’in ilanında kabul edilen
Kanun-i Esasi ile Osmanlı tebasına yasal haklar verilerek yönetimde söz sahibi
olmaları yolu açılmıştır. Özellikle Müslüman olmayan Osmanlı tebaasının
Müslümanlarla eşit haklara sahip olarak yönetime katılması önemli bir gelişmedir.
Bu durum geleneksel Osmanlı Devlet yapısında bir devrimdir.

Osmanlıcılığı savunan aydınlar büyük çoğunlukla
Batıcılığın temsilcisidirler. Devletin yönetimini üstlenen İttihat ve Terakki,
Osmanlıcılığı temel alarak, unsurlar birliğine (ittihad-ı anasır) önem vermiş,
Osmanlı ülkesini bir “vatan-ı umumi” (genel yurt) olarak kabul etmiştir.

Osmanlının son döneminde farklı din ve
milliyetteki unsurlar ayrılma hülyasını en üst düzeyde yaşamaya başlamışlardır.
Dolayısıyla Osmanlıcılık siyaseti başarılı olamamıştır.

1908 Devrimi, dönemin şartlarından dolayı
Osmanlıcılık siyasetiyle İmparatorluğu bütünleştirmek ve geliştirmek yerine,
çetin bir siyasi çatışma ve parçalanma sürecine doğru götürdü. Yapay bir vatan
ve millet tanımlamasının sosyal gerçeklere uymadığı yaşanan olaylar sonucunda
anlaşıldı. Bu sebepten dolayı dönemin en önemli sorunu “millet nedir,
milletlerin temel niteliği nedir” üzerinde yoğunlaştı. Devleti ayakta tutacak
ve toplumu birleştirecek sosyolojik esaslar arandı. Aydınların İslamcılığa ve
Türkçülüğe doğru yönelmeleri büyük oranda bu sebeplerden kaynaklandı.

Batıcılık/Garpçılık

Bu girişim Batı’daki modern gelişmeleri
yakalama amacını güden bir fikir hareketi haline gelmiştir. Batılılaşma
hareketinde ilk göze çarpan aydınlar arasında, özellikle edebiyat sahasında Şinasi,
Ziya Paşa ve Namık Kemal sayılabilir.

Genç Osmanlılar ilerlemenin yönünü Batı’da
görürler.
Genç Osmanlılar bütün aydınları
etkilemişlerdir. Geri kalmışlığın nedeni olarak da en çok İslamcılık üzerinde
dururlar. Aydınlar arasındaki tartışmaların merkezinde de bu tez vardır. Geri
kalmışlığı İslam’a bağlayan aydınların hemen tümü pozitivizm ve materyalizme
meyyal olmuşlardır. Abdullah Cevdet söz konusu batıcı aydın tipinin bir
örneğidir.

İslamcılık

Said Halim Paşa’ya göre dinler hiçbir
ilerlemeye engel değildir. Zira örnek gösterile ileri devletlerin de
yaslandıkları birer dinleri vardır. Müslümanların ilerlemesine asıl engel, İslam
dışı inançların dini inanç gibi yerleşmiş olmasındadır.

İslamcılık, İttihat ve Terakki yönetiminin Abdülhamid’den
sonra tekrar değerlendirmeye çalıştığı bir düşünce akımıdır.
Önce Osmanlı egemenliğindeki Müslümanlar
olmak üzere bütün Müslümanları bir millet olarak birleştirmeyi hedefleyen İslamcılık
akımı Osmanlı Devleti’nin bir müddet ümit kaynağı olmuştur. Emperyalizmin
öncelikli istila sahası İslam coğrafyası olduğu için bu akımın taraftar bulması
da kaçınılmaz görünüyordu. İslam halifesi unvanının Osmanlı padişahında olması,
İslamcılık siyasetini ayrıca zorunlu kılıyordu. İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın
merkezi Sebilürreşad Dergisi olmuştur. Hatta milli mücadele ve cumhuriyet
dönemine kadar devam eden yayın faaliyeti ile İslamcılık düşüncesinin gelişmesinde
önemli bir rol oynamıştır.

Türkçülük/Turancılık

Modern Batı toplumlarında ön plana çıkan
milliyetçiliğin etkisini burada görmek mümkündür. Etkisi ilk olarak edebiyat
alanında, Şinasi ve Ziya Paşa’da görülür. İlmî tetkikleriyle Türkçülük fikrini
daha ciddi bir çığır haline getiren Ahmet Vefik Paşa oldu. Osmanlıcılık ve
İslamcılık akımlarının başarısızlığı sonucunda Türkçülük son kale olarak öne
çıkmıştır.

Türkçülüğün siyasi düşünce hareketi haline gelmesinde
Hüseyinzade Ali önemli bir rol oynamıştır. Birlik oluşturulacak Türklerin yaşadıkları
coğrafyalar esas alınarak bir vatan tanımlaması yapılarak Turan ismi verilir.
Hüseyinzade Ali, Turan ismini Türk kavimleri birliğinin en son hedefi olarak
kullanıyor. Daha sonra Ziya Gökalp de bu çizgide yerini aldı.

Türkçülerin önde gelen isimlerinden birisi
de Yusuf Akçura idi. Yusuf Akçura ikinci meşrutiyet dönemi düşünce ortamını özetleyen
Üç Tarz-ı Siyaset isimli geniş makalesinde aynı zamanda kendi görüşlerini dile
getirir. Bu makale adeta üç fikir akımının hem birbiriyle, hem de yaşanan
tarihi olaylarla mukayesesi niteliğindedir.

Osmanlıcılığa ve İslamcılığa prensipte karşı
olmayan Yusuf Akçura, uygulamada bunların imkân dışı kaldığını düşünür ve
Türklerin artık mutlaka milliyetçilik yapmaları gerektiğini vurgular. Akçura,
Türkçülük siyasetinin günün şartları bakımından bir ihtiyaç olduğunu düşünür.

FİKİR
AKIMLARI VE SOSYOLOJİNİN GELİŞMESİ

Pozitivizmin savunucusu Comte, sosyolojinin
de kurucularındandır. 19. Yüzyılda Osmanlı aydınları üzerinde etkili olan
pozitivizm dolaylı olarak sosyolojik düşüncenin gelişmesine de katkı yaptı.

İkinci Meşrutiyetten Cumhuriyet’e kadar geçen
zaman aralığında hem Gökalp, hem de Sabahattin kendi bakış açılarından memleketin
kurtuluşu için sosyoloji bilimini kullanarak öneriler geliştirmişlerdir. Gökalp
devletin yönetiminde söz sahibi olan İttihatçıların, Prens Sabahattin ise bu gruba
muhalif olan Hürriyet ve İtilafçıların fikir önderliğini yapmıştır.

Gökalp Türkçülük düşüncesiyle de özdeşleşmiştir.
Türkçülüğün sosyolojideki karşılığı milliyetçiliktir. Sosyoloji her milletin
kendi kültürel özelliklerinden ve tarihi tecrübelerinden ortaya çıkan milli hareketlerini
bilimsel bir tespitle “milliyetçilik” olarak adlandırır.

Gökalp’e göre millet, dilce, dince, ahlakça
ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden
oluşan, bir topluluktur.

Gökalp’a göre vatan, uğruna hayatlar feda
olunan mukaddes bir ülke demektir. Bu ülkenin vatan olma kutsiyetini mukaddes
bir varlıktan alması gerekir. Sosyal gerçekliğin mukaddes olan iki yüzü millet
ve ümmettir.


TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ
Editör: Prof. Dr. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2638
2. Baskı, Nisan 2013, Eskişehir

İlgili Makaleler